Bauhaus’u Unutulmaz Kılmak

LERZAN ARAS

Bauhaus, zanaatın sanat ve işlevsellikle birleştirildiği; mekan, kompozisyon, malzeme ve atölyelerle sürdürüldüğü sistemi ile kuruluşunun 100. yılında halen eğitim modellerine ilham vermeye devam ediyor. Lerzan Aras, Bauhaus’u ve gücünün dayandığı ilkeleri, güncel sorunlar ve koşullar bağlamında yazdı.

Bauhaus’un kurucusu Walter Gropius bir konuşmasında eğitimcinin esas görevinin öğrencinin içindeki bağımsızlığı cesaretlendirmek ve kendi yolunu bulmasına izin vermek olduğunu söylemişti.1 O yıllardan günümüze tam bir asır geçti. Eğitimcinin esas görevinin ne olduğu bu süreçte çok ortamda tartışıldıysa da, sanırım Gropius’un söyleminin içinde barındırdığı naiflik, saygı ve gerçeklik hep aynı kaldı. Dünya bu süre içinde belki de beklenenden hızlı gelişti. Bu gelişmeler iyi yönde olduğu kadar sıkıntı yaratabilecek noktalar da üretti. Artık yüzyıl öncesinin sakin, az nüfuslu, doğal ve geleceği şekillendirmeye çalışan ortamında değiliz. Kapitalist büyümenin getirdiği sonsuz bir tüketim ve tatminsizlik, dünyanın neredeyse tamamında hüküm sürüyor ve her ne kadar refah düzeyinin arttığı varsayılsa da dünyanın eskisinden daha zor bir yolda olduğunu düşünmek için çok sebep var. Sonuç olarak Bauhaus’un kapatıldığı 1933 yılından günümüze, eğitimcinin idealize edebileceği bir dünyaya ilerlemedik. Oysa biz tasarımcılar, değişimi ve farklı olanı severiz; eğitim tarafımız ağır bastığında buna denenmemiş teoriler, kültürel farklılıklar ve yerel özelliklerin getirebildiği insan yaşamına dokunuşlar muhakkak eklenir. Ancak, doğal kaynakların hızla yok olduğu, zorunlu göçlerin arttığı, kentleşmenin giderek daha sağlıksızlaştığı ve dijital teknolojilerin insan yaşamında hatırı sayılır bir üstünlük kurduğu bir dünya ortamından bahsediyoruz. Böyle bir durumda yepyeni fikirler, eğitim modelleri, hatta çerçevesi netleşmiş öğrenme mekanizmalarını da görmek istiyoruz. Ancak, görünen o ki aradan yüzyıl geçmiş olmasına rağmen bu noktada hala kendimizi en çok Bauhaus’un eğitim düzenine bağlı kurallarda daha rahat ifade edebiliyoruz; yani, aradan geçen onca zamana rağmen o büyük değişim gerçekleşmiyor. Bauhaus, sadece ürün odaklı olduğu, günümüz ortamında eğitimin ihtiyaçlarını karşılayamayacağı konularında çokça eleştirilmesine, farklı denemeler ve tartışmalar kurgulanmasına rağmen, yeni fikirler geniş kitleler tarafından kabul gören bir sistem haline gelmiyor; daha çok “deneysel” adı altında geçip gidiyor.

Peki, neden böyle oluyor? Bauhaus mükemmel bir sistem sunduğu için mi dönüştürülemiyor, yoksa eğitim sisteminde dünyaya ayak uydurmak için anlık değişimler yeterli mi?

Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen 1919 yılında, ekonomik olarak tükenmiş Avrupa’da tüm fakirliğin içinde hayatta kalmak, savaşın yaralarını sarmak ve gündelik hayata geri dönmeye çalışmak herkes için öncelik taşıyordu. Modern dönemin avangard ve geleceğe dönük bakışının altında bu “hayatta kalma” güdüsünün olduğunu kabul ederim. Bu çabanın saygı ve estetikle tamamlandığını, güzele ve aynı zamanda kusursuz işleyen bir düzene doğru gitmenin hedeflendiğini de biliyoruz. “Yaparak öğrenmenin”, “özgür ve kısıtlamasız yaratmanın”, “öğrenciyi kendi yaratıcı gücüne inandırmanın” ve en önemlisi “cesaretli olmanın” gerçekten değerli ve gerekli olduğu yıllardan bahsediyoruz. Bauhaus’un da gücünü bu önceliklerin doğru anlaşılmış ve uygulanabilmiş olmasından aldığını düşünürüm. Modernizm, standardizasyon ve akılcılık kavramlarının keskinleştiği ve yüksek kültürü benimseyen seçkin bir yaratıcılığın ifadesiydi; ancak, “sosyal hayatı etkileme” ve “doğa üstünde egemenlik kurma” gibi kavramların da bu dönemde geliştiğini biliyoruz. Bu çerçevede, özellikle yaratıcı insanın doğa ile kurduğu ilişkinin olumsuz hatta yıkıcı diyebileceğimiz bir yöne gidişinin izlerini yakalayabileceğimizi düşünebilir ve belki de günümüzün Antroposen çağının da temellerinin ne olduğunu hatırlamamız gereken bir noktaya gelebiliriz. Ancak, şartları da göz önüne almak gerekir. O yılların ekonomik, sosyal ve teknolojik şartları altında düzen ve sistemin net ve tartışmaya açık olmayan bir kurallar bütününe bağlı olması, “çırak ve usta” tanımlarının keskin bir biçimde yapılması gerekliydi. Bauhaus, sadece bir grubun özgürce ve belki de kural olmaksızın malzemeyi biçimlendirdiği, kendini iyi ve özel hissettiği ve tasarımın aslında ikinci plana atıldığı bir okul değildi. O yılların şartlarında toplumu organize edebilmeye, ilişkileri doğru kurabilmeye, aslında kurallar bütünüyle yaşamı sade ve basit hale getirmeye çalışan bir sistemdi. Toplumun yeniden ayağa kalkabilmesi için bu gerekliydi. Yani sistem, bilginin yetenekle birleştiği ve ideali bulmaya yöneldiği bir eğitim modeli olarak değerliydi. Amaç dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek kadar iddialı olmayabilirdi evet ama, cesaretli, cüretkar ve çok disiplinli olduğu kesindi.

Bauahus Dessau, Walter Gropius (1925-1926), güney tarafı; fotoğraf: Tadashi Okochi, © Pen Magazine, 2010, Stiftung Bauhaus Dessau
Dessau Bauhaus’un başkanları (Fritz Schreiber’in Bauhaus fotoğraf albümünden); © Stiftung Bauhaus Dessau
Bauhaus müfredatı, 1922; merkezde yapı, ilk çemberde malzeme, ikinci çemberde çalışma alanları
Bauhaus binası, 1926, güneybatı tarafı; fotoğraf: Stiftung Bauhaus Dessau (Besitz Scan) (I 36041/1-2) / © (Consemüller, Erich) Consemüller, Stephan (Eigentum Original Vintage Print)
Marcel Breuer, Martha Erps, Katt Both, Ruth Hollos (soldan sağa), 1926; Stiftung Bauhaus Dessau (Besitz Scan) (I 46052/1-2) / © (Consemüller, Erich) Consemüller, Stephan

Günümüz tasarım dünyasında “Bauhaus eğitimi yeterli midir?” sorusu çok sorulur. Bence ise esas mesele, “Hangi eğitim sistemi sizi daha iyi bir tasarımcı yapar?” değil; günün problemlerini doğru anlayıp uygun cevaplar bulabilme becerisidir. Bauhaus’u unutulmaz yapan ise savaştan yeni çıkmış, ekonomik olarak dibe batmış bir ülkede insan yaşamına doğru dokunmak adına ciddi bir çaba sarf edilmiş olmasıdır.

Elbette 1933’te kapanana kadar geçen süreçte kendi sistemi içinde de endişeler oluşmuştu. Albers ve Moholy’nin öğrencisi olan Hin Bredendieck’in, 1962 yılında “Orada öğrenciyken çok keyif aldım; ancak daha sonraki yıllarda kursun esas amacı ile tasarım eğitiminin kazandırması gerekenler arasında bir kafa karışıklığı yaşandığını hep düşündüm.”2 açıklaması ile yıllar sonra, 2018’de, Jan Boelen’in “Tasarım alanı çok genişledi; artık ürün odaklı olmanın dışında yönlere doğru gidiyoruz ama, alternatif bir eğitim modeli önermeyip sadece elimizdeki eleştiriyoruz ve eğitim yeni gelişmeleri takip etmiyor”3 ifadesi pek çok ortak nokta taşıyor. Gerçekten de eğitim modelleri ve öğrenciye kazandırması gerekenler arasında her zaman net bir ilişki kurulamıyor ve bu yüzden de günümüz eğitim modelleri kısa ömürlü oluyor.

Hangi tasarım ve mimarlık eğitimcisine sorarsanız sorun, muhakkak farklı bir mekanizmayı benimsediğini söylese de, sonuçta yine gelinen noktada cevabın Bauhaus olduğunu görüyoruz. Black Mountain College’in bir miktar devam ettirdiği bu miras, Global Tools ile biraz da döneminin gereklerine uygun hale getirilmeye çalışıldıysa da, Bauhaus “unutulmaz” okul olma özelliğini koruyor.

İsterseniz biraz bunun olası sebeplerini tartışalım, gerçeklerin üzerinden geçelim. Sottsass’ın ya da Papanek’in bireysel yaratıcılık ve doğal olanı birleştirerek sürdürülebilirlik, yerellik karşıtlığında küresel olma, teknoloji ve birey ilişkisi, sosyal bağlamlar ve marjinalite gibi kavramları gündeme getirdikleri yıllardan günümüze neredeyse yarım asır geçti. 1970’de ilk baskısı yapılan kitabı Design for the Real World’de Papanek, özellikle üçüncü dünya ülkeleri, engelliler ve marjinal etkilerin insan yaşamına getireceklerini ortaya koyarken tasarımın iyi sayılabilmesi için öncelikle sosyal etkileri doğru okuyabilme, çevresel, ekolojik, ekonomik ve politik etkileri öngörebilme, farklı kültür ve disiplinlerden insanlarla çalışabilme yeteneğine sahip olabilme kavramlarını ön plana alıyordu.4 Yani, tasarım henüz günümüz kadar tüketim odaklı değildi ve kendi içinde sorun çözmeye odaklanabilen bir yapısı olduğu düşünülüyordu. 1970’li yılların çiçek çocukları, feminist hareketleri, pop kültürü ve konservatif postmodern bakışı gibi kavramlar çerçevesinden çıkarak 1980’lere geldiğimizde ise önce Jameson’ın, onun arkasından Baudrillard’ın, Kellner’in ya da Harvey’in tüketim toplumu kavramının çok daha öne çıktığını görüyoruz. 1990’lardan günümüze geldiğimizde ise tasarımın ne için kullanılacağından öte kim için kullanılacağının daha ön plana alınmasının 1970’lerle aramızda ciddi bir eşik yarattığını görüyoruz. Artık ne tasarım ne de buna bağlı eğitim, kendi içine kapalı ilerleme lüksünü taşımıyor. Şimdi içinde yaşadığımız neo-liberal düzen, yarım asır önceye göre en büyük farkını, Spencer’in tanımıyla “insanı yaşadığı ortam üzerinde eleştirel düşünce geliştirme istek ve becerisinden yoksun hale getirmek” olarak koyuyor.5

Bu düzen içinde bilinçsizce tüketen insan, neyi tüketeceğinin kararını bile kendisi vermiyor; her şey tüketime bir araç olarak ortaya çıkıyor. Metalaşmanın ve markalaşmanın keyfi sürülürken eğitim de bu örneklere öykünerek ilerliyor. Yıllar önce Koolhaas’ın net bir biçimde ifade ettiği gibi “Kullanıcı artık salt mimari ürün ile ilgilenmiyor. Kimi sadece mimari bir düşünme istiyor. Uzun dönem stratejilerinde bir şekilde yapı inşa edilebiliyor, ya da kullanıcı kendi kimliğini katmak istiyor.”6 Çevrede olup biten her türlü kargaşa, sıkıntı, savaş, yoksulluk, hastalık bu yoğun imaj dünyasında erimeye mahkum oluyor, hatta gündelik ve maalesef sıradan hale geliyor.

Böyle bir durumda bireylerin iletişim kurması, yeni fikirlere açık hale gelmesi ve tartışması kısa vadeli ve hızlı tükenen akışlar şeklinde olabiliyor. Toplum ise kendini adeta bir tür “güvenli mod”a alarak sistemini devam ettiriyor.

Günümüzde sürdürülebilirlik, hatta rejenerasyon, marjinalite, sosyal adalet, katılımcılık, yönetim ve birey ilişkisi, kentsel dönüşümler, soylulaştırma, yerellik, kültürün akışı ve tarihin korunması gibi üstünde çok çalışılması ve öğrencinin eğitilmesi gereken konular var. Tasarımcının bu konuların her birinde çözülmesi gereken bir şeyler olduğunu algılaması gerekiyor. Oysa bunun yerine, çoğunlukla, bu kavramlar çerçevesinde tüketim ve imajlar yükseliyor. Müthiş bir döngü içinde her gün başka bir kavram çıkıyor ve “in” oluyor.

Bauhaus’u kendi düzeni içinde unutulmaz kılan, bu kavram karmaşasına izin vermeyen kapalı bir sistem olmasıdır. Elbette dönemin şartlarında bu, daha kolay ulaşılabilir bir hedef olmuş olabilir. Ürün odaklı çalışmanın da toplumun ihtiyaçları için gerekli olduğu düşünülebilir. Ancak günümüzde de bir anlamda “ürün odaklı” düşünmüyor muyuz? Tüm imajlar tüketmeye yönelik bir ürün değil mi? Her gün bir kavramı tüketmiyor muyuz?

Bauhaus’u günümüzde hala geçerli kılan, bu eğitim sisteminin bir anlamda “zamandan bağımsız” çalışabilir olma becerisidir. Her ne kadar 14 sene kadar kısa bir süre aktif olduysa da, sistemin kendisi bilgi, yetenek ve çalışma gibi bir bireyin kendi özünde var olabilecek her türlü karakteristiği ön plana çıkarmayı hedefleyen bir düzen olarak, diğer zamanların değişken ve kararsız akışına karşı durabilmiştir. O nedenle Bauhaus sistemi tasarım ve mimarlık eğitiminin “güvenli modu” olmaya devam eder. Tüm kavramlar dönüşmeye, hatta yok olmaya başladığında o günlerin yarattığı birlik olmak, paylaşımcı olmak, hatta geleceğe odaklı ve idealist düşünmek bir tasarımcıya istediği özgürlüğü ve özgünlüğü sunabilir.

Elbette yeni modeller üzerinde çalışmaya, tartışmaya devam edilmeli; ancak görünen o ki, kendi varoluşunu gelenekselden bağımsız tutmaya çalışan Bauhaus, daha uzun yıllar pek çok eğitimci için geleneksel ve unutulmaz bir düzen olarak devam edecek.

NOTLAR
1 Gropius, W. & Dearstyne, H. (1963), “The Bauhaus Contribution”, Journal of Architectural Education, Vol. 18 (1), s. 14-16
2 Bredendieck, H. (1962), The Legacy of the Bauhaus, Art Journal, Vol. 22 (1). s. 15-21
3 “‘Biennial Criticizes Our Current Situation, by Speculating and Creating Doubt’ Says Jan Boelen”, Berrin Chatzi Chousein'ın 4. İstanbul Tasarım Bienali’ni konu edinen 10 Ekim 2018 tarihli haberi, erişim: www.worldarchitecture.org
4 Papanek, V. (1995), “The Green Imperative”, Ecology, and Ethics in Design and Architecture, Londra: Thames & Hudson
5 Spencer, D. (2016), “The Architecture of Neoliberalism”, How Contemporary Architecture Became an Instrument of Control and Compliance, Londra: Bloomsbury
6 Koolhaas, R. & Whiting, S. (1999), “A Conversation Between Rem Koolhaas and Sarah Whiting”, Assemblage, 40, s. 36-55

Etiketler:

İlgili İçerikler: