Barselona’da Gaudi’nin binalarını kendi bağlamları içerisinde gördüğümde mimarlık tarihi derslerinde yaşadığım şaşkınlık ve hayranlık yerini “olması gereken olmuş işte” hissine bırakmıştı.
İstanbul’dan Adalar’a doğru giderken yerleşimlerin İstanbul siluetine bakan yüzlerini hep garipserim. Şehirden kaçıp adaya varsan da ondan kurtulamamak! Ne yaman çelişki...
“Sanatların sentezi” vizyonu için ihtiyacı olan “rengin müziği”nin gösteriminin yapılabileceği bir mekandı.
Tuz buz, bir moloz yığını artık bu fotoğraftaki bina.
Vietnam Savaşı devam ediyor, herkes sokaklarda. Protestolarda ölenlerin sayısı savaşta ölenlerinkine ekleniyor ama hiçbir şey durmuyor.
Sene 1934. Şekip Akalın, Bayındır Bakanlığı’ndaki görevi kapsamında Ankara için bir tren garı tasarlamaya koyulur.
Bugün de sıradan bir gün. Çürüksu Yalısı’nın sakini az evvel oturma odasına girdi.
Bakü’de iç şehri gezdikten ya da en erken dönem İznik çinilerine baktıktan çok sonraları onlarda sevdiğim şeyin ne olduğunu anladım: Yapılış zamanlarındaki yokluk ve yoksunluk sanki bu üretimlere bir ruh üflemiş gibiydi.
Rüzgar esiyor, burası şehirlerin kurulduğu, kralların doğup öldüğü topraklar. Yaşamın, üretimin, bereketin olduğu kadar yağmanın, yıkımın ve ölümün gerçekleştiği yer.
Derginin bir sayısının iyi olduğunu ya da okuduğum bir kitabın fevkalade olduğunu düşündüğümde hemen ardından içimi bir endişe kaplıyor, ya kimse okumazsa diye.
Nedense ODTÜ’ye ilk gidişim çok geç oldu, 2013’te soğuk bir Nisan günüydü.
Türkiye’de mimarlık kültürünün neden olmadığı meselesi her tartışıldığında aklıma gelen ilk şey, iyi tasarlanmış mekanlarda büyümemiş olmamızdır.
Beşiktaş ile Eminönü arasındaki yol, İstanbul’un en güzel güzergahlarından biridir, hele de otobüste ayakta seyrediyorsanız.
Sirkeci’de bir köşe bina. Üzerine çakılı iki levha: Walter Griscti, mimar; U. Ferrari mühendis girişimci.
Deutsche Orient Bank, modernleşme kararı almış Osmanlı’nın son dönem yapılarından biri olarak Eminönü’nde güzel bir köşe başını tutar.