Ezber Bozan Kurgular

ÇİĞDEM ASLANTAŞ

Zamansız mekanlar olarak müzeler, pek çok kişisel deneyimin kapısını açıyor. Çiğdem Aslantaş, Red Dot Tasarım Müzesi'nin sıra dışı sergileme kurgusunu yazdı.

“İnsanoğlu içinden belirdiği hiçliği ve onu yutmuş sonsuzluğu anlamakta aynı ölçüde beceriksizdir.”
Blaise Pascal, Düşünceler
“Yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapamaz.”
Stefan Zweig, Satranç

İnsanoğlu olarak bizler, zamanı algılayabilmek için yaşamın içerisinde tekrar eden döngüler arar ve sonrasında da bunları kullanırız. Değişim gösteren durumları bir gösterge olarak kullanma pratiğimiz zamana tutunabilme ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Peki, ama neden zaman konusunda bu denli bir uğraş içerisindeyiz? Bunun sebebinin hiçlik olarak tanımladığımız durumun pençesine düşmemek olduğunu düşünüyorum. Çünkü hiçbir şeyin değişmediği bir hiçlik durumunda, sonuç olarak, zamanın geçişi konusunda bir fikrimiz olamaz. Zamanın ileriye mi yoksa geriye mi gittiğini bile fark edemeyiz. Böylece bildiğimiz manadaki zaman, anlamını yitirir. Ve bana öyle geliyor ki kendi varoluşlarımızı sıkı sıkıya bağladığımız zaman kavramını yitirirsek, ortaya çıkabilecek olan anlamsızlık durumuyla baş edemeyeceğiz. Belki de tam bu yüzden tüm gündelik uğraşlarımızı, söz konusu arada kalmış olduğumuz sonsuzluk ve hiçlik belki de sadece tek ve büyük bir hiçlik duygusunu bastırmak için yarattığımız kanaatindeyim.

Müzelerin, yaratmış olduğumuz bu gündelik uğraşlardan mekan oluşturma eylemleri arasında farklı bir yerde durduğunu düşünüyorum. Diğer mekanlardan farklı bir biçimde burada zaman, algıladığımız lineer formundan çıkıp geçmiş, gelecek ve şimdi diye ayırdığımız sınırları yok ediyormuş gibi geliyor bana. Hatta dalga geçiyor gibi. Şimdiki zaman olarak tanımladığım an kavramının kucağına geçmişi oturtuyor birden. Şimdi diye yaşamakta olduğum zaman aslında geçmiş. Ve ben geçmişi elimde tutuyor ve ondan şimdiki zaman çıkarmaya çalışıyorum. İstediğim zaman geçmişi bugüne tekrar getirebiliyorum. Ya da başka insanların geçmişi ile benim şimdilerimi çarpıştırabiliyorum.

Red Dot Müzesi, kafamdaki tüm bu zaman çarpışmalarını soyut sorular olmaktan çıkartıp, somut olarak vücut bulmalarını sağlıyor. Öncelikle yapı, içinde bulunduğu yerleşkenin -Zollverein- güçlü tarihinden oldukça besleniyor. Yerleşke, zaten kent içerisinde başlı başına bir zaman yolculuğu gibiyken, içerisindeki her bir mekan da kendi girdaplarına sahip. Dikdörtgen prizmalar halinde alana yerleştirilmiş yapılar ve kendi aralarındaki simetrik ilişkiler tuhaf bir etki yaratıyor. Çevredeki kömür madenlerinin kazan dairesi olarak tasarlanmış olan müze ise endüstriyel mimarinin görkemli örneklerinden biri. İşlevlerini yitiren ve teknolojileri değişen üretim mekanlarının yeniden okunmasının ne denli etkileyici yapılabileceğinin önemli bir örneği. İki tarafta simetrik bir biçimde yerleştirilmiş tuğla yapılar modern Alman mimarisinin etkisini fazlaca hissettiriyor. Endüstriyel olanın soğuk ve güçlü etkisi, kırmızı ateş tuğlasının sıcaklık etkisi ile biraz daha kırılıyor sanki. Bu noktada hiç beklemediğim bir etmen daha sahneye giriyor ve mimarinin endüstriyel soğukluk hissinin etkisini iyice dramatikleştiriyor: Havanın griliği.

Binanın giriş katına müze dükkan, müze kafe ve sergileme alanı yerleştirilmiş. Yapının ilk karşılaşmadaki görkeminin bu noktada yerini biraz hayal kırıklığına bıraktığını söyleyebilirim. Bu denli güçlü bir etkiden sonra çok da kurgulanmış olduğunu düşünmediğim bir alanla karşılaşıyormuşum gibi. Ancak bu durum brüt beton ve cam tırabzanlardan yapılmış merdiven ile ulaştığım sıradan bir kapıdan geçtikten sonra aniden değişiyor. İçerisi hiç beklemediğim kadar görkemli bir kurguyla karşılıyor beni. Paslı devasa kazan dairesi kanalları, tam ortada tavandan asılmış bir araba, uçak motoru pervanelerinden yapılmış kırmızı, beyaz neon aydınlatmalar ve tüm bu yapıya tezat olacak kıvrımlı kan kırmızısı bir oturma elemanı. Bu atmosfere bir de paslı yapılar arasından sızan dramatik aydınlatmalar da eklenince oldukça çarpıcı ve biraz da sarsıcı etki oluşturuyor bende. Sanki tüm bu devasa yapılar uyuyormuş da, her an tekrar çalışmaya başlayacaklarmış gibi duruyorlar. Bu karşılama bir nevi birazdan göreceğim tüm yapının özet cümlesi. Endüstriyel mimarinin modern ürün kültürü ile birlikteliği.

Müzelerin beni ziyaretçi olarak zorladığını düşündüğüm özelliklerinden biri ile Red Dot Müzesi’nde de karşılaşıyorum. Tüm sergileme senaryosu bireyi hareket eden bir göz olarak kabul edip, onun üzerinden bir deneyim inşa ediyor. Mekan içerisinde zaman zaman işitme duyusu sahneye çıksa da genellikle deneyim tek bir perspektiften yaşanıyor. Ancak bu tek yönlü bakış açısı diğer müzelerin aksine burada bambaşka bir kurguyla ziyaretçiyle buluşuyor. İlginç bir biçimde, konsantrasyon hiçbir noktada kaybedilmiyor. Sebebinin sergilenen ürünlerin zihnimde alışılagelmiş sergileme bağlamlarını alaşağı etmesi olduğunu düşünüyorum. Zihnin daha önce kodladığı haritalarla oyun oynamayı başararak güçlü bir dikkat hali yaratıyor. Dünyayı görmeye aşina olduğum görsel şablonlardan çıkarıp hatta grotesk sayılabilecek kurgular içerisinde sunuyor. Bir bebek arabasının ürkütücü sayılabilecek bir alanda sergilenmesi gibi ya da bir arabanın asılması ve aşağıdan izlenebilmesi. Bu durum bir sonraki basamakta ziyaretçiye bunun ötesini hayal ettirebiliyor; uçan bir araba ya da havada asılı duran bir yelkenliyi gördükten sonra. Belki de tasarımın kendisi başlı başına bir hayal mahsulüyken yeni hayal mahsullerini tetikleyici nitelikte olması bu durumun canlılığını artırıyor olabilir.

Red Dot Müzesi’nin üst katlarında kendimi, daha önce çok da fark etmediğim ilginç bir bakış açısıyla ürünleri incelerken buldum. Biraz önce aşağıdan baktığım ve bir anlamda büyülendiğim nesneleri bu defa yukarıdan, üst bir perspektiften görebildim. Tuhaf bir biçimde aynı nesneye bakıyor olmama rağmen zihnimin ilk başta yarattığı duygu, yukarıdan baktığımda tuhaf bir biçimde etkisini kaybediyor. Bu durum bana oldukça ilginç geliyor. Nesnenin sergilenme yüksekliği belki kendi içsel hiyerarşilerimize atfettiğimiz anlamlardan dolayı önemli bir durumdur. Belki de biraz önce aşağıdan seyrettiğim koltuk, ulaşılabilir ve kullanılabilir olduğu noktada gizemini kaybediyordur. Ulaşılamaz olanın gizemli halleridir belki buna sebep. Bilhassa ürünleri kullanabiliyor olmak düşüncelerimin tamamen değişmesine olanak sağlıyor. Üzerine oturduğum koltuğu sadece ergonomi ya da görsellik ışığında düşünmüyor aynı zamanda bulunduğu bağlam içerisinde nasıl konumlandığını sorguluyorum. Bu sergileme kurgusu ziyaretçiye nesneyi incelerken birçok bakış açısı kazandırıyor. Özellikle ürüne tek bir perspektiften yaklaşma dayatmasını ortadan kaldırıyor.

Mekanın birçok yerinde fark edilir bir biçimde eril ve dişil dengesi iyi kurgulanmış gibi. Neredeyse yüz yıl öncesinden kalma devasa maskülen endüstriyel bir yapının tam ortasında kıvrılan kan kırmızısı koltuk bu duruma ilk ciddi göndermesini yapıyor gibi. Yüksek tavan bu etkinin derecesini daha da güçlendiriyor. Buna ek olarak ortamın aydınlatması da devreye girdiğinde tüm kurgu tamamlanıyor gibi. Aynı durum yapının diğer birçok alanında da gözlemlenebiliyor. Son derece etkileyici bir duruşa sahip bir diğer alan ise tüm paslı yapıların ortasında duran pembe koltuk. Bu düzenleme karşısında da ziyaretçi kendisini sanki bir tabloyu inceler gibi, öğeleri kompozisyon değerleri açısından incelerken buluyor. Karşıdan bakıldığında üç katlı bir sergileme kurgusu tasarlanmış. Altta duran tekli oturma birimleri sanki askeri bir düzen soğukluğunda arka arkaya sıralanmış. Orta alanda tüm paslı yapının dramatik doku ve renklerinin arasında boylu boyunca uzanan pembe silindirik formlardaki oturma elemanı yer alıyor. En üst katmanda ise baş aşağı duran sandalyeler. Bu tablonun en vurucu etkisi ise hiçbir şekilde, hiçbir öğenin ön plana çıkmıyor olması. Sanki tüm kurguda her şey olması gerektiği yerde ve orası dışında bir yerde olamaz.

Bir ziyaretçi olarak Red Dot Müzesi’nin iki önemli noktayı sorgulattığını söyleyebilirim. İlki, müzede sergilenen alışılagelmiş eser algısıyla oynuyor: Sergilenen ürünler güncel ya da güncel olan eserler sergi salonunda değil de müzede sergileniyor. Diğeri ise insanoğlunun kendi elinden çıkan nesneler ve onların içerisinde bulundukları bağlamlar karşısında yaşadığı hayranlık duygusu. Sıradan bir ziyaretçiden öte, ürün tasarlama eylemine aşina biri olarak bu durum benim için daha da tuhaf bir hal aldı. Zihnimin bir tarafı, iletişime girmiş olduğum nesneler için hayranlık duygusunu yaratırken, başka bir tarafı ise bu durumu fazlasıyla tuhaf karşılıyor; nasıl olur da bu ürünler karşısında her bir süreci tanıdıkken bu denli büyülenebildiğimin cevabını bulmaya çalışıyor. Türümüze özgü bu çekicilik ve hayranlık hallerinin tuhaf bir çarpışması sanırım. Kısacası Red Dot, zihinde birçok konuda muhabbet açacak özellikte mekan ve sergileme kurgusuna sahip ezber bozan bir yapı.

Etiketler:

İlgili İçerikler: