Deneyimi Algılama Biçimleri

ÇİĞDEM ASLANTAŞ

Müzeler, çoğunlukla devşirme mekanlara yerleştiriliyor, koleksiyonları ve kullanımı göz ardı ediliyor. Müzeleri ziyaret ederek sanat eserleri, mekan tasarımı ve düşündürdüklerine odaklanan Çiğdem Aslantaş, bu bağlamda Hollanda’nın ulusal müzelerinden Rijksmuseum’u yazdı.

Müzelerde, mekana dair üretmiş olduğum davranış biçimleri, mekanın iletişim tarzına bağlı olarak değişiklik gösteriyor. Mekan, otoriter bir dil kullanıyorsa bu beni bir süre bocalatıyor. Bu bocalatma durumu, zihnimin mekanla girdiği karşılıklı iktidar savaşından kaynaklanıyor. Müze kurgusunun dayatmacı tavrı, benim onu değiştirme çabalarımla çarpışıp duruyor. Eğer bu süreç benim yenilgimle sonuçlanırsa, yani kendi alanımı var edemezsem, mekanı bırakıyor ve ardından daha tanıdık olan alanlara yöneliyorum. Var olamadığım, mekanda “an”lar yaratamadığım durumlardan sonra, ancak aynı mekanı yeniden ziyaret ettiğimde detayları fark etmeye, gözlemlemeye başlayabiliyorum. Bu durum bir nevi ilk karşılaşmada oluşturduğum, olumsuz da olsa, zihinsel izlerin var olması ile ilişkili. Çünkü en azından mekan için zihnimde üretmiş olduğum bir önceki iz, daha bilindiklik hissi yaratıyor ki bu da benim mekandaki edilgenliğimi azaltıyor. Mekan kurgusunun ve müze senaryosunun tam tersine çevrilmiş olduğu durumlarda ise farklı tutumlar sergiliyorum. Eğer tasarım kurgusu, alan ile bedenim arasındaki iletişimi dengede tutabiliyorsa bu durum kendiliğinden değişiyor. Yani beni pasif bir izleyiciden, bilgiyi alan konumundan aktif etkileşim içerisinde olan, hiyerarşik olmayan karşılıklı bir diyalog konumuna taşıyorsa orada var olabiliyorum.

rijksmuseum cephesi, john lewis marshall
rijksmuseum cephesi, fotoğraf: john lewis marshall
aydınlatma ile karşıtlık yaratan geniş cam çatı, fotoğraflar: erik smits
yapının içerisindeki zaman farklılıkları - müze kafeteryası, fotoğraf: erik smiths
yapının içerisindeki zaman farklılıkları - müze kafeteryası, fotoğraf: erik smiths
yapı içindeki aydınlatma elemanları ve müze , fotoğraf: vincent mentzel
mermer kaplama ve salon, fotoğraf: erik smiths

Rijksmuseum da bu iletişimi hiyerarşik bir çizgide tutmayı tercih eden müzelerden. Ziyaretçiye yukarıdan bakan bir tavrı var. Bünyesinde sergilediği eserleri benimle paylaşmak için değil de kendi üstünlüğünü hissettirmek için oradaymış gibi. Müze, bir tanrıça edasıyla durup seyredilmeyi bekliyor. Zamanın heykeltıraşlığına rağmen tüm ihtişamı ile dimdik duruyor. Heybetiyle benden önce var olduğunu ve benden sonra da orada olmaya devam edeceğini fısıldıyor. Aslında bana, onu seyretmek için çaba harcamış binlerce kişiden biri olduğumu hissettiriyor. Bu bakış açısı sadece mimarinin kendisine ait olmakla kalmıyor, aynı zamanda eserlerin sergileme kurgusunda da kendini gösteriyor. Rijksmuseum’un ziyaretçi ile kurduğu diyalog seyredilmenin ötesine geçmiyor, bireyle hemzemin olmama gayreti tekrar tekrar deneyimleniyor.

Binanın rönesans ve gotik öğelerini bir arada barındıran cephesi ile ilk karşılaşmam görkemli bir selamlama niteliğinde. Aslında bu bir selamdan ziyade bir seremoni havası taşıyor. Kemerli yapının akustiği sayesinde, etrafa yayılan müzik eşliğinde, ara alandan geçerek giriş kapısına ulaşıyorum. Bu ara mekan, birazdan inceleyeceğim eserlerin önemini artırıyor sanki. Kemerlerin tekrarlı kullanımı derinlik etkisini güçlendirdiği için perspektif etkisi daha da artıyor. Böylece bu derin boşluk etkisinin üzerimdeki psikolojik ağırlığı da fazlalaşıyor.

Giriş kapısından geçtikten sonra, kırmızı tuğla ile örülü duvarlarının dışında, neredeyse tamamı mermerle kaplanmış bir alanla karşılaşıyorum. Yüksek tavan, mekan içerisinde kaybolmuşluk/yok olmuşluk hissini yaratıyor. Tavandan sarkan iç içe geçmiş devasa strüktürlerin altına gömülmüş, görece oldukça küçük aydınlatmaların bir aradalığı ilginç bir tezatlık oluşturuyor. Bu ilginçlik yalnızca boyutsal farklılıktan değil, aynı zamanda ışık miktarından da kaynaklanıyor: geniş cam çatıdan gelen gün ışığının cömertliğine karşı yapay aydınlatmanın cılız ışığı.

Müze kafeteryası ve dükkanı, yapının içerisindeki zaman farklılıkları arasındaki geçiş alanları gibi. Müze girişinde bu alanlarla karşılaşmak, içerideki zamansal farklılığa sert bir girişi önlemek gibiyken, çıkışta tekrar buradan geçmek de, içinde yaşadığım gerçekliğe daha yumuşak bir geri dönüş yapmak gibi. 800 yıl öncesinin tarihini deneyimlemenin ardından, dışarıdaki zamana yeniden adapte olmadan önce ara zaman alanları görevi görüyor bir nevi. Tarihin durağanlığı ve değişmezliği ile güncelin yani sürekli değişken olanın arasında bulunuyor. Banko dahil her yerin aynı mermer ile kaplanmış olması, yatayda uzanan kesintisiz bir çizgi oluşturuyor, sessiz ama güçlü bir his uyandırıyor. Çok fazla şey anlatma çabasında olmayan tüm yapıların yarattığı his gibi.

Müzenin birinci katında, Hollanda’nın altın çağına ait sanat eserlerinin yanı sıra, dönemin aristokrat yaşam tarzına dair gündelik nesneler de sergileniyor. Ancak birçok müzedekine benzer iletişim biçimiyle burada da karşılaşıyorum. Ziyaretçinin hareket eden bir göz olarak farz edilip, müze senaryosunun bu doğrultuda kurgulanması durumu… Bu beni bütünsel olarak müzeyi deneyimleme şansından yoksun bırakıyor. Bir süre sonra eserleri incelemeye olan konsantrasyonumu kaybediyorum. Halbuki kurgulanacak daha etkili bir eylemsel yaklaşım ile müze deneyimi çok daha etkin hale gelebilir. Bu yaklaşım müzeye dair kalıcı bir bellek oluşturmama da engel oluyor. Çünkü mekana dair güçlü anılar yaratmak için gerekli veriler zihnime ulaşmamış oluyor. Böylece aynı anda ateşlenecek nöronların arasında farklı birliktelikler de yakalanamıyor. Sonucunda da mekan ile kendim arasında etkili bir duygu yaratamamam nedeniyle kalıcı bir bağ kurulamıyor.

Müzenin en çok ziyaretçi çeken ve belki de herkes gibi görmeyi en çok beklediğim alanı Rembrandt’ın “Gece Devriyesi” bölümü. Bu alanda mimarinin göz alıcı dekoratif öğelerini tuhaf bir şekilde geride bırakıyorum. Bu durumun eserlerin güçlü etkisinden mi, yoksa iyi düşünülmüş bir kurgu nedeniyle mi gerçekleştiğine karar veremiyorum. Alan yatayda uzayan geniş sadeliği ile müzenin diğer alanlarından sonra ulaşılan bir vaha niteliğinde. Üzerinde Rembrandt eserlerinin sergilendiği mavi geniş üniteler, mimariden gelen tüm sesleri susturacak kadar güçlü bir etkiye sahip. İlginç bir şekilde mekan içerisinde açılan bir solucan deliğinden sanki başka bir mekan ve zamana geçmiş olduğum hissine kapılıyorum. Tüm dekoratif işlemeleri görmeme ve aynı mimari çatının altında olduğumu bilmeme rağmen mekanın yaşattığı his birden dinginlikle birleşiyor. Bu durumun en önemli kahramanı elbette ki Rembrandt tabloları. Eserlerdeki dinamik figürlerin dramatik ışık ve gölgelerle birlikteliği, beni bir anda bulunduğum mekandan koparıp kendi zaman-mekan girdabına sokuyor. Böylece mekan, birden geri planda kalıyor. Bir nevi iki boyutlu dinamizm ile üç boyutlu hareketliliğin çarpışması gibi.

Her müze ziyaretimin, zihnimi yeni bir konu ile meşgul ederek sonlanmasını umarım. Rijksmuseum’un sorgulattığı en önemli nokta ise “deneyimlemenin” algılanış biçimi ve onun üzerinden üretilmiş çözümlemeler oldu. Bu doğrultuda baktığımda Rijks’in müze kurgusunun tek yönlü bir bakış açısı çerçevesinde tasarlanmış olduğunu düşünüyorum. Temel olarak insan deneyimi, bütüncül bir yaklaşımdan soyutlanarak, görme duyusu çerçevesine indirgenmiş. Bu nedenle müze senaryosunun, zihinsel süreç aşamalarının da dahil edilerek oluşturulmasının “mekan deneyimini” daha etkili hale gelebileceğine inanıyorum.

Etiketler:

İlgili İçerikler: