Bir Mimar Tutuklandı

SENEM DOYDUK

23 Temmuz Pazartesi günü bir mimar tutuklandı.

Dostları, demokratik çevreler olayı haberleştirdi, kınama mesajları yayınladı, kamuoyu oluşturmak amacıyla hashtag açtılar: HalkİçinMimarlıkYapmakSuçDeğildir. Sosyal medyada yaygın bir şekilde paylaşıldı. Paylaşımların altına bazı kişiler şu soruyu sordular: Neden tutuklanmış?

Türkiye’deki gazeteciler, avukatlar, edebiyatçılar, sanatçılar, akademisyenler, siyasetçiler neden ve hangi varsayımlarla tutuklanıyorsa aynı maddeden tutuklandı: örgüt üyeliği iddiası.

Demokrat, aydın, ilerici, devrimci kişilerin yargılanma dosyalarına yaptıkları uğraşların “belgeleri” eklenerek örgüt üyesi suçlamasıyla yargılanmak üzere tutuklanıyorlar. Duruşmalarda, savunma avukatları yargılanan kişilerin neden örgüt üyesi olamayacağını teknik olarak açıklıyorlar. Açıkçası ben bir örgüt üyesi olmanın teknik ve hukuki gerekliliklerini yapılan bu savunmalar sırasında öğrenmiştim. Çünkü hakkınızda öyle bir suçlama dosyası hazırlanıyor ki “Yahu ben acaba bilgim dışında üye mi oldum ki” ya da “Üye zannedilecek bir durumda mıyım acaba ben” diye düşünmeniz olası. Ancak dediğim gibi, avukatlar savunmanızı yaptıklarında, üyelikle yakından uzaktan alakanız olmadığını anlıyorsunuz, hatta savunmada, “Bu kişi nasıl örgüt üyesi olabilir ki, şu durumlar var mı, şu davranışlar sergilenmiş mi” diye açıkladıklarında “demek örgüt üyesi olmak için bunlar gerekiyormuş” diyerek yeni bir dünya öğreniyorsunuz. Yani, bu somut veriler bulunmadan aslında örgüt üyesi olarak suçlanamamanız, hatta bu şüpheyi oluşturacak somut bulgular olmadan suçlama dosyalarının dahi açılmamış olması gerekiyor; ama mevcut durumun hiç de öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Dosyalar açılıyor ve hatta kişiler bu dosyalar üzerinden tutuklu yargılanabiliyor. Zaten pek çoğunun beraat ile sonuçlandığı bu dosyalarda esasen ceza, iddianame hazırlanıp siz ilk duruşmaya çıkıncaya kadar tutuklu geçirilen uzun süre. İlk mahkemede tahliye olsanız bile sonuçta tutuklanmış oluyorsunuz. Anlaşıldığı üzere, örgüt üyesi şüphesiyle hakkınızda dava açılabilmesi için somut belgelere ihtiyaç duyulurken tutuklu yargılanmanız için çok da kuvvetli delillere ihtiyaç olmayabiliyor. Zaten belirli bir çerçeveden değerlendirildiğinde herkes kolayca “terörist” olarak yaftalanabiliyor. Bildiğiniz gibi, silahla savaşanlar da terörist, savaş olmasın barış olsun diyen de… Yani, bu örgüt üyeliği, teröristlik durumları biraz karışabiliyor.

Biz mimarlık alanından örgüt üyeliği iddiasına doğru nasıl bir yol inşa ediliyor, o konuya dönelim; “halk için mimarlık yapmak” mottosunun nasıl örgütsel faaliyetle ilişkilendirildiği konusuna. Bunu anlatırken yargı mercilerinden önce bizlerin, yani mimarlık meslek alanında “halk için mimarlık” meselesinin nasıl algılandığına değinmek isterim. 2016 yılı içinde Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi bünyesinde Dayanışma Mimarlığı başlığı altında bir sergi, konferans ve kitap etkinlikleri serisi organizasyonu hazırlıklarına girişilmişti. Bizler de davet edilmiştik; yeni oluşmuş ve henüz sadece bir tek ulusal mimari fikir projesi yarışması organize etmiş bir mimarlık topluluğu olarak hatırlanmış olmamızdan büyük bir mutluluk duyarak coşkuyla diğer ekiplerin yanında yerimizi almıştık. Adında da geçtiği gibi, dayanışma başta olmak üzere, kent hakkı mücadeleleri, kolektif emek üretimi gibi konuların konuşulup tartışıldığı bir ortama hem katkı sunacağımızı hem de ortamdan çokça şeyler öğreneceğimizi düşünmüştük. Ocak 2017’de bir sergi açılışıyla kamuya açık ilk etkinliğini gerçekleştiren bu topluluk, bu aşamaya gelinceye kadar uzun bir hazırlık dönemi geçirdi. Birbirlerini tanımak, kendi yaklaşımlarını anlatmak ve sergi kapsamının ne içerikte olacağına hep birlikte karar vermek üzere hazırlık döneminde kerelerce toplanıldı ve tartışıldı. Bu toplantılarda kararların birlikte alınmasına ve sürecin birlikte yürütülmesine gösterilen ihtimam örnek nitelikteydi. Dayanışma Mimarlığı başlığının gerektirdiği demokratik, katılımcı ve kolektif niteliklerdeki sürecin oluşturulmasına verilen önemin çok daha fazla ön plana çıkması elbette şaşırtıcı değildi. Katılımcı gruplardan biri, sergi panosu hazırlamama kararı alıp bu kararında da bir süre ısrarcı olunca, etkinliğin yürütücüsü; “E hadi ama artık, bir sizinki kaldı, hazırlayın bir an önce!” dedi de bu kolektif karar almalı, demokratik süreç biraz bozularak sonuç ürününe doğru evrilebildi. İşte o sıklıkla tekrarlanan toplantıların birinde, ekipler kendi topluluğunun işlerini anlatırken diğer gruplardan bir katılımcı halk için mimarlık pratiğimizin gerekçeleri üzerine bize şöyle bir soru sormuştu: “Nedir bu halk halk halk? Neden halk diyorsunuz? Herkes demek istemiyorsunuz yani değil mi, neden herkes değil de halk deyip duruyorsunuz?” Bu genç öğrenci arkadaşımıza ve katıldığımız onlarca başka mimarlık ortamındaki sunumlarımızda, neden halk sınıfına karşı bir sorumluluk hissettiğimizi, yüzümüzü ve pratiğimizi neden halka yönelttiğimizi dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Yaşamak için çalışmak zorunda olan ve mimarlık mesleki hizmetine ulaşma imkanı olmayan sınıfa nasıl bir sorumluluğumuz olduğunu; bu sınıftan neler öğrendiğimizi ve onlardan nasıl beslendiğimizi anlattık.

Ancak bu açıklamalar, yoksul gruplara “gönüllü olarak” mesleki katkı yapma konusunun neden adli bir tehdit oluşturduğunu açıklamak için yeterli değil. Çünkü yoksul mahallelere ya da Anadolu’nun ırak köylerine giden, çalışmalar yapan ve hatta mimarlık üretimini gerçekleştiren pek çok grup bahsi geçen kriminal durumlara düşmüyor. Yani, köylere çoğunlukla öğrenci gruplarıyla birlikte gidilip gerçekleştirilen pratikler bu tür riskleri barındırmıyor. Akademi ya da yerel yönetimle ilişkilenen öğrenciye yönelik ve/veya profesyonel mesleki etkinliklerden kaçını organize edip, kaçına katıldığımın sayısını hatırlamama imkan yok. Bunlar da yoksul kesimlerle yapılan bir çeşit mesleki temastır; ancak bunlarla ilişkili olarak böylesi bir dava ve yargılama söz konusu olmaz. Fakat “halk için mimarlık yapıyorum” diyen bir topluluğun üyeleri habire tutuklanıp durur. Bunun çok geniş ve katmanlı açıklamaları olabilir aslında, ama temel meselenin bu yoksulluk durumuna verilen yanıtla ilgili olduğunu düşünüyorum.

Pek çok sayıda iyi niyetli grup bu bölgelere gidip, hem eğlenceli vakit geçirip hem de köylüyle kaynaşarak bilgi birikimini aktarır ve çoğu kez sonucunda da bir mimarlık ürünü ortaya koyar. Bu etkinlikler genelde “yardım” sınıfına girecek türden olup, çok iyi niyetlerle ve karşılık beklentisi olmadan gönüllülük esasına dayanarak yapılır; “ihtiyaç sahibi olan kullanıcı gruba” bir katkı sağlanır, yardım edilir. Bu tek taraflı hizmet sürecinde temas gerçekleşir, çalışma yapılır ve orada kurulan temasın süresi büyük ölçüde sonlanır. Bir sonraki dönemde bir başka yerde yeni bir ihtiyaç sahibine gidilir ve yeni bir temas kurularak yeni bir pratik gerçekleştirilir. Bu iki çalışma arasındaysa bu çalışmaların yayınları yapılır, bu çalışmalar hakkında sunumlar gerçekleşir ve işlerin daha geniş anlamda mimarlık ortamında duyurulması sağlanır.

Halk için mimarlık yapma iddiasında olan temas ise karşılıklı ve süreklidir. Bir çalışma yapılarak sonucunda mimari ürün üretmek ya da üretmemek ana hedef değildir. Bir mimari ürünün ortaya çıkması için gerekli çalışmanın yapılmasına karar verildiğinde dahi, o çalışmanın gerçekleşip gerçekleşemeyeceği (değişken şartlar ya da hesapta olmayan müdahaleler dolayısıyla) belli değildir. Fakat çalışmanın asıl hedefi de bir sonuç ürün ortaya koymaktan çok, süreç içinde öğrenilenlerin karşılıklılığının kurulmasıdır. Bu karşılıklılığın kurulabilmesi için belirlenen ihtiyacın “birlikte” yapılabilme arayışının yönlendirdiği, bunu yapma gücünün ve yolların karşılıklı aranıp araştırıldığı sürecin kendisi esastır. Bir diğer temel ayrım ise yardım türünden bir çalışmayla kurulan temasın, gidilen yerdeki köylülerin yoksulluk durumuyla ilişkilenen dönüştürücü bir hedefinin olmayışındadır. Bu hedefin olmayışı, yerel yönetim birimlerinden gelen taleplere bağlı olarak ya da doğrudan yerel yönetim birimleriyle gerçekleştirilen bir temas sonucunda gidilecek yerlerin seçilmesi noktasından başlar. Halk için mimarlık yapma pratiği ise çalışma yapılacak yerin seçimi aşamasından başlayarak, yaşayanların yoksulluğuyla doğrudan ilişkilenmeyi önceler. Süreç, doğrudan halkın öncelikli ihtiyaçlarının neler olduğu üzerinden ve bölgede yaşayanlarla birlikte kurgulanır. Tüm çalışma halkın kendi iradesiyle ihtiyaçlarını karşılama gücünün dönüştürücülüğü üzerine temellenir.

Bir sunumumuzda dinleyicilerimizden biri, her yaz gerçekleştirdikleri köy çalışmalarına köylüyü de sürece dahil etmeye çalıştıklarını (yani katılımcı mimarlık), hatta bunun için denemedikleri yol kalmadığını, köylülerin ilgilerini çekmek adına bir gazete bile çıkardıklarını, ama kimsenin bu gazeteyi okumadığını anlatıp dert yanmıştı. Köylülerin onların bu iyi niyetli çabaları karşısında ise “Bizim böyle bir tamirata ihtiyacımız olsa, zaten kendimiz yapardık, siz neden uğraşıyorsunuz ki?” dediğini anlatmıştı. Mimarların halkın yanına “bir şey üretme-inşa etme” hedefiyle gittiği zamanlarda bu tür “terslenmelerle” karşılaştıkları pek çok örneği dinler dururuz. Bu serzenişte bulunan arkadaşımıza, “oradaki varlığın mimarlık pratiğine odaklanmaması, belki de (yani orada öyle bir ihtiyaç öncelikliyse) tarlada bir iş yapılması gerektiğini” söyleyen ekibimize bu arkadaşımızın cevabı bu sefer, “O zaman da kendimizi oradan oraya tabure taşırken buluyoruz, tabure taşımaya gitmiyoruz ki biz oraya!” olmuştu. Geçtiğimiz üç yıl içinde onlarca sunum, sohbet ve çeşitli soru-cevaplarda gülümseyerek anımsadığımız bunun gibi ne çok güzel paylaşım gerçekleşti… Gönüllü bir mimarlık topluluğu halka ne için gider, halktan neler öğrenir, birlikte ya da onlarsız ama onlar için nasıl üretilir, nasıl halklaşılır gibi konularla ilgili, sayısı çok olmayan ama bizlerdeki etkisi derin olan deneyimlerimizi anlatmaya çalıştık ve umuyorum ki önümüzdeki yıllarda da bu tür buluşmaları sürdürme imkanımız olur.

Günümüzde, yoksul sınıflara “yardım” etmek için gitmek süreci ile halkla bir araya gelindiğinde nasıl bir güç olunduğunun öğrenilmesi ve öğretilmesi süreci arasında politik muhteva açısından nasıl bir fark olduğunu, halk için mimarlık yapma hedefi olan kişiler sarsıcı bir şekilde deneyimliyor. Başta sorduğumuz, mimarlık alanından örgüt üyeliği iddiasına doğru nasıl bir yol inşa edildiği sorusunun cevabı burada yatıyor galiba. Esasen, bu yargılanma süreçlerinin kendisi dahi, yine bu öğretici deneyimin bir parçası oluyor. Türkiye’nin en köklü ve en başarılı mimarlık okulunun yönetici ve hocaları mahkemelere şahitlik yapmaya gelip, mahkeme tutanaklarına geçecek bir şekilde, “Bu yapılan mimarlık pratiği suç değildir, biz de okullarımızda halk için mimarlık yapma gerekliliğini öğretiyoruz” diyebiliyor; bu cümleler savunma tanıklıklarında kayıt altına alınıyor.

23 Temmuz Pazartesi günü bir mimar tutuklandı; demokratik basın kuruluşlarının yanı sıra meslek örgütümüzden Mimarlar Odası Ankara Şubesi, hemen üç gün sonra bir kınama mesajı yayınlayarak meslektaşlarını sahiplenme örneği gösterdiler. Üyesi ve hatta delegesi olduğu Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi ise sahiplendiklerini gösterir herhangi bir eylemde henüz bulunmuş değil. Ülkedeki demokratik alanın son derece sınırlandığı bu dönemler geçecek elbette, buna hiç şüphe yok, zira daha beterleri bile geçmiş. Bu günler geçip de dönüp arkaya bakıldığında, hangi demokratik kurumlar, kimler bir şeyler yapmış ya da yapmamış, geriye bunlar kalacak.

Bir insanın başına gelebilecek en korkunç şey haksız yere tutuklanması değil, bir yakınının haksız yere tutuklanmasıymış. Tutuklanma deneyimi insana bir şeyler öğretiyor ama bir yakınının tutuklanması insana bambaşka şeyler öğretiyor, öğretiyormuş daha doğrusu. Ağırlaştırılmış müebbetle yargılandığımı öğrendiklerinde apartmanın duvarlarını titretecek kadar ağlayan ve bağıran ailemin içinde bulunduğu durumu, tutukluluk halimi bir an bile aklından çıkaramadığını söyleyen akademisyen arkadaşımın banyo yaparken “Acaba orada yıkanma imkanı oluyor mu” diye düşünüp banyoda gözlerinden yaşlar akmasını anlayamamıştım. Çok yakın arkadaşım tutuklandığında ancak anlayabildim. Bugün medyada, demokratik alanlarda, STK’larda yöneticilik yapan ve sorumluluklarını yerine getirmeyen, bir türlü yerlerinden kıpırdatılamayan insanların da bu deneyimi yaşamaları gerekiyor belki de anlamanın, öğrenmenin gerçekleşebilmesi için…

Bu köşede Eray ile karşılıklı sıklıkla irdelediğimiz, kavramların hunharca kullanımı konusundan söz ediyorum aslında yine: Dayanışma kavramının bir anlamı olduğu gibi, bu anlamın oluşması için gereksinilen pratik bir karşılık da var. Dayanışma pratiği gerçekleşmiyorsa bu anlam da ortadan kalkmış oluyor.

Dostum, meslektaşım, uğraşdaşım ODTÜ’lü mimar Cem Dursun, 47 gündür tutuklu...

Etiketler: