Etki-Tepki

HÜLYA ERTAŞ

Epey bir süredir sanatın kentleri dönüştürücü özelliği üzerine fikirler ve kuramlar üretilmekte. Bunların bir kısmı soylulaştırma kavramı etrafında geliştirildi, bir kısmı ise kamusal alanda sanatın varlığı üzerine. Yani daha çok sanatın kente nasıl etkidiği konuşuldu. Oysa bu, her ilişki gibi karşılıklı ve diğer birçok şeyin yanı sıra kentler sanatsal üretimin biçimlenişine de etkiyorlar. Kenti konu edinen işler ona nasıl davranıyor, kullanıp bir şeyleştiriyor mu, yoksa kenti anlamamız için yeni perspektifler mi sunuyor? Peki ya kentsel mekan üretim pratikleri, sanatı içselleştiriyor mu, ötekileştiriyor mu? Karşılıklı olarak bu iki alanın da birbirini etkilediği, sürekli bir itiş kakış halinde oldukları ya da isterseniz daha yumuşak bir dille, sarkaç gibi gidip geldikleri aşikar. Bu etki-tepki ortamından verimli bir tartışma üretmek için Ahmet Doğu İpek, Can Altay, Merve Ünsal ve Sinan Logie ile bir araya gelip yukarıdaki tüm soruları ve gelecekte sanatsal üretim ile kent ilişkisinin izleyebileceği yeni rotaları konuştuk.

HE
HE


Kente odaklanan sanat işlerinde bir artış var. Son beş yılda sanki üretilen işlerin bir kısmı daha mimari ya da kentsel öğelere odaklanıyor. Bugün bu dosya toplantısının ana çıkış noktasını da bunun nedenlerini anlamak oluşturuyor. Belki hep böyleydi de bugüne baktığım için ben öyle düşünüyorum ya da gerçekten durum bu.

CA
CA


Ben bu gözleme biraz soru işaretiyle yaklaşıyorum. Belki İstanbul bağlamında doğru olabilir ama dünyayı düşününce öyle değil. Dünya, 15 yıl önce kentsel bağlam, kamusal mekan tartışıyordu ve o zamana kıyasla bugün kent tartışması çok az. Dünyada güncel sanatın içinde zamanla dönüşen birtakım eğilimler var. Sözünü ettiğim o 15 yıl önceki kentsel tartışmaların ardından dünya, daha teatral sahnelemelere yöneldi. Bugünlerde de, Merve daha iyi gözlemler bunu ama bir yanda daha obje odaklı ontolojiler, diğer yanda işe yararlılık meselesini devreye sokmaya çalışan daha küçük bir grup var. Mesela Van Abbemuseum gibi kurumlar, programlarını işe yarar sanata ve demodernizasyona yöneltmiş vaziyette. Bu işe yarar sanat, kente ve toplumsal durumlara müdahale edecek ya da katkıda bulunacak bir çeşit sanat üretimini ifade ediyor. Ancak İstanbul’a baktığımızda, nicelik olarak artışın sebebi; trend ya da modadan ziyade gerek İstanbul gerekse de Türkiye için -kanayan pek çok diğer yaranın yanı sıra- gerçek meselelerden biri olan kentteki dönüşüm, inşaat sektörü. Herkesin yaşadığı ortam, sürekli taarruz altında. İyi niyetle yaklaşmak istiyorum ben bu soruya ve bu kadar kentsel bağlamda, bir anlamda da mimarlıkla ilişkili dürtülürken insanlar, ister istemez bunun sanatta mesele ve konu olması kaçınılmaz geliyor bana. Biraz naif yaklaşıyorum belki ama iyi niyetle bakacak olursak bu bir toplumsal gerçek. Özellikle İstanbul’da ciddi kentsel travma var.

ADİ
ADİ


Bu konu, iki farklı türde ele alınıyor bence. Birincisi bunu bir problem olarak ele alıp çözmek ya da onu anlamak adına daha çok soru üretmek. İkincisi ise, bunu bir tür sanat objesine dönüştürüp göstermek. Birincisi konusunda ben de senin kadar iyimserim ve yapıcı buluyorum ama ikincisine dair, üreten de biri olarak kafam karışık. Bu biraz şuna da benziyor: 1970’lerde Bauhaus sonrası, özellikle Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar'ın varlığıyla birlikte kamusal alanda kente yapıcı dokunuşları olan birçok iş yapıldı. Hatta yapının mimarıyla birlikte çalışılıp üretilmiş işler de var. İMÇ iyi bir örnek bu konuda. Bu her ne kadar yapıyı güzelleştirme gibi görünse de orayı “daha yaşanılır bir yer” kılma niyeti ve sanatçıların aktif katılımı açısından kıymetli buluyorum. Şu anki duruma baktığımızda evet, nerdeyse hiçbirimizin değil mimarlarla çalışmak, dahil olabileceğimiz açık kapılar bile yok. Dolayısıyla sadece bir izleyici gibi, maruz kalınan duruma bakıp onun üzerinden ya bir fikir geliştiriyor ya da iş üretiyoruz. Katılıyorum, bence İstanbul’da, şu an hele kentte yaşayan birileri olarak, daha büyük bir problemimiz yok gibi. Ayrıca kadrajımız kent, doğada yaşamıyoruz. Ben de tuvalimi alıp doğaya çıkıp resim yapmak isterdim. Niye bu kadar kent üzerine? Başka manzara yok çünkü.

“Gerek İstanbul gerekse de Türkiye için gerçek meselelerden biri kentteki dönüşüm, inşaat sektörü. İster istemez bunun sanatta mesele olması kaçınılmaz.”

CAN ALTAY

SL
SL


Bir Türk sanat tarihi uzmanı değilim ama geçtiğimiz yıllarda politik gündem öne gelir, kent meselesi ikinci planda kalırken birden politik olanla kentsel olan çakışınca, kent gerçekten bir politik araç haline dönüşünce bu, daha sıcak bir mesele oldu. Avrupa’da hala kent, kamusallık konusunda tartışmalar var ama bunları mimarlar sahiplendi, hatta bir sürü sergi üretiyor, kitaplar üretiyorlar bu konuyla ilgili. Oysa Türkiye’de, mimarların çoğu zaman, inşaat sektörüne hizmet etmek dışında pek olanakları kalmıyor diyebiliriz. Oradaki boşluğu sanatçıların sahiplenmesi gerekmiş de olabilir.

HE
HE


Bence, Sinan’ın sözünü ettiği kentsel olan ile politik olanın üst üste çakışması en net Gezi’de açığa çıktı. Bunun etkisiyle de -büyük ihtimal her şeyi yanlış söyleyeceğim ama- sanatın bir karşı duruş misyonu olduğuna dair genel bir kanı da oluştu.

CA
CA


Var zaten ve bence kesinlikle şart.


Katılıyorum ama Hülya’nın sorusuna da ithafen bu durumun böyle hafif eğreti gözükmesinin nedeni sanatın o karşı duruşu sergileyememesi belki de. Eğer sanatla gerçek örtüşüyor, sanat bir yaraya dokunuyor ya da doğru söz söyleyebilir olsaydı, “Kent üzerine neden sanat yapılıyor?” sorusunu belki sormazdın. Yakın zamanda gördüğüm bir örnek vereceğim, Ayşe Erkmen’in Dirimart’taki sergisinden. Mekanı zaten görmüşsünüzdür Dolapdere’de, soylulaştırma par excellence bir yer. Kendisi konuşmasında da bahsetti bundan, “Burada iş yapmak çok sorunlu” diyerek. Sergi çok güzel ama bir ses işi var ki Dolapdere’deki sergi alanına giderkenki dükkan isimleri soyutlanarak, tanınmaz hale getirilerek kullanılıyor. Caddeden inerken tamircilerin arasından geçiyor olmamızla açıkladı Ayşe Erkmen bunu. Bu, bir jest olarak kalıyor ve çok eğreti duruyor bence. Bunun gibi işleri çok görüyoruz. “Dolapdere’de sergi yaparken etrafa bakmasam olmaz” dedi, kesinlikle, ben de iş yapsam orada aynısını düşünürüm, haklı. Ama ne noktada? Tamircilerin isimlerini zikrediyoruz sadece. Yakın zamandan olduğu ve Ayşe Erkmen bize kamusal alanda yaptığı işlerle örnek olduğu için bu örneği verdim. İstanbul’da ne zaman eğreti duruyor, ne zaman durmuyor sanatçıların yaptığı şeyler? O yüzden sorun belki de sanat tam da söz söyleyemediği için öyle görünüyor.

CA
CA


Ya da kuvvetli bir ifade bulamadığı için.


Evet ve bienal ya da sanat galerilerindeki sergiler ya da galerilerin bulundukları mahalleyle ilişkilerinin üzerine konuşamıyoruz. Tophane’deki saldırılardan bahsediyoruz ama sanat galerileri oraya neden gitti, nasıl gitti, ilişki kurdular mı mahalleyle, bunların üzerine konuşmuyoruz. Bu asla, hiçbir zaman şiddeti geçerli kılmaz ama daha kapsamlı bir şekilde konuşsak ve sanat şehirle ilişkili düşünülse o karşı duruş daha rahat sergilenebilir.

“Bir noktadan sonra sanattan da aktivizm umuyoruz gibime geliyor. Orada kifayetsiz kalıyor çünkü sanat, söyleyeceğini söylüyor ve kaçıyor, devamını getirmiyor.”

AHMET DOĞU İPEK

HE
HE

Belki bu estetizasyonu da konuşmak gerekiyor aslında. Ayşe Erkmen’in yaptığı da kısmen o. Kenti üzerinde çalışılacak bir konu olarak ele alıp, onu görselleştiriyor, videolaştırıyor yani “bir şeyleştiriyor” sonuçta. Estetize etmeden ele alıp gene de bir iş üretmek mümkün mü? Ya da bu estetizasyonun zaten sanatın içine çok gömülü olduğunu ve bundan kaçınmanın mümkün olmadığını mı düşünmemiz gerekiyor?

CA
CA


Bunu tartışırken nasıl olması gerektiğine dair ölçüt verecek bir aparat yok elimizde. Merve’nin yorumladığı gibi, çıkan üretimi yorumlayacak, değerlendirecek, onu konumlandıracak okuma üretimi ya da eleştirisi topal kaldığı için böyle oluyor da olabilir. Sayısal artışın nedenlerini aramaya dair girişe binaen “tutuyor” gibi görününce, bu sefer herkes yapıyor, yaptıkça da işi boşalmaya başlıyor; senin reaksiyonun da muhtemelen öyle bir şeye. O eleştirinin topallığını çok uzun zamandır konuşuyoruz. Ben sanatla uğraşmaya başladığımdan beri, bildim bileli bu konu konuşuluyor ve tam da çözebilmiş değiliz. Bence M-est o açıdan çok iyi bir üretim alanı ama marjinal olduğunu biliyoruz hepimiz.

Öte yandan Ayşe Erkmen’in o ses işini görmedim, boş bir jest de olabilir bilmiyorum ama sırf karşı tez uğruna söylüyorum; o atölyelerin hiçbiri kalmayacak beş-on yıl sonra. Nesneleştirme konusunda neye işaret ettiğinizi anlıyorum ama bir şekilde kayda geçmiş de oluyor. Sanat zürriyet (posterity) ile ilgili, bugün yaptığımız her şeyin geleceğe kayıt düşmek gibi bir işlevi de var. Dolayısıyla o kayıt belki 10-15 yıl sonra anlamlı olacak, Dolapdere’den aşağı yürüyüş, artık yok olmuş atölyelerin çetelesinin tutulmuş olması mühim olacak.

ADİ
ADİ


Sanatla aktivizm nerede ayrılıyor? Biz sanattan değil de daha çok siyasal bir aktivizmden bahsediyoruz sanki. Korhan Gümüş’lerin 90’larda yaptığı Tarlabaşı direnişleri gibi… Bu bir sanat değil, sanat olsun diye de yapılmıyor, bir ihtiyaç. Birilerinin bir şey demesi gerekiyor, bir problem işaret ediliyor. Bir noktadan sonra sanattan da bu aktivizmi umuyoruz gibime geliyor. Orada kifayetsiz kalıyor çünkü sanat, söyleyeceğini söylüyor ve kaçıyor, devamını getirmiyor.

CA
CA


Ama sanatın işlevi o zaten. Estetize ediyor diye eleştiriyoruz ama bu aslında içini boşaltıyor anlamına gelmiyor, zaman zaman katlanılır kılıyor anlamına gelebilir. Estetize etmesi problemli ama sonuçta form da oldukça önemli estetik bir üretim, sanatın bütünü düşünüldüğünde. Tabi estetik bir üretim, form ve içeriği olan bir görsellik ya da söz üretiyor nihayetinde, dolayısıyla aktivizm olarak görmüyorum ben. En azından benim bahsettiğim şey aktivizmden çok uzak. Bir şeyi işaret etmekten söz ediyorum, tıpkı bir sinema filmi ya da bir edebiyat eserinin yaptığı şekilde. Türkiye’yi düşünürsek, Türkiye’de aslında felsefe geleneği olmadığı için 20. yüzyıl boyunca bütün düşünce edebiyat alanında üretilmiş. Dolayısıyla sanatı da edebiyat gibi bir düşünce üretim alanı olarak görmek istiyorum şahsen. Bu illa edebiyat gibi sözlerle olmak zorunda değil ama birtakım estetik ürünler üzerinden olmak durumunda. Ürünlerin zayıflığı, doluluğu boşluğu tabi ki bir tartışma. Ama sadece o üretim patladı diye ona eleştirel yaklaşmak, kendi içinde sadece “çoğaldı ve iç boşaltıldı” demek, biraz eksik kalıyor.

“Avrupa’da kentsel tartışmaları mimarlar sahiplendi; Türkiye’deyse mimarların çoğunlukla inşaat sektörüne hizmet etmek dışında pek olanakları yok.”

SİNAN LOGİE

HE
HE


Ben çoğalmasının içi boşalmış olduğu anlamına geldiğinden tam emin değilim, öyle bir şey söyleyecek kadar bilgim de yok. Genel olarak ilişkilenmeyi anlamaya çalışıyorum. Mesela Serkan Taycan’ın Cevahir Meydanı fotoğrafı. Çok güzel bir fotoğraf ama orası berbat bir yer, içinde olmayı tercih etmediğim bir alan. Bu, bana çok tuhaf geliyor genel olarak. Dışarıdan bakan ve İstanbul’u bilmeyen birisi için “İstanbul’un ne güzel meydanları var” algısını yaratabilir o fotoğraf serisi, tam da tersini yapmak isterken.


Orada şöyle bir bağlam da var, bahsetmek önemli: Tabanlıoğlu’nun Venedik Mimarlık Bienali’ne yaptığı işe istinaden fotoğrafçıların seçilmesi, aslında kaybolan bir şehri kaydetmek ama bir taraftan da o kaybolmaya çok feci bir katkıda bulunan birinin bunu yapması gibi durumlar var ortada. Ve bence Serkan’ın geri çekilmesi gereken durumda geri çekilmemesi, makineden elini çekememesi var. Bu, fotoğrafta ve fotoğrafla ilişkili güncel sanat üretiminin tam merkezinde olan bir şey. Kanal İstanbul rotasında çektiği fotoğraflarda da mesela bu var; neden fotoğrafını çekiyorsun? O yürüyüşün kendisi bir tecrübe aslında, bizi yürütmesi güzel olan. Orada objeleştirmeye geri dönüyor. Jest nerede önemli? Sanatçı ne noktada aktivizm ya da bilgi üretime katkıda bulunabilir? Biz o yürüyüşte ortak olmuştuk bilgi üretimine mesela. Çok etkili bir jestti, performatifti. Ama mesele bir meydan fotoğrafına geldiğinde “Bakın İstanbul ne güzel değişti” gibi korkunç problemli bir söylemin parçası oldu.

CA
CA


Orada Tabanlıoğlu’nun favori meydanlarının fotoğraflanması gibi sipariş bir işten bahsediyoruz, öyle bir alt metni var. Her zaman inisiyatif kişinin kendisinden gelmeyebilir, bir diyalogdan da bir iş türeyebilir ve o, kuvvetli de olabilir. Dediğin gibi fotoğraflardan bazıları gerçekten çarpıcı ama nihayetinde bir sipariş iş. Tabanlıoğlu “Ben şu şu meydanların olmasını istiyorum” diyor, Serkan da çekiyor.


Bir de vince erişimi var o sırada. Hatırlıyorum, İKSV çok uğraştı, vinçler ayarlandı o yüksek pozisyon için. Bugün bu masa etrafında oturan herhangi birimizin sanatçı olarak o vince erişimimiz yok. Şehirdeki aktörleri de belirlemek lazım bu anlamda. Şehir var, belediyeler var farklı şekillerde iktidarla ilişkisi olan, sermaye var ve bunlarla ilişkili olan kurumlar var. Her sanatçı her şeyi her zaman yapamıyor ve bu maddiyatla değil, tamamen söylemle ilgili. Tabanlıoğlu o vinci oraya koymasa ve o izni almasa o fotoğraf çekilemez. Ve o perspektif benim sahip olabileceğim bir perspektif değil. Nasıl havaalanının yakınından insansız hava aracı (drone) geçemiyor şimdi, ben istesem de o fotoğrafı çekemem. Kim, fotoğrafı ne şekilde çekmene izin veriyor veya sanatı ne şekilde üretmeye kimler erişim izni veriyor? AKM’nin fotoğrafını çekemiyoruz hiçbirimiz ama Tabanlıoğlu ile iş yapsan çekebilirsin belki. İçeri de girersin, oradan da çok güzel bilgi üretmiş oluruz, kaynağını kaydetmiş oluruz gelecek kuşaklar için vs. Ama kim kimin için neyi kaydedebiliyor?

SL
SL


Tarihte sanatın iktidardan ya da sermayeden kopamaması da kronik bir hastalık diyebiliriz. Arada sırada Facteur Cheval gibi bir uzaylı çıkıyor ve bütün ömrü boyunca, köyünde, naif bir başyapıt üretiyor.

ADİ
ADİ


Bence güncel sanatın da kendisiyle çelişmesinin ya da günümüzde çıkan işlerin kafamızda dev bir soru işareti üretmesinin sebebi bu. Sanatçılar bunun tam tersi konumlanarak neredeyse anarşist bir tavırla sermayeyi ve iktidarı hedefe alıp çok ağır söylemde bulunuyorlar. Biraz kapalı kapılar arkasında herkes barışık oysa. Eskiden herkes barışıktı, ortaçağa gidersek, sanatçı sermayedarın yanında görünmek için can atıyordu. Şimdi tuhaf olan şu: Herkes muhalif, herkes neredeyse anarşist ama değil aslında.


Daha belki genelden, bienaller ve kurumlar ilişkisi üzerine konuşabiliriz. Çünkü bir tarafta sanatçıların kendi kararları var. Bana birisi “Çık oraya, fotoğraf çek” dese ben de çekerdim herhalde merak ettiğim için. Çünkü sanatçının özünde merak var, bu yapılan işleri eleştirmek ve bunları söylemek çok kolay. Her zaman yaptığımızın dönüştürücü olduğunu, yıkıcı (subversive) olduğunu, mevcut akışın altına çomak soktuğunu düşünüyoruz ama onun olup olmadığına tarih ve insanlar karar veriyor. Orada hepimiz iyi niyet içerisinde, iyimserlikle yapıyoruz yaptığımızı ama belki hem bienaller hem de kurumlar üzerinden sermaye-iktidar ilişkisi farklı şekilde vuku buluyor. Belki de bu meselenin gözümüze batması, dediğin gibi Gezi sonrası ve Fulya Erdemci’nin küratörü olduğu 13. Bienal’in iç mekana çekilmesi ama işlerin çoğunluğunun şehir üzerine olması ve Tarlabaşı’nda yapılan işler nedeniyle olabilir. Tarlabaşı sakinleri belki daha iyi bilgi verebilir, nasıl, ne şekilde müzakere edildi insanlarla? Oda Projesi var 1990’lardan beri şehirle ve sakinleriyle ilişkili çalışan. Ama bienallere dönecek olursak ana soru şu olmalı: Şehir kukla edildi mi edilmedi mi, bienalde ve sonrasında? Carolyn Christov-Bakargiev’in küratörü olduğu 14. Bienal’de, tüm şehre yayılma iddiası taşınıp da tüm işlerin bir saatlik bir çeper içinde kalması ilginç. Kimse şehre yayılıp da Başakşehir’de iş yapmıyor. Bütün şehir Adalar-Tophane aksında kalıyor.

ADİ
ADİ


Fulya Erdemci’nin yaptığı bir önceki bienalden benim en çok aklımda kalan işlerden biri Halil Altındere’nin Sulukule ile yaptığıydı. Yine aynı noktaya geleceğiz orada, hakikaten herhangi birimizin hava aracı (drone) yok, büyük bir prodüksiyonla film çekmek için. Ama ortaya bir Sulukule güzellemesi çıkmıştı onu kabul edelim. Biraz Serkan’ınkine benziyordu; iyi imkanlar, iyi prodüksiyon, iyi ekiple birlikte, tam da Gezi sonrası bir şey diyecekken demeyip bir tür jestüel güzelleme ortaya çıktı. Bir de daha önce bienal içinde çalışmadım tam olarak, iletişimde bağlar nasıl oluyor bilmiyorum. Ama şunu görüyorum: Bir konu var, gerçekten bunu birileri mi seçiyor? Üç dört kişi aynı mekanda aynı konuyu işleyebiliyor. Köpeklerin terk edildiği Hayırsız Ada gibi, işler çok güzel tamam ama garip bir şekilde nasıl oluyor da aynı konu seçiliyor? Zamanın ruhu ile mi alakalı?

“Sanat kenti süje olarak alıyor, onunla bir müzakeresi var ama bir taraftan da faydası dokunmuyor mu ya da hakikaten zarar verdiği örnekler de var mı?”

MERVE ÜNSAL

CA
CA


Ama küratöryel kurgu öyle zaten. Küratör karar veriyor ona.

ADİ
ADİ


Ama işin çekileceği yere ya da konuya da karar vermiyor tabi.

CA
CA


Mevcut işleri bir araya getirme gibi bir yöntem seçilmiş ya da birtakım projelerin üretilmesi istenmiş de olabilir.

ADİ
ADİ


Bu şuna benziyor: İki sene önceden iyi bir örnek vardı Venezüella’daki Torre David. Bütün sanatçılar oraya üşüştü “A bir şey bulduk!” diye. Fikirtepe’de direnen gecekondu da öyleydi, en az dört-beş iş gördüm onunla ilgili “Hadi bir şey bulduk, belgeleyelim”. Bir şeyden medet ummak garip; bir açık ya da zaaftan medet umup onu nesneleştirmek garip geliyor bana.

HE
HE


Ama az önce söylenen siyasal aktivizmle sanat arasındaki gerilim yapıyor bunu tam da. Sen aslında işe yaramak istiyorsun, kendi üretim alanın içinde bir şeyleri değiştirip dönüştürmek istiyorsun ama bunu nasıl yapacağını bilmediğin için bunlar oluyor. Fikirtepe’ye gidip o evi çeken insanın “Şu fotoğrafı çekeyim de köşeyi döneyim” gibi bir niyetle değil, daha çok bir işe yarama umuduyla hareket ettiğini düşünüyorum.

ADİ
ADİ


Ben de öyle umuyorum ama yine de birkaç soru işareti var.


Ahmet sen şehirle çalışıyorsun, işlerinde onu nasıl müzakere ediyorsun? Sende bir takıntı var ve onu bu kadar net görmek bana iyi geliyor. Bir güzellemeden çok, bir takıntının sonucu gibi ortaya çıkan işler. Zaten sanatçılar takıntılarını kabul ederse rahatlayacağız.

SL
SL


Bir tarafta bir dönemin belgelerini kaydetme takıntısı, öte yandan da kişisel duygularımız ve öbür insanların da paylaştığını düşündüğümüz duygularımızı çerçevelere yerleştirip okunur hale getirmek gibi bir tür görevimiz var. Bu da bir tür “aktivizm”. Ama bence aktivistler sanatçılardan daha cesur bu son yıllarda.

ADİ
ADİ


Kent ve kent üzerine düşünmek, üretmekse içine dahil etmek durumundayız aktivizmi.

CA
CA


Kırmızı çizgin ne o zaman? Gerçek yaşamdan güncel bir olay ya da durumla doğrudan ilişkiye girmek ya da kurgusal, soyut bir şekilde ilişkiye girmek gibi bir sınır mı? Anlamak için soruyorum.

![END]!


Yok. Aslında Merve’nin sorusu önemliydi, o benim de hala cevaplayamadığım bir soru. Kent üzerine ve gerçekten bir problem üzerine düşünüyorsak sadece nesne olarak kalması ya da küçük müdahale olarak kalması ve devamının gelmemesi… Tam burada kent üzerine çalışan mimarlardan, planlamacılardan rol çalıyoruz. Problem çözmek değil de problem yaratmak adına çomak sokuyoruz gibime geliyor. Uzun vadede iyi bir şey belki ama uzun vademiz var mı, ondan emin değilim.

CA
CA


Ben işbölümüne inanıyorum. Hepimiz her şeyi yapacağız diye bir kural yok. Bence güncel sanat pratikleri yine de açık gözle bakacak mimarlara, plancılara oldukça fazla bir motivasyon, enerji verebilecek nitelikte en azından. Mesela okulda, tamamen tasarım ve mimarlık öğrencilerine yönelik, güncel sanatçıların mekan ve nesneyle nasıl ilişkilendiği üzerine ders yapıyoruz. Belki 50 öğrenciden sadece biri sanatçı olmak istiyor, o da sonra yüksek lisans yapıyor ama genel olarak onların tasarım ve mimarlık pratiklerine ve öğretilerine alternatif pencereler açılıyor ve başka şekilde düşünmelerine olanak sağlayan bir üretim alanı olarak oradan beslendiklerini gözlemliyorum. En azından benim ümidim o yönde; neredeyse yedi-sekiz yıldır veriyorum aynı dersi ve işlediğini de düşünüyorum. O zaman kentsel, mimari üretime ve hatta ürün tasarımına kadar düşünme biçimleri de biraz dönüşüyor. Ki biraz başa dönersek sanatın bir işlevi varsa, o da bu: Toplumsal ya da senin yaptığın icraata, mesleğe dair bir dönüşüme katkıda bulunması. Hepimiz, dolaylı olarak onun için kitap okumuyor muyuz, film seyretmiyor muyuz? Sanata böyle büyük, ulvi bir değer yüklemek adına demiyorum katiyen. Aslen o da insan icraatlarından biri, bir şekilde olagelmiş. Bir postacının yaptığı işten daha önemli değil sanatçının yaptığı iş. Ama onun da bir işlevi, işlerliği var ve yapma motivasyonu da dünyanın her yerinde farklı biçimlerde tezahür etmiş. Tabi ki bunu dikte eden anlatılar, rejimler var. O anlatılardan biri mevcut iktidar ilişkisinden kopup belki başta özerk, sonra toplumla ilişkili ve eleştirel bir sanatsal üretim olması gerekliliği anlatısı. Ben kendimi o anlatının bir parçası olarak görüyorum şahsen ve zaten o benim için verili durum. Öyle bir motivasyonum olmasaydı sanat yapmaya yönelmezdim. Tasarım okudum ama sanatı tercih etmem tam da eleştirel olabilme, söz söyleyebilme imkanını tanıyor olmasıydı. Hepimizin motivasyonu farklı elbette, benimki yegane yol değil. Sanatsal üretim muğlak bir zemin ama bu da geçerli ve neredeyse yüzyılı aşkın süredir de bir şekilde oturmuş bir anlatı. Elbette eleştirebiliriz bunu da, kutsal bir anlatı demiyorum.

![END]!


Kırmızı çizgim şurada başlıyor -şimdi böyle söyleyince varmış gibi olacak ama- eğer sanatın işlerliğini, gerekliliğini konuşuyor olsaydık bunları hiç konuşmazdık ama konumuz sanat ve gerekliliği değil de kent. Sanatçıların var olan probleme yaklaşma biçimlerini ben garipsiyorum, kendimi de garipsiyorum. Yoksa sanatın gerekliliği, önemi ve çok dolaylı olarak dokunuşunu çok kıymetli buluyorum. Başka da bir şey kalmıyor zaten geriye.


İşte kentin işine yarıyor mu sanat bir taraftan da? Kent denen, bu kadar yarası beresi olan, hepimize bazen iyi bazen kötü davranan yere faydası oluyor mu? Süje olarak alıyor, onunla bir müzakeresi var ama bir taraftan da faydası dokunmuyor mu ya da hakikaten zarar verdiği örnekler de var mı? Tophane örneğinde olduğu gibi ya da belki bienalin yaptığı gibi bazılarında izleyiciyi ve herkesi daha da dışarı itiyor. Kentin dokusuyla doku uyuşmazlığı mı var sanatın? Ya da doku uyuşabiliyor mu bazen gerçekten kentle ilgili çalıştığında?

CA
CA


O coğrafyayla da ilişkili, kaçınılmaz olarak bir doku uyuşmazlığı var. İthal ikame bir üretimden bahsediyoruz. Opera ve bale ne kadar doku uyuşmazlığı yaşıyorsa, belki güncel sanat daha az yaşıyor ama yine de yaşıyor. Nihayetinde Batı'da üretildiği ve kurgulandığı şekliyle sanatı ödünç alıp kullanıyoruz; hepimizin bunu kabul etmesi lazım. Dolayısıyla o coğrafi uyuşmama bence kaçınılmaz. Tophane örneğinde ise herkesin meseleyi soylulaştırma üzerinden okuyup esas toplumsal gerilimi ve kutuplaşmayı göz ardı ettiği kanısındayım. Orada sadece dışlanmaya, emlak değerinin artmasına vs. tepkiden ziyade en genel tabiriyle yaşam tarzlarının kutuplaşması ve çatışması gibi çok gerçek bir mesele de var. Mini etek ve alkol olmasa belki de hiç böyle bir tepki olmayacaktı, hatta çok sert bir şekilde soylulaştırılabilirdi orası. Dolayısıyla “sosyal bilimciler”in Tophane okumasını çok problemli buluyorum çünkü orada çok ciddi bir toplumsal kutuplaşmanın aslında yüze vurduğunu ıskaladılar bence.

HE
HE


Yani oraya sanat galerisi değil, banka gitseydi ve mini etek, alkol olsaydı da aynı şey olacaktı diyorsun aslında. Sanatla ilgisi yok meselenin?

CA
CA


Banka kadar güçlü bir şeye müdahale edemezlerdi ama.


Bankanın özel güvenliği olacaktı vs. ama ben de Can’a katılıyorum. Hakikaten orada ifade özgürlüğü bir tartışma konusu ve ifade özgürlüğü hepimizin merkezinde ama bir taraftan da orada daha basit bir seviyeydi. Ama konuşma, ifade özgürlükleri başka yerlere de çekildi. Tophanenin kendi tarihini ne kadar bilerek gitti orada ilk mekan kiralayan insanlar? Sırf Beyoğlu’na yakın diye onunla aynı dokuya sahip olmayabilir. Tarlabaşı’na gitmediler; denize, ulaşıma yakın diye o bölgeye gittiler. Anladığım kadarıyla oldukça uzun süredir muhafazakar tarihi, tekkeleri vs. olan bir mahalle sonuç olarak. Tarlabaşı gibi kozmopolit değil.

![END]!


Öte yandan mesela büyük oyuncular da kentte yaptıkları icraatlardan hiçbir zaman zarar ya da tepki görmüyorlar. Büyük oyunculardan kastım bankadır, İKSV’dir, bir şekilde sermayeyle kuvvetli bir bağı olan kurumsallaşmış aktörler. Onlar kentte yaptıkları kültürel ve sanatsal faaliyetlerden çok da tepki görmüyorlar.

Bu tip icraatlarda kategorik ayrım yapmak çok zor, benim en zorlandığım şey bu. Mesela bir sokak festivali ya da kamusal alanda sanat, ineklerin farklı ressamlar tarafından boyanıp kente dağıtılmasıyla bir Hans Haacke işini aynı kategoriye koyamayız. Ama ikisi de kendisini “kamusal alanda sanat” olarak nitelendiriyor. O kategorik ayrımı yapıp, hangisinin iyi ya da kötü olduğunu söylemek çok çok zor. Edebiyat alanında da “çok satan”, pulp, içi boş, aynını tekrar eden bir “genre” romanı -ben çok severim bu arada onları, popüler üretimi açığa almak adına demiyorum- ile daha “derinlikli”, iddiası bambaşka olan romanlar, edebiyat kategorisi altında kitapçılarda yan yana satılıyor. Ama bu gerçek, onları kategorik olarak kötülememize yol açmıyor. Güncel sanatta da böyle bir durum var. Özellikle sanat dışı ya da sanatı teğet geçen ama aslında çok yakın olabilecek kesimlerde, örneğin mimarlık, kentsel tasarım ya da sosyal bilimler alanlarında çalışanlarda, genel olarak sanatsal üretime ve güncel sanata karşı kategorik bir tepki var. Bu kategorik tepki de daha ortodoks solda, “İKSV yapıyorsa, sermayenin kente müdahalesi ve dönüştürme çabasıdır” gibi çok keskin bir ret şeklinde oluyor ya da "bunu ben de yaparım”cılık veya “Gözlüğüm düştü. Ha ha bu da mı sanat?” gibi türlü türlü ötekileştirme mekanizmalarıyla ortaya çıkıyor. Tüm bunlar kategorik dışlama ya da içerlemeden geliyor. Aynı şekilde senin verdiğin örneklerde olduğu gibi içi boşaltılmış bir jesti de sadece sanat bağlamında üretildi diye değerli kılacak hiçbir şey yok bence. Ama bunu nasıl aşarız? Hele ki tüm bu “çatışmalar” kent bağlamında olurken onları nasıl birbirine nüfuz etmesine izin verecek duruma getiririz? Bunun yanıtını bilmiyorum açıkçası.


Bence etik konusu da gündeme geliyor burada. Halil Altındere’nin Sulukule işini -zaten daha evvel XXI’e yazmış olduğum için rahatlıkla söylüyorum- ahlaki olarak inanılmaz sorunlu buluyorum ve bunun bir taraftan Gezi protestosunun sembolü olarak MoMA gibi müzeler tarafından alınması ve duvar metinlerinde de Gezi’ye ithafların olması kalbime saplanan bir hançer, sanatçı olarak da insan olarak da. Batı’nın kendileri yapsalar eleştirecekleri şey, kara tenli çocuklar gelip o müzede yer buluyor, Gezi Protestosu’ndan iş alındığına dair duvar metniyle sergileniyor, sanat küratörü Hans Ulrich Obrist ile konuşmalar yapılıyor vs. Korkunç bir şeye dönüşüyor. Bir taraftan da benim şaşırdığım, sergilendiği 13. Bienal bağlamında kendisinin de işinin yer aldığı Sulukule Dayanışması’nın nasıl isyan bayrağını çekmediği. Aynı kamusal alandan üretilmiş bu iki iş nasıl olur da aynı kavramsal çerçeve içinde olabilir? Biri tokat gibiyken, diğerinde senelerdir olan bir emek var. O bienal için Sulukule Dayanışması’nın çevirilerini yaptım ve yazdıkları metinlerde hassasiyet, senelerdir sordukları sorular vs. varken bir diğeri müzik klip çekiyor.

HE
HE


Sulukule Dayanışması’nın oradaki işi, en nesneleşmemiş olandı; bir hikaye anlatımı vardı.


Aynen ve İKSV’nin orada verdiği destek, para vererek çevirisinin yapılmasıydı; hiç olmazsa iki dilli oldu. Dediğim gibi metni çok hassasiyetle yazılmıştı. Dayanışmanın, senelerdir orada kurduğu bir dil var. İyi bir örnek de Tarlabaşı’ndaki Pasaj mesela, onların köşedeki büfeyle olan ilişkileri ve dayanışmaları, bir şekilde orada mahallenin ilgisini kazanmış olmaları… Çünkü yine çok basit bir yerden yapıyorlar, çocukları da çağırıp çalışıyorlar. Belki sanatsal anlamda tarifsiz (obscure) işler ortaya çıkıyor ama çocuklar her zaman kapıyı çalıp girebiliyor. Çocuklar geldiği için anne babalar da orayı kabul ediyor ve çocukların okuldan sonraki etkinlik yeri olarak görev görüyor. Kahire’de Townhouse da aynı şeyi yapıyor. Muhafazakar mahallelerde ya da birebir sanatla doku uyuşması olmayan mahallelerde ilişki kurma yöntemleri var ama tabi yapmak isteyenler için.

CA
CA


Oda Projesi de tam bunu yapıyordu.

ADİ
ADİ


Deminki Tophane konusunda, iyi yapan-yapmayan durumunda, Depo’yu atlamayalım. Ne zaman gitsem oradaki çocuklar içeride, atölyeler yapılıyor onlarla. Karşılıklı bir şey yaptıkları bir buluşma noktaları var. Pasaj da iyi bir örnek, Oda da öyleydi. Senin burada olman da önemli bu konuda. “Park: Bir İhtimal” işini ben görmedim, burada değildim ama kitabı okudum. Hem tasarım, hem kamusal alan var işin içinde. Bir sanatçının bir küratör olarak, her şey olarak yaptığı bir iş ve çok erken bir zamanda, 2010’da. Küçük bir Gezi gibiymiş. Tüm bu konuştuklarımız üzerine iyi bir örnek, hem dokunuş hem de söylem anlamında.

CA
CA


Gezi ilişkisini kuranlar oldu evet, özellikle parkı yeniden düşünebilmek ve kullanmak üzerinden. Her müdahale gibi bir anlamda şiddet içeriyordu ama onun sorumluluğunu almak bence önemli. Elbette imkanım vardı. Bütçesi, organizasyon desteği vs. vardı, inisiyatifle ortaya çıkan bir iş değildi ama nasıl bir form alacağı, ne olması gerektiği, bir parka müdahalenin ne anlama geldiği sorgusu ön plandaydı. Parktaki heykeller için ayrılmış bütçeyi gasp etme gibi bir boyutu da vardı. Dolayısıyla onu nasıl lehimize çeviririz ve tam da kamusal ya da kentsel bağlamda bir sanat üretimi neye benzeyebilir? Nihayetinde bir kent mobilyası, oyun parkı arasında bir şey oldu. Ceren Oykut’un iki tane şeffaf panoda çizimleri vardı. Nils Norman’ın “Kamusal Çalışma ve Oyun Alanı Heykeli İstanbul” adlı yapısı vardı. Onun yanında bizim daha geçici, her türlü park sakininin sesinin duyulmasına odaklanan ses kayıtlarımız vardı. Orada konaklayan adamdan kuşyemcisine, kestirme yol olarak kullanıp konferansa koşturan kadından köpek gezdiricisine, bir yığın park sakininin parkla ilgili görüşlerini kaydettiğimiz ve kulaklıklarla, küçük mp3 oynatıcılarla dolaşıma sokmaya çalıştığımız bir işti. Bir de tabi Sinek Sekiz ile yaptığımız kent bostanı vardı. Bostan tartışması aslında çok köklü bir gelenek ama gündemde değildi o zamanlar. Bu da o sırada her yerde olan biten dinamikler, benim için parkın da bir modernist ithalat ürünü olması ve de çok güzel pedikürlü bir yeşil alandan, dokunulmaz bir yerden bir üretim alanına nasıl çevrilebileceği sorusundan çıkmıştı. “Park: Bir İhtimal”, katmanları olan bir işti. Tabi ki yine de ayrıcalıklı bir durumdu ama ben onunla barışığım açıkçası. Çünkü o ayrıcalığı nasıl kullandığın ya da ne yaptığın önemli diye düşünüyorum. Yapabilecekken yapmayı da önemsiyorum, bunu tamamen fırsatçı bir tavır olarak da görmüyorum. Ama bir yandan da fırsatçı tabi; bir bütçe, parka erişim var, Parklar Bahçeler Müdürlüğü izin vermiş… Gezi’den çok farklı o açıdan, siyasi bir işgal durumu yok. Öte yandan da “bir ihtimal” meselesi benim için önemliydi. Parkı, kamusal mekanı ya da kent mekanını başka türlü düşünebiliriz. Bunun adının sanat mı, tasarım mı, mimarlık mı olduğunu başlarda önemsiyorduk belki çünkü o disipliner alanları sorguluyorduk. O disipliner alanlarla bağımı hafiflettikçe rahatladım. Bunun adının ne olduğunun çok da önemi yok. Ben bu motivasyonla yaptım ama onu bir kentsel tasarım projesi olarak ele almak da aynı şekilde mümkün bence. İlla demin bahsettiğim kategorilerle ve otorite alanlarının içinde düşünmek zorunda değiliz.

HE
HE


Sanat çok doğrudan satılabilir bir formata dönüştürülmeye çalışıldığında belki sorun başlıyordur. Mesela senin yaptığın satılabilir değil. Oda Projesi’nin döneminde yaptığı, Pasaj’ın, Depo’nun yapıyor olduğu şu an, satılabilir değil. Performans, atölye vs. gibi üretimin kendisine odaklı olan ve nihayetinde satılabilir olması amacıyla değil de sadece sürecin kendisi amacıyla kurulan ilişkiler, en azından şehri sadece bir nesne olarak ele alıp, yutup, tükürüp devam etmeyen süreçler mi oluyor acaba?


Kendim de performans yapan biri olarak söylüyorum bunu: Bazen daha uçucu diye ya da satmıyorum objeyi vs. diye kendini rahatlatıyorsun ama orada da yine oldukça yüklü bir kültürel sermaye kazanıyoruz aslında. Farklı çevrelerde ve durumlarda onu meşrulaştırma hali var. O nedenle bir iş satılamasa bile aynı sorunsallar mevcut. Öbüründe sadece daha kolay belki; bir obje üretilip kendi piyasası dahilinde bir edere denk getiriliyor. Onu kötülemek daha kolay ama öbüründe kültürel sermaye kazanımında -belgesel, performans ya da atölyeler olsun- ayrı bir sorunsal da baki, etik olarak. Halil’inki belki fazla kolay oldu müzeye satmış olduğu için. Ama esasen jestin kendisinde de sorun olabiliyor, ne kadar uçucu olursa olsun.

CA
CA


Belki ürünleşmede, sömürü ya da fırsatçılık gibi, Ahmet’in dediği gibi bir şeyin sırtından, ben buradan yürürüm hissi oluşması bizi rahatsız ediyor. Ben iyimser bakıyorum herkesin üretimine, buna Halil’inki de dahil ki o bir müzik videosu aslında, her izleyene de bir şekilde tesir eden, dokunan bir video klip, kuvvetli bir iş. Tabi oryantalist motivasyonlar her zaman var müzelerin alt metinlerinde ama zayıf bir video olsa, o kadar da dolaşıma çıkamazdı. Nesneleşme-nesneleşmeme, satılma-satılmama hikayesinden ben de çok emin değilim. Postacıdan daha önemli değil dedim az önce ama bir yandan da postacı nasıl maaşını alıyorsa sanatçının da para kazanmasında prensip olarak hiçbir sorun yok. Son bir-iki yıldır ufak tefek, “satılan” birkaç iş yaptım ama ondan önceki 10-12 yılım çeşitli kurumları, müzeleri, çalıştığım her yeri, bir sanatçı ödeneği olması gerektiğine ikna etme savaşıyla geçti ki buna dünya çapındaki kurumlar da dahil. Bunun olması gerekiyor çünkü emek harcıyorsun ve şu andaki sistemde onun karşılığı olması lazım, bundan doğal bir şey yok. “Para almıyorum, gönüllüyüm, fedakarım” diyenlerin çoğu aslında şunu diyorlar: “Varlıklıyım ve ihtiyacım yok”. Bu da bir gerçek. Dolayısıyla sanatçı mutlaka emeğinin karşılığını almalı ve o emek asla hafife alınmamalı, postacınınki nasıl alınamıyorsa. Satmak da bunun bir başka yolu ve satmak nesneleştirmeye, içini boşaltmaya, sömürüye daha yatkın olabilir çünkü bir şey çok satıyorsa oradan yürüyeyim diye bir motivasyon olabilir, o da kapitalizmin sanatçılar üzerindeki etkisi.

HE
HE


Nasıl samimi bir ilişki kurulabilir şehirle? Çünkü kimin neye erişimi olduğu ayrı bir sorun. İKSV gibi bir kurum, kurumsallaştıkça daha mı özgür, yoksa daha mı tutsak şehre müdahalede? Birçok iş için belediye ile sabah akşam görüşüyorsanız, o karşı duruşu zaten barındıramıyor olabilirsiniz. Şehir de politik olarak çok karmaşık bir yapılanma olduğu için her bir tercihin altında en az üç-beş anlam katmanı var.

CA
CA


Buna dair geleneksel okuma, 1990’larda İstanbul’un “küresel şehir” olma projesi üzerine. Kültürel ayağın İKSV üzerinden yürütülmesiyle, sinema ve müzik festivalleri, bienal vs. ile İstanbul, küresel ağın bir parçası haline getirilmek istendi. Kurumun bunu net bir biçimde başardığını düşünüyorum. Ama bu başarı sorgulanabilir, o ölçütler zincirinde.

SL
SL


İKSV ayağı bizim aşina olduğumuz bir ayağı ama Haliç’in tepesine çıkınca Topkapı’ya ve oradan Marmara Denizi’ne doğru, bambaşka bir kültür dünyası var bizim hiç gitmediğimiz. Panorama 1453 müzesi, Feshane vs. aslında bizim gibi beyaz Türk’ten bozma elitin kullandığı sanatın dışında inanılmaz büyük bir kültürel alan. Belki İKSV’ninkinden daha ön planda ve daha çok kişinin gezdiği yerler bunlar. Panorama 1453, Türkiye’de en çok gezilen müze şu anda.

CA
CA


Şunu söylemek lazım, onun küresel ağla hiçbir alakası yok. O bilakis son kültür şurasında gündeme gelen yerli, milli kültür projesinin ürünü.

SL
SL


Endonezya’dan gelen turist Panorama 1453’e gidiyordur ama bienali gezmiyordur bence.

CA
CA


Bu da başka bir küresel ağ diyorsun. Doğru, ben hep Batı diye düşündüm.

ADİ
ADİ


Bir de şöyle bir şey var: İKSV bir vakıf ve bir tür inisiyatif büyük ölçekte. Ama bahsettiğiniz diğer bütün kurumlar ya belediye ya da Kültür Bakanlığı tarafından kurulmuş devlet kurumları aslında. Böyle bir ayrım da var.

CA
CA


İKSV’den bahsederken 1990’lar dememin sebebi, onun bir 90’lar projesi olması, o zamanın gerektirdiği serbest sermaye dolaşımı. İstanbul Borsası bile, yanılmıyorsam 80’lerin sonu 90’ların başında küresel piyasaya açılıyor. Dolayısıyla bütün bunlar çok yeni. Bir STK olması, devletten bağımsız bir organ olması da yine o “küreselleşme” pratiklerinin bir uzantısı ve örneği. Tabii bugünün kültür rejimine ve kültür savaşlarına baktığımızda olay hayli farklı; biz bunu burada tartışıyoruz ama Sinan’ın dediği çok doğru, bugün başka bir kültür savaşı var önümüzde. Ve hepimizin tabi olduğu rejimin dayatmaya başladığı ve bence daha da kuvvetle dayatacak olduğu başka bir kültürel üretim alanı ve mekanizmasının bir şekilde hükümran olup olamayacağının savaşı olacak gibi.


Kültür Şurası’nın açılış konuşmasının deşifre metni var cumhurbaşkanlığının web sitesinde, çok enteresan bir metin bence çünkü çok net bir şekilde, şunu söylüyor reis: “Şimdi sıra kültüre geldi”. Şehir belki fethedildi, Tarlabaşı’ndan Taksim Meydanı’na kadar bir sürü şey oldu. Bundan sonraki adım bir kültür tarihi yazılması, kurumlarla birlikte bunun tamamlanması. Burada sanatın ve sanatçıların kendini nasıl konumlandıracağı önem kazanıyor. Gittikçe küçük ölçeğe çekiliyoruz ama bunun doğruluğundan emin değilim. Çok rahat geliyor 5533’te, Pasaj’da, evin üst katında ya da gizli yerlerde 10 kişilik izleyici kitleleriyle konuşmalarımızı yapmak ama bir taraftan belki de orta ölçekli kurumlara destek vermemiz ya da bunları oluşturmamız lazım. Garanti ve Koç desteklediği için Salt ve İKSV’de bir şeyler yapmak çok garantili ama orta katmanı oluşturamadık, oluşturmalıyız.

![END]!


Rönesans’ta Floransa’da Mediciler de harika ve temiz insanlar değildi. Ama onlar olmasaydı o başyapıtlar günümüze ulaşmayacaktı. Deminki sanatçının bıçak sırtındaki pozisyonu söz konusu, postacı gibiyiz.


Eleştirel olarak en azından bu konuları konuşabileceğimiz mecraların olması gerekli. Aslında hiçbirimiz içimizden gelen bazı şeyleri söylemiyoruz çünkü yarın öbür gün Tabanlıoğlu bana da bir projeyle gelebilir. Mecralar ve imkanlar kısıtlı olduğu için de bazı şeyleri açık açık konuşmuyoruz. En azından o sanatçıyı karşına alıp “Bunu yaptın ama belki de şöyle şeyler düşünmeliydin” diyebilsek herkes rahatlayacak.

SL
SL


Evet, mimarlık dünyasındaki gibi camia içinde eleştiri yoksunluğu, “Onun projesini kötülemeyeyim çünkü o da benimkini kötüler” tavrı sanki sanat alanında da var ama sanat alanında birbirimize girmeye daha eğilimliyiz.

CA
CA


Bunun sonucunda bu kadar husumet olmayacağını bilsek, ne ala! Çünkü demin dediğim gibi o çok ciddi kültür savaşı geliyorsa ki geliyor, sıkı bir dayanışmaya ihtiyaç var. Bugünün anarşistlerinin ve solcularının en büyük sorununun fraksiyonların birbirleriyle didişmesi olduğu gibi, sanat camiası içinde de buna benzer şeyler yaşanması çok muhtemel. Çok kolay husumetler, klikler oluşuveriyor.

Karşıt zeminlerde, karşındakini acıtacak şekilde söyleyip onu gözden çıkardığın ve karşılığında gözden çıkarıldığın ortamlarda linç kültürü çok rahat oluşuyor. Her yerde böyle olabilir ama bence bu coğrafyada daha hızlı ve kolay. Tam bir uyum içinde yaşayalım demiyorum, bence çatışma çok besleyici ancak bunun keskin bir husumete dönüşmeden yapılabileceği, eleştiriyi içeren bir ekoloji yaratmak da sıkı bir proje olurdu.


İyi işler ve iyi durumlar olursa hepimiz kazançlı çıkarız. Kötü bir iş gördüğünde onun dalga etkisini hepimiz birlikte yaşıyoruz. Kötü bir örnek olacak ama 2000’lerde özellikle yabancı sanatçıların geldiği dönemde, Tarlabaşı’yla ilgili çok iş yapıldıktan sonra Tarlabaşı sakinlerinin çoğu, tipinden sanatçı olduğunu çıkarıyorsa seninle konuşmayacak hale gelmişti, haklı olarak. Hayatlarının değişeceğini söylerken “Bakın sizinle ilgili bir film yapacağım, bu filmin sonunda iyi sonuçlar çıkacak” diye söz verirken sonuçlarını çok iyi düşünmek lazım. Karşılığında hayatlarında herhangi bir değişiklik olmayınca tabi ki kepenkler kapanıyor. “Hadi hep beraber gidelim Tarlabaşı’ndaki durumu düzeltelim” demiyorum ama o ekosistemin içinde yaşadığımızın, yaptığımız her şeyin hem sanatçılar hem de ona dahil olanlar için bir sonucu olduğunun bilincinde olmak gerekiyor.

CA
CA


O sorumluluğu almak gerekiyor.


Evet, mesela bence 5533’ün İMÇ’de 10 senedir kalabilmesinin en büyük nedeni hiçbir zaman etraftaki esnafı rahatsız edecek bir şey yapmamış olmaları. Bu kendini sansürlüyorsun mu demektir? Evet, ama öte yandan orada yaşayabilmelerini sağlıyor bu. Kimse kıyafetlerini çıkarmıyor evet, kıyafetlerin çıkarıldığını sanat da çok önemli ama orada yapılmıyor.

Ben son projede, bir performans işine hayır dedim. “Ben buranın hayatta kalmasını senin o işi burada gerçekleştirmenden daha önemli buluyorum” da dedim. Çünkü bir şekilde bu sorumluluğu alıyorum, Nancy Atakan ve Volkan Aslan değil, bu yorumu ben yaptım. “Tepkiyle karşılaşabilir, gerek yok, ifade özgürlüğüne evet ama burada ve şu anda değil” dedim. O insan da anlayışla karşıladı zaten, çarmıha da gerebilirdi beni işini sansürlediğim, izin vermediğim için. Orada öncelik sırası var, onların mekan olarak hayatta kalması daha önemli.

HE
HE


Bir yandan devlet eliyle gelen kültürün kendine şehirde seçtiği yerler, Topkapı vs. ve diğer yandan bildiğimiz kendi kültür rotamız, bunlar hiçbir zaman çakışmayacak mı dersiniz? Hep böyle ikilik mi oluşturacak?

CA
CA


Şöyle çakışacak bence: Merve’nin dediği sıra gelme durumu, buraya da sıra gelecek. Beyoğlu sembolik değeri olan bir yer bütün kesimler için. Dolayısıyla buraya gelecek ama şu anda sanki başka bir yerde palazlanıyor. Burası belki eğlence sektörü açısından sekteye uğradı, uğratıldı ama kültürel hayat açısından henüz uğratılmadı.

HE
HE


Türkiye’de hiç sanat üzerinden soylulaşan mahalle, yer biliyor muyuz?

SL
SL


İstanbul Modern’in çevresi ilk örneği. Dolapdere de son zamanlarda yoğunlaşmaya başlıyor. Müzenin inşaatı var, Dirimart geldi ve Gaia Galeri var. Benim gibi sanatçılar da var, atölyesi olan.


Sanatçıların atölyeleri için makul fiyatlı (affordable) olması sebebiyle yer tercih etmeleri, kurumların bu kararı vermesinden daha caiz.

SL
SL


Tabi, bir de müze mekanlarının büyük metrekarelere ihtiyacı var ve gidip Levent’te 800 milyon liralık araziyi almayacak vakıf için. Son yıllarda, Avrupa’daki akademik araştırmalarda da sanatın ve sanatçı atölyelerinin kentin dönüşümündeki olumsuz soylulaştırma etkisinden bahsediliyor ama bence orada yanlış bir hedef gösterme durumu da var. Sonuçta bütün o kurumların kente olumlu katkısını da düşünürsen, asıl suçlunun Maslak’ta ya da Kuzey Ormanları’nda kemirmekte olduğunu unutup Tophane ya da Dolapdere’deki küçük kırıntılara dönüp bakmanın çok faydası olduğunu düşünmüyorum. Benzer şekilde bir kent kuramcısı belki 5533’ü bile eleştirir, o bakış açısıyla düşünmeye başladığında. Belki bahsedebileceğimiz bir şey de, eskiden –belki ben idealize ediyorum ama- sanatçılar ve mimarlar birbirilerini daha fazla besliyorlardı; mimarlık sanattan ilham alıyordu ya da tersi de oldu. Ama son yıllarda mimarlar sanatçıların hedefi haline dönüştü. Mimarlığın sadece küresel sermayeye hizmet alanına dönüştüğü andan itibaren ne mimarlık sanattan ilham alıyor ne de sanat mimarlıktan.

CA
CA


Öyle mi gerçekten?

SL
SL


Benim algım bu yönde, konuşabiliriz bunu.

ADİ
ADİ


En belirgin izleyebildiğimiz proje Darzana projesiydi, Haliç Port meselesi; oranın dönüşümünün baş aktörlerinin sanat nesnesini Venedik’te ve İstanbul Modern’de gösteriyor olması.

CA
CA


İstanbul Modern için konuşursak, o bina aslında bir antrepo binasıydı ve 2003’te benim de katıldığım bienal için elden geçirildi. Çıkış rampası, bienalin sergi mimarının yaptığı müdahaleydi. Rampanın merdivenleri ve orta çekirdekteki Monica Bonvicini’nin merdivenleri aslında bienal işlerindendi. Sonra “Burası güzel oldu, tutalım” diyerek İstanbul Modern’e dönüştürdüler 2004‘te. O, büyük bir rötarla da olsa, Galataport’un bir ayağıydı aslında. Bugün İstanbul Modern artık kapanıyor, çok daha erken olması planlanıyordu belki ya da İstanbul Modern’in Galataport’un içinde kalması planlanıyordu, bilmiyorum. Orada da yine Dolapdere’de olduğu gibi bir durum var, Dolapdere’de de galeriler sonsuza kadar kalacak mı? Bilmiyorum. Orada da büyük bir yeniden geliştirme var. Yani bu soylulaştırmadan farklı bir şey, yıkıp çok daha büyük, yeni binalar yapmak vs. Şu anda Galataport başladı, gümrük binası yıkıldı, İstanbul Modern’e giderseniz önünde toprak yığını var. İstanbul Modern de oradan çıkıyor ama geri de gelebilir Galataport’a.

HE
HE


İstanbul Modern olsa da olmasa da Galataport olmayacak mıydı? Orada gerçekten bir şeyi dönüştürdüğünden emin değilim, sadece şehrin çok ortasında çok değerli bir arazi orası bence.

![END]!


Ben zaten İstanbul Modern’in Galataport’u yarattığını söylemiyorum. Dolapdere’deki dönüşümü de Dolapdere’deki galeriler yaratmıyor. Onlar bu büyük yeniden yapılanma sürecinde piyonlar. Dirimart’ın Dolapdere’de ne kadar kalacağını ben sorguluyorum açıkçası. Kalır belki ama nihayetinde bütün Dolapdere yıkılıp yeniden yapılacak. Tabi ki her şey değişebilir, bütün inşaat sektörü patlayabilir, ekonominin nereye gittiği belli değil vs. Bunlar hep büyük öngörüler değil bence ama oradaki dönüşümün müsebbibi galeriler değil.

HE
HE


Evet ve biz İstanbul’da kültür ekonomisinin tetiklediği bir soylulaştırmayı yaşamadık bence.

CA
CA


Yani ama öyle bir şey yok ki zaten bence. Nerede var ki?

HE
HE


Londra’da, New York’ta olan bitenler mesela; bazı yerlerde kiralar düşük, sanatçılar yerleşiyor, ardından oralar kıymetleniyor vs. Biz hiç böyle bir şey yaşamadık.

CA
CA


Sanat olmasa da Galata ve Kuledibi’nde yaşadık aslında. Fiilen birebir sanat olmak zorunda değil ama kültürel faktörler tasarımcılar, modacılar vs. ile Galata, Kuledibi dönüştü. Hiç uğramadığımız yerlerdi.

HE
HE


Kuzguncuk’ta da mimarlar üzerinden oldu.

ADİ
ADİ


Aynalıçeşme de öyle, sakinleri değiştikçe arttı kiralar. Sen, ben, değişim programlarıyla yurtdışından gelen öğrenciler ile mekanlar değişmedi, insanlar değişti. Yeldeğirmeni de benzer şekilde, küçük ölçekli bir örnek ama oluyor mu oluyor.

HE
HE


Şehir, etik üzerinden konuştuktan sonra, müşterek olarak kente bakmayı düşünüyorum da acaba birtakım kavramlar aktarılabilir mi? Sanatta etik, müştereklik vs. Postacıda olmayan ama mimarlıkta ve sanatta mevcut bir durum var: Bu işin bir ekonomisi olduğu göz ardı edilerek sanki herkes bu işi gönüllüymüş gibi yapıyor. Böyle olunca da, gerçeklikten uzak, simülatif bir şey konuşuluyor, onun içinde üretiliyor sanki. O yüzden belki şeffaflık, etik, müştereklik gibi meselelerin dahil olması mı gerekiyor acaba? Kent ve sanat bir araya gelince olmuyordur da belki bir şeyler daha aşılamak gerekiyordur bu ilişkiye?

CA
CA

Bu, haklı bir eleştiri ve gözlem. Bunu onamak için söylemiyorum katiyen ama bütün dünyada, en şeffaf olmayan ekonomi sanat ekonomisi. Elbette buna pazarı, piyasası da dahil. Kurumlarda ise çok farklı modeller var; Kuzey Amerika, Güney Amerika, Avrupa, Asya… hepsi birbirinden çok farklı kurumsal yapılar arz ediyor. Bu kurumların yapılanması ve ilişkiler ağı şeffaf değil ve farklı dinamikleri var. Örneğin biliyoruz ki çoğu müzenin mütevelli heyetindeki koleksiyonerler de kendi yatırım yaptıkları sanatçıların müzede olması için çaba sarf ediyor. Her zaman sermayeyle girift bir ilişkisi var, her zaman iktidarla girift ve aslında bağımlı bir ilişkisi var.

Bu, tam olarak kendi paradoksu ve bunun nasıl çözülebileceğine dair açıkçası bir önerim yok ama bunu dile getirmek önemli olsa gerek. Müşterekler meselesine gelince şu anda bir politik alternatif olarak en azından bir ufuk önermeye çalışıyor ve bence heyecan verici boyutları var. Müştereklerin kentsel bağlamda sanat üretimine ve sanatın kentle ilişkisine enjekte edilmesi bence çok mümkün aslında. Ama bunu bir şekilde kurucu bir yapıyı da yaratıcı olarak üreterek gerçekleştirmek lazım. Biz çoğu zaman ya süreçle ya da sonuç ürünle fazla ilgileniyoruz ama onu mümkün kılacak yapılara çok da enerjimizi harcamıyoruz sanatçılar olarak. O kurucu ve bağlamı oturtacak yapıya da zihinsel yatırım yapmak gerekiyor. Bu illa sanat işi olmak zorunda değil, sanat işinden bağımsız bir nevi örgütlenme ya da bir nevi yapısallaşmadan bahsediyorum. Aksi takdirde şu anki gibi bizler mevcut modeller içinde, yer yer parazitik, yer yer mutlu mesut bir varoluş sergiliyoruz.


Vatandaşlık, bugün benim aklımda hep yankılanan mesele. Sanatçı nasıl bir vatandaş olabilir ya da vatandaş nasıl bir sanatçı olabilir? Etik de daha açımlanabilir gibi geliyor o zaman. Biz kendimizi vatandaşlık kavramı üzerinden şehirle nasıl konumlandırıyoruz ve o şehirliliği nasıl benimseyebiliyoruz? Bazı şeyleri açımlayabilecek bir konu bence bu ve sanat hakikaten yasal olan ve düzenlenmeyen tek piyasa.

SL
SL


Bazı gümrük alanlarında dev antrepolar inşa edildi son yıllarda. 80 milyonluk bir konteyner alıyorsun, senin için gümrük alanlarında sanat eserlerini saklıyorlar, hiç vergi ödemiyorsun. Vergiden muaf alanlarda uyuyan milyar dolarlık sanat mekanları var.

ADİ
ADİ


Evrimin, tarihin attığı bir adımın bir hakikatinin olduğuna inanıyorum. Bu bizden bağımsız ya da bizim elimizde yapılan bir şey olabilir, bilmiyorum. Sürekli bir erozyona, müdahaleye uğruyor. Bu zaman sanki tam da o zaman, ağır bir müdahalenin olduğu. Şu an Yenikapı’da yapılan Etnospor Festivali nereden çıktı? Neden şimdi ve neden Yenikapı’da yapılıyor? Matrix filminde Zion’ların işgali gibi. Tamam, bu biraz zor, bununla mücadele etmek zor ve ben o yüzden aktivizm örneğini veriyorum. Yoksa ben de sanatın çok dolaylı olarak ve uzun vadede yapıcı olduğunu düşünüyorum ama başka türlü bir tavır mı sergilemek gerekiyor? O konuda kafam karışık, hele ki kent ve sanatsa konu. Ama karamsar da değilim. Biraz iyimser bir yanım da var, gerçekten tarihin adım attığı bir nokta var ve bekleyip göreceğiz.

SL
SL


Türkiye, dünyadaki en çok kentleşmiş coğrafyalardan birine dönüştü. 80 yıl önce nüfusun yüzde 10’u şehirlerde yaşarken şimdi yüzde 88’i şehirlerde; dünyada en çok şehirleşmiş coğrafya neredeyse ve böyle bir coğrafyadan da kentle ilişkili işlerin çıkması oldukça doğal. Kentten esinleniyoruz ama orada bir tavır söz konusu yine. Monet’nin ve Manet’nin Sen Nehri tabloları vardır; Monet’ninki şık, romantik bir bakış açısıdır Paris’e, Manet’ninki ise Paris’in endüstriyel alanlarının tasviri. Hangisi gerçeği yansıtıyor, hangisi aktivist veya değil? Ya da hangisinin tavrı eleştirel veya değil tartışması vardır her zaman. Devrim Erbil mi eleştirel, Ahmet Doğu İpek mi? Bu tarz sorular çok açık ve bunları herhalde yüz yıl sonraki sanat tarihçileri yanıtlayacak ya da yanıtlarını belirleyecek.

Etiketler:

İlgili İçerikler: