Çocuklar Bile Güler Bu Oyuna

KORHAN GÜMÜŞ

Evet, çocuklar bile güler bu oyuna. Belki haberiniz olmuştur: İstanbul’un Çevre Düzeni Uygulama Planları yapılıyor. İhaleyi (gene) İBB’nin bir şirketi olan Bimtaş (İMP-İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu) almış. Bu kuruluş daha önce hazırlanan planlarda yer almayan 3. Köprü, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul gibi yatırımcılar tarafından önlerine konan projeleri yenisine işliyormuş. Yani işin hülasasını söylemek gerekirse, İMP yatırımcılar tarafından hazırlanan ve merkezi yönetime onaylatılan projeleri "plana işlemek" üzere görevlendirilmiş.

imp tarafından 2006'da yapılan istanbul çevre düzeni planı

Bir daha tekrarlayayım: Yapılan işin adı “şehrin geleceği ile ilgili en önemli kararların yer aldığı yönlendirici (master) planlama çalışması.” İhaleyle yaptırılan iş ise şu anda uygulama projeleri değil, neredeyse fiilen "inşaatı tamamlanmış uygulamaların işlenmesi” biçiminde.

Oksimoron yani birbiriyle çelişen (zıt) iki şeyi bir arada kullandığımın farkındayım: Mantıklı durumlarda planlar gelecekte yapılacakları kurgulamak için hazırlanır. Uygulamalar da hazırlanan planlara göre yapılır. Mimari projeler için bile öyle değil mi? Önce projeler hazırlanır, sonra uygulamalar yapılır. Benim gibi düşünüp, “Hayır, böyle bir şey mümkün değil. Planlama faaliyeti geçmişi değil, geleceği ilgilendirir. Böyle bir şey olamaz” demeyin, lütfen. Eğer plan ve proje hizmetlerini "kereste satın alır" gibi ihale ile satın alıyorsanız, bal gibi olur. (Ayrıca kereste bile satın alıyor olsanız, evsafını, miktarını bilmeniz gerekir.) Peki bu oksimoron ilişki nasıl kuruluyor derseniz, cevabı basit: İhale ile gerçekleştirilen bir belgeye gerçekte plan demek mümkün değildir de ondan!

Bu tür belgeler kendi kamu yararı anlayışını "bilim" adına savunan bir çıkar grubunun görüşlerini temsil eder. İstediğiniz kadar bilginin inanç gibi bir şey olmadığını, itaat edilmesi gerekmediğini, temsil ettiğini nesne değil, özne olarak deneyimlemesi gerektiğini, yoksa planlama denen bir faaliyet halini alamayacağını anlatmaya çalışın, Türkiye’de planlamanın "bilim"in icazeti altında ihale ile yaptırılması, bu işi görür. Devletin “sol” eli sözde kuralları koyar, halkı şiddetle hizaya getirmeye çalışır, “sağ” eli ise kuralları halkın desteğini alarak keyfi bir biçimde değiştirir. Popülist siyasal iktidarlarla devlet seçkinleri arasındaki ilişki, işleyiş böyledir. Nitekim (daha alt ölçekte) hazırlanan imar planlarının da zaten yüzde doksanının değiştirilmesi rutin bir uygulamadır. Her ne kadar iktidarın siyaset aracılığıyla düzenlendiği varsayılırsa da Türkiye’de çoğu zaman bürokrasi ve onun ürettiği kompartımanlaşmış "akıl" her zaman belirleyicidir. Devlet örgütlenmesi, bakanlıklar bunun üzerine kurulur. Siyasetçiler bu yapıya sızan ve asimile olan ve güya halkı temsil ettiklerini zanneden kişilerdir. Bu yüzden siyasetçiler her zaman onlara alan açmak zorundadır. Bu sistemin sorgulanmamasındaki asıl neden siyasetçilerin bağımsız olması gereken bilgi üretimini denetim altına alarak şehri denetim altına alması ve merkeziyetçi bir rejimi inşa etmek için kullanmasıdır. Tepebaşı gibi şehrin modern belediyesinin (6. Daire) gerçekleştirdiği ilk parkın, en değerli meydanının, itirazlara rağmen buradaki uzmanlar tarafından otopark olarak kullanılması bile şehircilik anlayışlarının bir göstergesi değil mi? (Ofis olarak kullandıkları yeri saymıyorum.)

Ancak bu defa uzmanlık alanını tekelci mekanizmalarla kurutan (hem onaylayan, hem yapan şirket olarak) ihaleyle iş almak dışında, zannedersem İMP (İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu) dünya şehircilik tarihinde bir ilki gerçekleştiriyor: Planlar geleceği değil, şu anda çoktan karar verilmiş ve başlamış uygulamaları, yani geçmişi temsil ediyor!

Sözde İstanbul’un Anayasası olduğu söylenen “Nazım Plan” yeniden hazırlanıyor. Daha doğrusu yatırımcı şirketlerin kararları doğrultusunda önlerine konan projeler işleniyor. Büyükşehir Belediye Başkanı’nın “İstanbul’un Anayasası” olacağını, “onlara bakmadan çivi çakılamaz” dediği planlar yeniden ele alınıyor. Planlara bakılmadan merkezi yönetim tarafından bir dolu proje uygulamaya konuyor...

Biliyorum bu oksimoron ilişkiyi görünce sizin de aklınıza şu soru geliyor: "Madem dikkate alınmıyor, o zaman plan yaptırmak için neden bu kadar zahmet ediliyor? Bu kadar büyük bütçeler neden boş yere harcanıyor? Belki şehrimizin yöneticileri bir dahaki sefere daha tutumlu davranırlar. Boş yere bütçe harcayıp plan yaptırmak yerine önce projeleri, hatta uygulamaları bitirirler. Sonra şimdi yaptıkları gibi önce uygulama yapar, sonra bunları bire bir olarak planlara işletirler." Hayır, bu da mümkün değil.

Mekan siyaseti, bu açıdan rejimin nasıl işlediğini gözler önüne seren bir icraat alanı. Önce oyunun kurallarına göre planlar yapılıyor, sonra değiştiriliyor. Çünkü herkesin güç alanı farklı. Uzmanların, bürokratların görevi planları hazırlamak. Siyasetçilerin görevi ise değiştirmek. Bu oksimoron ilişkiden Türkiye’ye özgü neo-liberal şehirciliğin (birbirine zıt işliyor gibi gözüken) iki temel matrisi olduğunu teşhis etmek mümkün: Birincisi hala askeri modernleşmenin temsil etkinliklerini kullanan ve kendi kamu yararını temsil eden bürokrasi ve ayrıcalıklı uzmanlar eliti. Bu elit tekelci mekanizmalar kendi içinde ve kapalı kapılar ardında kararlar üretiyor ve şehri deneyselliğe kapatarak bağımsız bilgi üretimini engelleyerek piyasa güçleri tarafından kolayca işgal edilebilecek (şehirsel olmayan / non-urban) bir boşluk haline getiriyor. Onlar bu görevlerini gerçekleştirdikten sonra, sıra bu koalisyonun diğer ortağına geliyor. Ayrıcalıklı piyasa aktörleri ise boşluğu yalnızca kar amaçlı olan yatırım projeleriyle dolduruyorlar. Merkezi yönetim ise ipleri elinden kaçırmamak, siyasal patronajını korumak için bu yağmayı yukardan düzenliyor. Oyunun kuralı böyle. Şehir, insan, çevre araçsallaştırıldığı için her şey yapılabilir hale geliyor. Siyasal mücadele ise bu yağmadan kimin ne kadar pay alacağı üzerine.

Planı hazırlayan 500 kişilik ekibin başındaki kişiye “şehir planlamanın böyle bir iş olamayacağını” söylediğimizde “Bizi neden AKP iktidarı ile işbirliği yaptığımız için eleştiriyorsunuz? Biz bilim adına oturuyoruz bu koltuğa. Her dönem, Dalan zamanında, Sözen zamanında da çalıştık” demişti, bizi yanlış anlayarak. Oysa herhalde en son eleştirilebilecek vasıflarıydı, siyasal parti ayrımı yapmadan çalışmaları. Ancak kamu adına ürettikleri bilgiyi kamuya tekrar tekrar satmaları anlamına gelmiyor olmalı. (Örnek çok: 90’lı yılların başında Taksim için hazırladıkları tünelli otoyol kavşağı projesini “Bu bilimsel bir konudur, tartışılmaz” diyerek bize dayatmaları. Ya da buraya metro yapımını finanse edecek dedikleri bir AVM yapmaya kalkışmaları...) Bizzat planı hazırlayan ekibin başının söylediği gibi “Bilim adına koltuğa oturuyorlar”, bürokrasiyi ve kamu gücünü kullanan bu ayrıcalıklı eliti, bürokrasiyi bir kenara koymak mümkün değil. Onlara da iktidardan pay vermek lazım! Sonuçta neo-liberal sistem tek taraflı çalışan bir iktidar mekanizması değil. Birbirini etkileyen, güçlendiren farklı iktidar alanları arasında bir koalisyona dayanıyor. Bunlardan en önemlisi de kararların içeriğini oluşturan plan ve proje işlerini gerçekleştiren sembolik sınıf ile siyasal iktidarın koalisyonu. Birincisi kendi kamu yararı kavramını teknik bir görüntü altında temsil ederek kamusal alanı “şehirsel olmayan boşluk” haline getiriyor. İkincisi ise bu boşluğu piyasa güçlerinin istilasına açıyor, kolayca işgal edilmesini sağlıyor. Bildiğimiz devlet iktidarı geçmişte bu iki iktidar alanını birbirine kısmen rakip haline getiriyordu. Şimdi güçler birleşmiş vaziyette. Üniversiteler ise şu anda Kanal İstanbul projeleri için iş kapma telaşında!

BU KARAGÖZ-HACİVAT OYUNUNDAN ÇIKARILACAK DERSLER
Aşağıdaki üç bölümü İBB’nin Nazım Planı (Çevre Düzeni Planı Raporu)’ndan aldım. Bu cümleleri bakalım nasıl yutacaklar?

Soralım: Bu plan oybirliği ile onaylandı mı? Onaylandı. Yürürlükte mi? Yürürlükte.

İstanbul’un Anayasası dendi mi? Dendi. Nazım (yönlendirici adı üstünde) Plan’a bakılmadan çivi çakılmayacak dendi mi? Dendi. Kusura bakmayın ama bu sözleri biz mi söyledik? Hayır!

Bunları şehrin yöneticileri söyledi. Demek ki bunların söylenmiş olması yetmiyor.

Ancak söylenenler kadar söylenmeyenler de önemli. Uygulanmayan planlara plan diyebilir miyiz? Peki, eksik olan ne? Neden planlar kendi kamu yararını temsil eden, iktidardan pay talep eden bir çıkar grubunun görüşü olarak algılanıyor? Öyleyse bilim sürekli bağımsız bir deneyim üretme meselesi olduğu halde neden planların ihale ile yapılmasına kimse itiraz etmiyor? İnsanlar, canlılar, cansızlar planlara katılım sürecinde neden özne yerine nesne oluyor?

Teknik şartnameler yeterli olabilir mi, son derece yaratıcı bir konu olan planlama işinde? Neden bunu sormuyoruz? Neden yerel siyasetin pratiklerini konuşmak yerine sorun tercihlermiş gibi gösteriyoruz?

Birlikte okuyalım:

“1.Üst ölçekli planlama sürecinin ortaya koyduğu temel ilke, TEM’in kuzeyinin sanayi alanlarından arındırılması ve kentin doğal kaynaklarının yoğunlaştığı kuzey bölgesine kentsel gelişme baskısını önlenmesidir.” Yani 3. Köprü, 3. Havalimanı, Uydu Şehir gibi bugün yapılmakta olan inşaatlar asla yapılamaz.

“2. Metropoliten Alan’daki karayolu ulaşım şebekesinden ayrıştırılarak; demiryolu ve raylı sisteme yönlendirilmesi esastır… Bu ilkenin ortaya konmasında; TEM’in inşası sonrası İstanbul’un hem doğusu hem batısında yol boyu oluşan niteliksiz, olası bir depremde hasar görebilirliği yüksek ve büyük bir çoğunluğu yasa dışı gelişen yerleşmelerin deneyimlenmiş olması etkin olmuştur.”

Yani şehir içi otoyollar yerine raylı sisteme geçilmeli ve etrafında plansız yapılaşma olmamalı…

“3. Belirtilen güzergah, Merkezi Hükümet’in 3. Boğaz Köprüsü için geliştirmiş olduğu bir hattır. Bu güzergah, İstanbul’a 3. Boğaz Köprüsü için ortaya konan gerekçelerin geçerli olduğu tek yer olup, köprü inşasına gerek kalmadan da ihtiyacın karşılanması mümkün olmaktadır. İstanbul’un doğusu ile batısı arasında sürekliliği karayolu ile sağlanmış bir Boğaz geçişinin İstanbul’un kentsel gelişimi açısından olumsuz sonuçları, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü geçişi sonrasında ortaya çıkan kentsel gelişme deseni ile deneyimlenmiştir. TEM boyunca Metropol’ün doğusu ile batısı arasında uzanan, yağ lekesi şeklinde büyüyerek doğal yapıyı tahrip eden, niteliksiz bir yapı stoku ve Sultanbeyli gibi yerleşmeleri oluşturan süreçlerin tekrarlanmasına neden olacak gelişmelerin önüne geçilmesi hazırlanan Plan’da esas alınmıştır.”

Yani artık bu gidişten ders çıkarmalı, 2. Köprü’de olanlar tekrarlanmamalı…

Vs, vs... Sonuçta daha nicesi güzel masallar, ninniler olarak uykularımızı süslüyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: