Evim Neresi?

DİRİM DİNÇER

Çünkü farkında olmadan “hayatım” dediğimde, ister istemez “Hangi hayatım?” diye sorduğum çok sık olur. 1. Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa 2. Dünya Savaşı’ndan önceki mi, yoksa bugünkü hayatım mı? Sonra yine aynı şekilde kendimi evim derken yakalarım ve ilk anda hangisini, Bath’teki evi mi, Salzburg’daki evi mi, yoksa Viyana’daki baba evini mi kastettim bilemem.
Stefan Zweig, Dünün Dünyası

Zweig’ın ev-aidiyet sorgulamasının kaynağı, döneminin pek çok sanatçısı ve düşünürü için de paradigmaları yeniden kuracak metinler ürettirmişti. Metnin geçtiği kitap 1942’de yayınlandı; 70 yılın ardındansa bu cümleler, yeniden yıkıcı gerçeklere dönüştü ve Zweig gibi düş/kurgu becerisine sahip olmaya gerek kalmadı.

Belki de doğuştan ne olduğunu, neye benzediğini, neye karşılık gelip neyi işaret ettiğini bildiğimiz tüm kavram ve nesneler ev, yurt ya da barınak, bugün aslında oldukları halden taşıdığı izleri giderek kaybediyor; sınırlar bulanıklaşıyor, anlamlar kayboluyor, zihnimizde işlenip çıkanlar eksiliyor, baskın mekanizmaların sadece izini taşımıyor, onun bir yansıması oluyor. Mimarlık mesleğini her icra edenin istisnasız, kendine göre yeniden tanımladığı disiplinin içinde bir mücadele amacı ya da ortamı aramak da mimarlığın zihinlerden açığa çıkan temsiliyle yakından ilgili.

Ulus-devleti kuran, izole eden, ayrıştıran kavramlar, yersiz-yurtsuzlaşma ve iklim dengesi(sizliği)nin başını çektiği uzunca bir listeyle son hız baş aşağı giderken, herhangi bir kimliğin temsilinin kolaylaştırıcıları, farklı biçim ve çevrelerde kendini oluşturmaya hala devam ediyor. Mimarlık daha fazlasını değil, yapılı çevrenin fiziksel ve kültürel birikimine sahip, çizim becerisi ve yetkisi olan yaratıcılığını kullanarak odağında mekan ve kent olan sorunların çözümlerine aracılık edebilecek ve diğer disiplinlerle işbirliği kurabilecekken, kapitalizmin ve devletin boyunduruğunda kalmaya, kavramsal altyapısı çökmüş bir eklektizmle projelendirdikleri yapıları neo-klasik dokunuşlarla taçlandırmaya -şükür dünyanın bütün ecdatları mimarlık aracılığıyla yaşıyor- devam ediyor. Dünyanın bir yerinde sadece döşeme ve kolondan oluşan bir yer kiralamaya parası yetenler gün be gün tuğla duvar örüp mekanı bir ev haline getirmeye çalışırken, uluslararası buluşma ortamları Crystal Palace’taki ilk Expo’yu andırıyor.

Alejandro Aravena’nın küratörlüğünü yaptığı 15. Venedik Mimarlık Bienali’ni farklı kılan, 19. yüzyılda Eyfel Kulesi’ni inşa ettiren şovenizm ekseninde bir Expo olmaktan uzaklaştıran da -her ne kadar bienalin kavramsal olarak çok başka bir altyapısı da olsa, son yıllarda gördüğümüz kadarıyla benzer amaçlara hizmet ediyor- bir nevi hikaye anlatıcılığına soyunmaya fırsat tanıması. Bu, kişisel öykülerin bir araya geldiği bir derleme ya da elimizdekilerin en jantisinin hikayesi değil. Öte yandan ötekinin, fakirin, mağdurunki de değil; gerçi öyle olsaydı, muhtemelen daha kuvvetli alkışlar ve daha yıkıcı yergilere sahne olurdu.

Bu bir anlatı. Sergi olarak ortaya çıkmadan, basit ve müthiş etkileyici bir görüntünün girişini yaptığı bir anlatı: Bruce Chatwin’in Güney Amerika’da çektiği, ilhamını koca bir yokluğun ortasında, görece doğru araçlar kullanarak, farklı türde bir görme biçimi çabasından çok inancını, olanaklılığını hissettiren, merdivene tırmanmış bir kadının yer aldığı fotoğrafın. Bienalde bu anlatının sürekliliğini kuran da mimarlığın içinde Chatwin’in merdivenlerini arayanlardı.

Ekonomik ilişkiler ağının ve muktedir gücün doğrudan bir yansıması olan bir mesleği, kendi pratiği içinde başka türlü düşünmek mümkün mü? İsimlendirmenin girdabına girmeden, yapılması gerekene odaklanarak çözüm üretmeye çalışabilir; yapılanları kimin ürettiğinden bağımsız olarak eleştirebilir; kişisel ilişkilerin, naif araçlarla naif projeler üretmenin ötesine geçebilir miyiz? Ancak sistemin içinden üretilebilecek bozulmaları, sistemin dilini kullanmadan, yeni bir dil kurarak oluşturabilir miyiz biz, birlikte? Humanist düşünce, burada devreye giriyor. Zihindeki temsili ikonlaştırmadan, putlaştırıp kahramanlaştırmadan, nesneyi, özneyi ve diğer tüm bileşenleri bildik, tanıdık yaparken onları oldukları ve kendilerini sundukları gibi ortaya koyabilmenin yöntemlerini aramaktan geçiyor yolu. Bu bağlamda, küratörün bu çarpıcı görsel seçimiyle doğan ilhamın uzantısını oluşturan okunaklı ağın üç başrolü vardı bienalde: bir arada yaşamanın mekanı olan kent, barınma ve strüktür. Bir yere evim, bildiğim yer demek için fazlasına ihtiyaç duyulmayacak bir üçlü.

Bu üç esas, kimi yerlerde birbirinin içine karışarak, kimi zaman da birbirlerinin kurucusu olarak ortaya çıkıyor. Hazır ve nazır bekleyeni kullanır, var olandan bir dinamik türetirken kurdukları dil, sistemden ve ekonomik ilişki ağından bağımsız değil. Strüktürler farklı bir geçicilik tanımı yapıyor. Kolay inşa edilebilir olmak değil temel varlık sebepleri; sorunlara gerçek ve el altında, hali hazırda var olan araçlarla cevap üretebilme potansiyelleri. Ve bu sebeple en kayda değer yanları işi bittiğinde atılacak değil, daha kuvvetli bir sistemin temeli olacak şekilde dönüştürülebilir olmaları. Sığınmacı/mülteci sorunu beklendik şekilde salt barınma ekseninde ele alınmıyor. Konut krizi, iş imkanları ve kentin var olan sorunları üzerinden çözüm üretme çabasıyla doğumdan değil savaştan gelen yeni yaşamın kurulması için gerekli adımlar, insani yardım olmaktan çıkarılarak, bir kentli kimliği kurularak yapılıyor. Mültecilere bakarken kamp değil, kentteki potansiyel mekanlar ele alınıyor. Kullanılmayan ofis binaları, terk edilmiş konut yapıları, yapısal yenilenmeye tabi kamusal binalar… Tümü, hali hazırda birlikteliğe imkan verecek yerler olarak yeniden düşünülmeye, yeniden işlevlendirilmeye ve dönüşüme açık hale getiriliyor, Finlandiya pavyonunda sergilenen projelerde olduğu gibi. Atıl ofis binaları zeminlerini kamusal işleve, üst katlarını dairelere evirebilir; terk edilmiş konutlar geçici barınma mekanları olabilir; yenilenmek zorunda olan okul yapıları eğitime başlamadan birilerine geçici ev olup kamusallığını tersten perçinleyebilir; evinin bir odasını sığınmacıların kullanımına açan kiracıların %25 daha ucuz kira vermeleriyle oluşan bir sistem desteklenebilirken airbnb’ye kamplarının ilanını “Suriyeli bir sığınmacının hayatını deneyimlemek için gerçek bir fırsat. AB siyasetçileri sığınmacılar hakkında konuşurken, siz benzersiz bir sığınmacı deneyimi yaşayabilirsiniz. Çadırlar, odunun üzerinde yemek pişirme, 41 derece sıcak, inanılmaz temizlik koşulları, dost canlısı akrepler, kırılan hayaller ve hatta susuzluk” yazarak koyan sığınmacılar, tüm kentliler için üretilmiş bir mobil uygulamada (Finlandiya Pavyonu, SocietyLab projesi) hak ettikleri insani yaşam standartlarını karşılayan bir konut bulma imkanına sahip olabilir, mi?

hindistan, geçici mega kent, kumbh mela için rahul mehrotra,felipe vera,
hindistan’daki geçici mega kent kumbh mela için rahul mehrotra ve felipe vera’nın önerisi, fotoğraf: felipe vera
finlandiya pavyonu, fotoğraf: francesco galli

Kentte atıl kalmış alan yoksa o da sorun değil. Sonuçta boş arka avlular ne işe yarıyor? In My Back Yard projesi, her avluda kullanıcısı, avlunun sahibi ve girişimcisiyle birlikte üretilmiş yapılardan oluşan bir mahalleden oluşabilecek bir gelecek için umut vadediyor. Kent ise tüm bunları bir arada tutan öğe oluyor. Geçici mekanı yeniden tanımlarken kırsal/kent içi/tekil/bir arada örnekler olarak ayıramıyoruz. Çünkü her bir öneri kentleşmenin var olan biçimini sorgulayarak yeni bir form öngörüyor: ancak birlikte, işbirliği içinde kurulabilecek bir sistem. Kullanılan araçlar her ne olursa olsun kentin kullanımı, kente kimin sahip olduğu tartışmaya açılıyor. Ekonomi ve siyaset güdümünde bir çarkın dişlisi olarak gelişen kent, bir arada yaşama formu olduğunu (yeniden) hatırlıyor. Bu ağ, kaçınılmaz olarak temel teknik, etrafta hali hazırda bulunan malzeme ve birlikteliğe odaklanıyor. Hemen bulunabilecek merdivenle, sadece yeni kent değil, yeni bir yaşam formu inşa etmeye çalışıyor.

Kimi, Gabinete de Arquitectura gibi, tuğla ve keresteden üretilen kemer strüktürüyle, yapı sektörünün hızlı inşa etme tutkusunu, az zanaat ve niteliksiz sonuç ürünü döngüsünü eleştirip, kente gelişi durdurmaya çabalamanın anlamsızlığını ve malzemenin kendi tekniğini ortaya koymaya yetecek kadar işçiliği kullanarak üretmeyi işaret ediyor. Kimi de Manuel Herz’in Batı Sahra’da yaptığı gibi, yerel inşa biçimlerini kullanarak geride kalanın/bırakılanın anlamını arıyor. Mültecilerin geçici kullanımı için ikisi de geleneksel mimarinin içinde var olan çamur ve çadırı kullanıyor Herz. Batı’nın insani yardım denildiğinde ilk akla gelen öğesi olan çadır, burada gelenek ve mimari tipolojinin içinde bir malzeme olma avantajıyla tanıdık bir geçicilik; ısı dayanımlı çamur ise geleneksel yapım teknikleri için köklü ve kıymetli bir malzeme olarak, dayanıklı bir mimarlık tanımı yapıyor. İkilem mekanla iç içe geçiyor; geçicilik sona erdiğinde geride yere ait saf malzeme kalıyor. Geçicilik ve kalıcılık arasında kurulan bu birliktelik, aynı zamanda yeni ikilikleri ortaya koyuyor, kimse geçici bir durumun kalıcılaşmasını istemediği için sığınağın belli bir kırılganlığı olmalı diyerek: Yere ait yapılmış mülteci kampıyla, malzeme ve teknik üzerinden kimliği temsil etmek. Finlandiya’nın Sınırdan Eve yarışmasına katılan projeleri sergilemeyi tercih ettiği pavyonunda da strüktür üzerinden kalıcı çözümlerin acil temelini üretme arayışı göze çarpıyor. Bir Çatıyla Başlamak projesindeki beşik çatı mekanlaşarak çadırın yerini alıyor, bununla da yetinmiyor, geçici algısını tersine çevirip köklendiriyor; temelden değil, çatıdan inşa etme biçimini pratiğin içine sokuyor. Önce salt baş sokulacak bir yer tanımı yaparken, ardından bir evin çatı katına dönüşüyor. Tıpkı 2. Dünya Savaşı’ndan sonra konut ihtiyacını karşılamak için oluşturulmuş yapı tipolojisine (rintamomiestalo) benzeyerek, tarihi yıkıcı, yıpratıcı, dayatmacı bir söylemle değil; yerle, mimariyle, teknikle, yerleşik ve birlikte yaşamanın nüveleriyle tekerrür ettiriyor.

Bu bir aradalığın sağlanması için birbirinden ayrışan yöntemler var. Kimi mimarlık tarihinden bir yorum taşırken kimi de bilindik araçlara ihtiyaç duymadan çözüm öneriyor. Örneğin BeL Architects’in, amacı Güney Amerika’da 1960-70’lerden sonra hızla artan yasadışı yerleşimden doğan temel hizmetlere erişim zorluğunu ortadan kaldırmak olan, Le Corbusier’nin Domino Evi’ne benzer bir strüktür kullanarak, çok katlı ve bireysel girişimden çok kolektif üretime olanak vermeyi amaçlayan çoğalmalı mimarlıkla türeyen bir kentleşme.

Ya da bir aradalığın geçiciliğinin istisnai bir formu olarak Hindistan’da, üç hafta içinde kurulan ve muson yağmurları ve nehir sularının yükselmesiyle yok olmaya mahkum olan Hindu Festivali yerleşimi. Her seferinde yeniden inşa edilip, yeniden çözülen Kumbh Mela’nın, Ephemeral Urbanism tarafından yapılan analizlerinin öğrettiği; hızla üretilen, müşterek yaşam esaslarıyla altyapısı kurgulanmış bir yerleşimin, doğanın kurallarını görmezden gelmeden de var olabileceği. Çin’in 2030 yılı itibariyle yedi milyon insanın yaşadığı kırsal alanı kentleştirme kararı almasıyla kırsalı ve yerel mirası özgün olmanın yolu olarak ele alan çalışmalar da, kente göç ederek Ulan Batur’da çadır ve tel örgülerden kurulan geçici yerleşimlerin tanımladığı altyapısız yeni kentlerin, göçle gelen gelenekler ayrıştırılmadan ya da yıkılmadan nasıl kalıcı bir yerleşime evrilebileceklerinin araştırması.

Kullanılan malzeme ya da araç ne olursa olsun, geleceğe dönük tahayyüller kentte buluşuyor. Finlandiya’nın seçilmiş projelerinden HelsinkiKasbah gibi. 2030 yılına dek onar yıllık dilimlere böldükleri zaman; politika, ekonomi ve savaşın sonlanmasıyla ilgili öngörüleri barındırırken melez kentlerin kurulmasının kaçınılmazlığı Helsinki ve “kasbah”ın (Arapça’da medina ile paylaştığı anlamıyla “kent”) buluşmasıyla sonuçlanıyor. Göç ile ilişkisi uzun zamana dayanan Almanya’nın, acil durum mimarlığının, dünyanın geri kalanına göre oldukça da nitelikli olan veritabanını oluştururken bir yandan da kentteki izleri aramasının sebebi de onları kent yapanın göçle gelen dil ve kültürler olduğunu, bu sayede oluşan arayüzle kentin nefes almasının kolaylaştığının fark edilmiş olmasında yatıyor.

Aravena’nın kişisel becerilerinden öte bienaldeki başarısı, yaptığı çağrının bu ağın yaratıcılarının kulağına gidebilmesi ve sonucun birbirinden farklı olanları sergilenmesi değil; bir arada durabilen, birbirlerinin eksikliklerini tamamlayabilme potansiyelleri olan işlerden bir ağ oluşabilmiş olması. Mimarlığın kendi işini yaparak, malzeme ve yapım tekniği bilgisiyle üretilen geçiciliği dönüştürülmüş strüktürler, mekan ve kent kurarak çözümün ortağı olabileceğini gösterirken bunların kendi halinde alternatif ve naif çabalar olmaktan çıkıp mimarlığın somut gerçekliğine dönüşmesinin olanaksız olmadığını anlatması. Avusturya pavyonunun önünde dalgalanan “İnsanlar için Mekanlar” yazılı bir bayrağın altında, teknoloji, ekonomi, politika ve tasarımın dahil olduğu bir sistemle, kalıcılık/geçicilik ikilemini tersyüz etmiş mekan ve kentler de köklenebilir umuduyla yeni bir gerçeklik kurulabileceğinin işaretleri.

Zweig’a Almanca diliyle, sözlük anlamı “kişinin doğduğu ya da kalıcı olarak ikamet ettiği ülke ya da bölge” olan ama aslında çok daha fazlasına, “Kalbin neredeyse, evin orasıdır.” sözündeki eve yaklaşan bir anlama sahip olan bir kelimeyle dönelim: Heimat. Alman pavyonu, işte bu kelimeyi alıyor ve “ikinci” ya da “yeni” heimat’ları sorguluyor: Kendine ait olan çevresini ve evini terk eden insan, nasıl ve nerede yeniden evde olabilir? Yani “heimat” nasıl yaratılır? Belki de Zweig’ın bir evinin neresi olduğunu seçememesi, heimat’ını yitirmesi ve bir daha kuramamasından. “Heimat nasıl kurulur?” sorusu, sadece mimarlığın değil, ömrünü gün be gün tükettiğimiz dünya içinde bir arada yaşayan, yaşamak ve bunu yapabilmek için de sürekli yer değiştirmek zorunda kalan herkesin ve kendini ancak bir merdiven olarak sunarsa bir katkı koyabilecek mimarlığın da cevabına katılabileceği bir soru olarak daha da değerleniyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: