Geçmiş ve Geleceğin Arayüzünde Umut ve Korumanın “Neden”leriyle “Nasıl”ları

ERAY ÇAYLI

Senem bu köşede geçtiğimiz ay yayınlanan yazısında mimarlık eğitimi ve üretiminde “nasıl” sorusunun fazlaca ön planda olmasını eleştiriyor ve bunun “neden” soru zarfıyla ifade edilen meselelerin ihmal edilmesine yol açtığını söylüyordu. Daha sonraysa sözü AKM’nin yıkılacak olmasına getiriyordu. Geldiğimiz noktada artık mimarlık, koruma, şehircilik gibi alanlarda çalışan meslek insanlarının, AKM gibi mimari ve tarihi belge niteliğindeki yapıların yıkım haberleri karşısında “neden koruma altına alınmaları gerektiğini” anlatmanın herhangi bir faydası olabileceğine dair umudu yitirdiğinden yakınıyordu Senem. Ve bu umutsuzluğa bakarak, benzer yıkım haberlerinin yol açtığı zararın sadece fiziksel-mimari değil aynı zamanda toplumsal-psikolojik nitelikte olduğunu savunuyordu.

Senem’in dert yandığı umutsuzluk ve olumlu karşıtı addedilen umut, bir süredir Türkiye’deki siyasi ve toplumsal gelişmelere verilen tepkileri tartışırken sıkça başvurulan kavramlar. Söz konusu kavramlara dair ufuk açıcı bir konuşmayı geçtiğimiz günlerde Londra’da dinleme fırsatı buldum. Konuşmayı yapan antropolog Ayşe Parla, mutlak umut ile mutlak umutsuzluk arasında sürekli salınır görünen toplumsal muhalefetin bu halinin bir kısır döngüye işaret ettiğini, zira günümüz Türkiye'sinde karşılaştığımız halleriyle umut ve umutsuzluğun birbirine zıt hisler olmaktan çok, politik anlamda birbirilerini besleyen olgular olarak iş gördüğünü savundu. Parla bu kısır döngünün aşılabilmesinin yollarını da tartıştı. Önerdiği çözümlerden biri umudun sadece geleceğe ve bilinmeyene yürünürken tutunulacak bir dal değil, aynı zamanda geçmişi ve bilindiği farz edileni yeniden değerlendirecek ve sorgulatacak uzun erimli bir politik-tarihsel projenin meyvesi olarak ele almaktı. Zira bir gün ulaşmayı ümit ettiğimiz gelecek senaryoları bir türlü gerçekleşmiyor ise bu muvaffakiyetsizliğin nedenleri arasında o senaryoların nüvesi olabilecek anların geçmişte çoğu kez şiddet de kullanarak bastırılmış olması da vardır. O halde geleceğimize dair umudumuzu korumanın yollarından biri de geçmişte gelişmesine izin verilmeden baskılanmış bu nüveleri yeniden canlandırmak olabilir.

Superstudio’nun “İtalyan Kent Merkezlerinin Enkazı” projesinde sel altında Floransa, 1972
Jorge Otero-Pailos, Tozun Etiği serisinde, Mussolini’nin Alumix alüminyum fabrikasını temizlerken, fotoğraf: Patrick Ciccone
Superstudio’nun Floransa’nın da bulunduğu serisinin tümü, Italia Nostra, 1972
David Gissen’in Vendome Höyüğü sergisinden, fotoğraf: Canadian Centre for Architecture (CCA)

Umudu böylesi bir tarihsel projenin ürünü olarak tahayyül etmek, sözü tekrar Senem’in geçtiğimiz ayki yazısına da konu ettiği koruma pratiklerine getirmemize olanak tanıyor. Zira koruma, toplumların geçmişleriyle yapılı çevre üzerinden ilişkiye geçmelerinin başlıca araçları arasında sayılır. Ancak ana akım yaklaşımlar korumayı genelde anıtsal addedilen binaların muhafazası ve fiziksel olarak güçlendirilmeleri olarak algılar. AKM gibi örneklerin etrafındaki tartışmaların da -Senem’in de yazısında eleştirdiği üzere- “yıkılsın mı yıkılmasın mı?” sorusuna indirgenmesi böylece gerçekleşir. Benzer tartışmalara konu olan yapıları inşa edildikleri ve tanıklık ettikleri dönemlere dair yeni bir tarihyazımının aracısı olarak ele almak ise pek tercih edilen bir yaklaşım değildir. Oysa umudu, geçmişin ve bilindiği farz edilenin temelden sorgulanmasına dayanan bir olgu olarak yeniden değerlendireceksek işe korumayı bu tür bir yaklaşımla ele alarak başlayabiliriz.

Böylesi sorgulayıcı bir yaklaşımın izini koruma alanında üretim yapan bir dizi mimarın son yıllardaki çalışmaları üzerinden sürmek mümkün. David Gissen’in “Vendome Höyüğü” başlıklı projesi bu çalışmalara verilebilecek örnekler arasında sayılabilir. Proje Paris’teki Vendome Meydanı’nın ortasına Napolyon Bonapart’ı yüceltme amacıyla 1810 yılında dikilen Vendome Sütunu’nun 1871 baharında Paris Komünü tarafından alaşağı edilmesi sürecinde inşa edilen bir nesneyi merkezine alıyor. Gissen’in Vendome Höyüğü adını verdiği söz konusu nesne, sütunun yıkımının çevredeki binalara ve meydandaki altyapıya zarar vermesini önleyecek bir tür tampon olarak inşa edilen bir toprak yığını. Gissen, Komün’ün şiddetle bastırılmasını takiben Vendome Sütunu’nun 1873’te yeniden inşa edildiği meydanda o günden bugüne 1871 baharının hatırasını yaşatacak hiçbir mekansal öğeye yer verilmemiş olduğuna dikkat çekiyor. Bu eksikliği gidermek ve özellikle de Komün’ün yaşamını sürdürebildiği kısacık süre zarfında dahi kent ve mimarlığa dair meselelerle yakından ilgilendiği gerçeğinin altını çizmek amacıyla Vendome Höyüğü’nün yeniden inşa edilmesini öneriyor. Elbette, proje -özellikle de Kanada Mimarlık Merkezi’nde (CCA), 2014 yılında gerçekleşen bir sergiye konu olduğu haliyle ele alınırsa- evvel zaman içindeki bir nesnenin diriltilmesinden çok daha fazlasını amaçlıyor. Niyet, Vendome üzerinden yazılacak tarihlerin Bonapartizm’in tiranlığı ve emperyalizminin siyasi mirası ile Baron Haussmann’ın Paris’i baştan aşağı dönüştüren kentsel müdahalelerini de içeren mimari mirasıyla sınırlı olmak zorunda olmadığını göstermek. Üstelik Gissen bunu yaparken ana akım yaklaşımlarca mimari nitelikten yoksun olduğu farz edilen türden bir nesne olan bir toprak yığınını merkeze alarak mimarlık disiplininin içine konuşmayı da hedefliyor. Bir diğer deyişle, Vendome Höyüğü, ana akım koruma pratiklerinin odağında yer alagelen ve egemenlerin tarihini anlatan anıt yapıların antitezi olan bir nesne üzerinden, radikal bir siyasi ve mimari tarihyazımının kapısını aralamaya çalışıyor.

Gissen’in “radikal yeniden-inşa” (radical reconstruction) adını verdiği yaklaşımı kadar Jorge Otero-Pailos’un “deneysel koruma” (experimental preservation) kavramıyla andığı bir dizi pratik de konumuzla yakından alakalı. Bu satırlar söz konusu pratiklerin tümüne hakkıyla değinmeye el vermese de, en azından Otero-Pailos’un kendi imzasını taşıyan “deneysel koruma” projelerinden olan 2015 tarihli Tozun Etiği’nden (The Ethics of Dust) burada bahsetmek isterim. Gissen’ın ana akım mimarlık tarihince geri plana itilmiş nesnelere duyduğu ilgiye benzer şekilde, Otero-Pailos da konvansiyonel koruma pratiklerinin görünmez kıldığı ve hatta yok ettiği toza odaklanıyor. Otero-Pailos, anıtsal addedilen yapıların ya da kopyalarının iç ve dış yüzeylerinde biriken tozları koruyarak ana akım miras politikalarını ve bu politikaların tarihi sadece insan elinden çıkma tekil nesneler üzerinden temsil etme eğilimini tartışmaya açıyor. Benzer yaklaşımlar üzerine son yıllarda kafa yoranlar arasında kuramcılar da bulunmakta. Lucia Allais’in 2011 yılında yayınladığı ve 1960’lar ve 70’lerin mimarlık kolektiflerinden Superstudio’nun “İtalyan Kent Merkezlerinin Enkazı” (Salvataggio Di Centri Storici Italiani) başlıklı projelerini “radikal koruma” olarak kuramsallaştırdığı makalesi bu anlamda anılmalı. Söz konusu proje İtalya’nın başlıca kentlerininin her birini farklı birer afet senaryosu dahilinde tahayyül ediyor. Örneğin Pisa’daki tüm binaları, nedeni bilinmez bir felaket nedeniyle bu şehirdeki meşhur kule gibi eğilmiş şekilde tasvir ediyor. Amaç, tarihin tekil anıtsal yapılar ve dahası onların tekil şekil özellikleri üzerinden temsil edilebileceği varsayımını tartışmaya açmak. Bir diğer örnek, Floransa’yı sel altında kalmış halde betimlerken Napoli kıyılarının pazarlanmasında kullanılan görsellerin meşhur ettiği bir kayığı bu sel manzarasına yerleştiriyor. Böylece ana akım koruma pratikleri ile rant odaklı turizm arasındaki göbek bağının sorgulanması hedefleniyor.

Bu örnekleri elbette AKM’ye bire bir uygulanabilecek çözümler olarak önermek niyetinde değilim. Sadece Senem’in geçen ay başlattığı “çuvaldızı kendimize -yani bu tür meselelerle ilgilenmesi beklenen meslek çevrelerine- batırma” girişimini bir adım daha ileri götürebilir miyiz diye soruyorum kendime. Evet; mimarlık çevrelerinin “AKM neden korunmalı”yı artık izah etmekten vazgeçmiş olmasına hayıflanmalıyız. Ancak, bu yılgınlığın, söz konusu izahatin kendisini uzun süredir sadece “neden” sorusuyla sınırlamış olmasından kaynaklanmış olabileceği ihtimalini de hesaba katmalıyız. Zira nedenlerin içinden çıkacak nasılları tahayyül etmekteki eksikliğimizin bugün geldiğimiz noktada payı olmuş olabilir. Somutlaştırmak gerekirse: AKM’nin neden korunması gerektiği anlatılırken yapının sadece fiziksel-mimari özellikleri nedeniyle değil, aynı zamanda tanıklık ettiği geçmişler nedeniyle de önemli bir belge niteliği taşıdığının altı hep çizildi. Ancak söz konusu geçmişlere dair radikal bir tarihyazımının kapısını aralayacak türden koruma önerileri geliştirilebildi mi? Örneğin korunan bir AKM’nin, 1 Mayıs 1977’in hatırasıyla nasıl ilişkiye geçebileceğine ya da Gezi’yle ne gibi bir diyalog içerisinde olabileceğine dair herhangi bir söz söylenebildi mi?

Geçmişle geleceği birbiri üzerinden şekillendiren toplumsal ve politik bir proje olarak umudu diri tutmanın yolu, belge niteliği taşıyan yapıların neden korunması gerektiğini söylemekle yetinmeyip bu nedenlerin işaret ettikleri tarihlerin pratikteki koruma önerileri üzerinden nasıl yeniden değerlendirilebileceğine dair fikirleri de dile getirmekten geçiyor olabilir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: