Antroposen Çağında Mimari Erkeklik Krizleri

ERAY ÇAYLI

Sinan Logie geçen ay yine güldürürken düşündüren üslubuyla “Antroposen” ve “andropoz” arasında bağ kurmuş, mimarlık-doğa ilişkisini toplumsal cinsiyet temalı bir dizi istiare üzerinden ele almıştı. Erkeklik krizinin gezegene olan etkisi keşke yalnızca “doğa ana” benzeri metaforlardan ibaret olsa. Oysa metaforlar maddi gerçeği sadece temsil etmekle kalmayıp üretebiliyorlar da. Kapitalizm, sömürgecilik ve sanayileşme gibi insan elinden çıkma süreçlerin, gezegenin yapısı ve işleyişi üzerindeki en belirleyici etken haline geldiği ve bugün Antroposen adıyla anılan olgu bağlamında da durum pek farklı değil. Bahsi geçen süreçlerin tavan yaptığı yılların, günümüzde adına erkeklik krizi denilen toplumsal olgunun inkar edilemeyecek şekilde tezahür etmeye başlayışıyla aynı döneme, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’na tarihlenmesi de tesadüf olmasa gerek. Çağlar boyu cesaret ve kahramanlık anlatılarıyla özdeşleştirilegelmiş erkekliğin endüstriyel ve küresel ölçekteki bu savaş karşısında yaşadığı büyük acz ve kadınların o güne kadar “erkek vazifesi” addedilen işleri hemen tüm erkeklerin cephede olması sonucu üstlenmesi gibi nedenlerle toplumsal cinsiyete dair ön kabullerin alaşağı olmaya başladığı bir dönem bu.

Peki, sürecin mimarlık-doğa ilişkisiyle ne gibi bir alakası olabilir? Bu soruyu aslında tam da bahsi geçen yıllara tarihlenen bir mimari örnek olan E.1027 üzerinden tartışmak mümkün. Eileen Gray’in kendisi ve partneri Jean Badovici için tasarladığı ve 1926-1929 arasında inşa ettiği E.1027, Fransız Rivierası’nın doğu ucunda yer alan Roquebrune-Cap-Martin’de yer alan bir villa. Gray döneme hakim mimarlık akımı Erken Modernizm’in temel ilkelerini benimsese de, doğa ve bireye yönelik -Le Corbusier’nin “ev içinde yaşanacak bir makinadır” düsturunda da yankı bulan- dayatmacı tavrına eleştirel yaklaşıyor. Akdeniz’in oldukça dik bir yamaçla buluştuğu bu noktasında inşa edeceği villaya da işte bu eleştirel yaklaşım damga vuruyor. Gray villayı deniz ile yamacın arasına üçüncü ve ayrıksı bir öğe olarak değil, denizin yamaçla kavuşmasına yardımcı olacak bir aracı şeklinde kurguluyor. Günışığı ve rüzgar gibi doğal etkenleri ayrıntılı biçimde etüt ediyor ve hatta sadece ev sahipleri ve misafirlerin farklı günışığı şartlarına göre ev içindeki hareketlerinin nasıl değişebileceğini tahayyül eden çizimler yapıyor. Panjur, paravan ve pencerelerin tümünü hareket edebilir şekilde tasarlayan Gray villanın böylece, etrafındaki çevrenin devingenliğine ve organikliğine ayak uydurabilmesini hedefliyor. Bütün duvarları beyaza boyamaktaki niyetininse, modernizmle özdeşleştirilen tektipleştirmeden çok, güneşin, denizin ve rüzgarın zaman içinde üzerinde izler bırakabileceği boş bir tuvali mümkün kılmak olduğu biliniyor. Ne ki, Gray Badovici’yle yollarını ayırdıktan ve E.1027’den taşındıktan sonra, villa kendini modernizmin müellifi olarak gören Le Corbusier’nin saldırılarına maruz kalıyor. Le Corbusier duvarlara resim ve süsleme yapmayı konuta yapılan birer saldırı olarak nitelendirmekle ün salmış olmasına rağmen, E.1027’nin duvarlarına 1938-39 yıllarında, bir kısmı da cinsiyetçi ve sömürgeci tınılar taşıyan tam sekiz adet duvar resmi yapıyor -üstelik çoğu kez de çıplak haldeyken. Bir diğer deyişle, kendini modernizmin “babası” gören bir erkek, söz konusu mimari akımı doğayla diyalog halinde var olabilecek şekilde yeniden yorumlayan bir kadın mimarın eserini ihlal etmeye yelteniyor.

Farnsworth evi, fotoğraf: Carol M. Highsmith
E.1027
E.1027, değişen günışığına göre ev sakinlerinin davranışları, çizim: Eileen Gray

Bu olaylardan birkaç yıl sonra, 1945-51 yılları arasında tasarlanıp inşa edilen bir diğer modernist yapı ise doğal ve yapılı çevrenin erkeklik krizine sadece mecra değil doğrudan birer aktör olarak da dahil oluşuna tanıklık ediyor. Erkek egemen modernizm tarihyazımının “baba” addetmeye meyilli olduğu bir diğer mimar olan Mies van der Rohe tarafından tasarlanan Farnsworth Evi’nden söz ediyorum. Ev, Chicago yakınlarından geçen Fox Nehri kıyısında, yapılaşmanın nadiren görüldüğü ve bugün milli park statüsüne sahip bir alanda yer alıyor. Yapı, dört bir cephesinin sadece çelik bir çerçevenin ayakta tuttuğu camlardan oluşmasıyla, yani tamamen şeffaf olmasıyla ünlü. Ne ki, Mies van der Rohe’nin müşterisi Edith Farnsworth ile paylaştığı ilk çizimlerde evin, günışığını tamamıyla değil sadece yarı yarıya geçiriyor gösterildiği ve Farnsworth’un bu anlamda şeffaflıktan kaynaklı mahremiyet sorunlarını günlüklerinde sık sık şikayet konusu ettiği biliniyor. Bu durum, ikilinin arasında ters giden bir romantik ilişkinin de bulunduğuna dair rivayetlerin de yaptığı katkıyla, erkek bir mimarın kadın müşterisini saygıyı hak eden bir bireydense yabani doğanın bir parçasıymışçasına değerlendirmesinin işareti olarak yorumlanıyor. Ancak tam da bu noktada Farnsworth Evi’nin bir de doğayla nasıl bir ilişki kurduğuna bakmak gerekiyor. Mies’in Farnsworth’u çevreleyen doğanın evin içinden görüldüğünde anlamlı ve güzel olduğuna inandığı, hatta belli tasarım kararlarını tam da bu anlamda doğayı kadrajlamak üzere aldığı biliniyor. Bu da ünlü mimarın, doğayı ciddiye alan bir mimarlıktansa ona egemen olan bir mimarlığı savunduğunun işareti olarak algılanıyor. Ne ki, doğal ve yapılı çevre arasındaki ilişkinin her zaman sadece hoş bir görsellikten ibaret olmadığı gerçeğinden Farnsworth House da payına düşeni alıyor. Fox Nehri’nin 100 yıllık su seviyeleri dikkate alınarak inşa edilen ev, nehrin 1996, 1998 ve 2008 yıllarında taşması sonucu üç kez sele maruz kalıyor.

Farnsworth örneğinde görüldüğü gibi, kadınlık ve doğayı özdeşleştiren, bu ikisinin üzerindeki tasarruf hakkını ise sadece erkekliğe ait gören anlayışın krizlerine bugün -her ne kadar “Antroposen çağı” tezi geniş kabul görmeye başlamış olsa- halen tanıklık etmekteyiz. Kıyamet senaryoları üzerine kurulu ya da doğal felaket sırasında hayatta kalabilme temalı günümüz filmlerinde kadınlara layık görülen (daha doğrusu görülmeyen) rollere bakmak bile bu krizlerin izini sürmek için yeterli. Ya da, konumuzla daha yakından ilgili olarak, National Geographic kanalında 2012-2014 yılları arasında yayınlanan Doomsday Preppers (Kıyamete Hazırlananlar) programında olası felaket durumlarında “dünyayı ve insanlığı kurtaracak aile reisi erkek” kimliğini sahiplenen yarışmacıların kendin-yapçı tasarımı kullanış biçimleri bu anlamda çarpıcı. Programda, türlü gündelik nesneyi bir araya getirerek ürettikleri silahlarla olası bir felakette kendilerine saldıracak insanları nasıl def edeceklerini anlatan yarışmacılarla sık sık karşılaşılıyor. İşte Antroposen ile samimi olarak ilgileniyormuş gözükürken, benzer bir “kendini kurtarma” güdüsüyle tasarlanan mimarlıklar da böyle bir kültürel bağlamda karşımıza çıkabiliyor. Misal, Baca Architects, güneydoğu İngiltere’deki Thames Nehri kıyısında yer alan bir arazide inşa ettikleri Formosa adlı evin sel durumunda altındaki esnek boruların yardımıyla normal kotunun üç metre kadar üstüne çıkarak “yüzebildiğinin” altını çiziyorlar. Mimarlar, burada amaçlarının yapıda ikamet edenlerin felaket durumlarında dahi “gündelik hayatlarına mümkün mertebe devam edebilmelerini sağlamak” olduğunu ifade ediyorlar. Öte yandan, söz konusu bölgede sel durumunun pek sık yaşanmıyor olması nedeniyle, evin yüzebilme özelliğini tasarlandığı biçimde koruduğundan emin olmak için düzenli aralıklarla araziye su bastırılarak tatbikatlar yapılacağını da açıkça itiraf edebiliyorlar! Doğayla kurulacak ilişkiyi onu henüz tahayyül edildiği boyutta gerçekleşmemiş bir sorunun kaynağı olarak göstermek ve bu “sorun”u da bireyci bir hayatta kalma güdüsüyle “çözmek” olarak özetleyebileceğimiz bu yaklaşımın alternatifleri de ne mutlu ki var. Matthew Butcher’ın Thames Nehri’nin Kuzey Denizi’ne döküldüğü (ve önceki örnekten farklı olarak sel ve su baskınlarının yoğun yaşandığı) bölgede yer almak üzere tasarladığı Flood House (Sel Evi) söz konusu alternatiflerden biri. Yapı, doğadaki devinimin karşısında bulunduğu yerde eril bir inatla durmak ve içinde ikamet edenlerin hiçbir şey olmamışçasına hayatlarına devam etmesini sağlamaktansa, bu devinimin kendisini biçimlendirmesine olanak tanıyor. Bunu kelimenin tam anlamıyla yüzergezer olması kadar, içerdiği laboratuvar aracılığıyla çevresine dair gözlemler yaparak ve bu gözlemleri gerek bünyesindeki kontrplağın davranışı üzerinden maddeselliğiyle, gerekse çatısında yer alan rüzgar fırıldağı benzeri öğeler üzerinden iletişimselliğiyle gerçekleştiriyor. Doğa-insan ilişkisini yeniden ele alacaksak, bu ilişkinin temellerinde yer alan toplumsal cinsiyet kalıplarını da sorgulatabilecek benzer projelere ihtiyacımız var.

Etiketler:

İlgili İçerikler: