Kavramları Açmak

DİRİM DİNÇER IAN RİTCHİE

Geçtiğimiz ay İstanbul’da düzenlenen Glass Performance Days konferans programı kapsamında işbirlikçi ve yenilikçi yaklaşımının ürünlerini ve hikayesini paylaşan mimar Ian Ritchie ile özgün üretme biçimi, günümüz kentlerinin yüz yüze olduğu sorunlar ve mimarın rolü üzerine konuştuk.

Dirim Dinçer: 1980’lerden beri günümüz kentlerinin gündemini doğrudan yansıtan yerlerden biri olan Londra’da yaşıyorsunuz. Sizce bugün şehirlerin yüz yüze kaldığı en önemli sorunlar ne ve mimarlar çözümün parçası olabiliyorlar mı?
Ian Ritchie: Şehirlerin bugün karşısındaki tüm sorunlar aslen ayrışmaya ilgili. Şehir ne olursa olsun zengini, fakiri, sakatı, uzunu, kısayı vs. ayırıyor. Ve böyle ayrışmış bir şehir bana göre ölmekte olan bir şehir. Hiçbir anlam ifade etmiyor. Ancak mimarlara bakıyorsunuz, kapalı site tasarlamaya devam ediyorlar. Ama bundan daha da kötü bir şey var ki insanlar, Şanghay ya da İstanbul gibi kentlere baktığınızda gördüğünüz gibi, o uzun binalarda yaşamayı sevmiyorlar.

Avrupa’nın en yoğun bölgesi neresi biliyor musunuz? Islington. Metrekare başına 13.800 insan ile Londra’nın en kalabalık semti. Düşünebiliyor musunuz? Paris’in merkezinde kilometrekarede 20.000 kişi yaşıyor ancak herhangi bir konut kulesi yok. Islington’da ise 5-6 kat yüksekliğinde binalar, gelişmiş bir sokak örgüsü varken mimarlar gösteriş yapmaktan hoşlanıyorlar, imkanları varsa en uzun binayı yapmak istiyorlar. Toplumu ya da kenti düşünerek hareket ettiklerini düşünmüyorum. Topluma hiçbir şekilde hizmet etmiyorlar.

Düşeyde kümeleri olan bir kule tasarlayınca hastane-sağlık kümesi, eğitim-okul kümesi, konut kümesi, ofis kümesi, bahçeler kümesine sahip olabiliyorsun. Böyle bir yere bir kere düştün mü terk etmek zorunda değilsin, çünkü ihtiyacın olan her şey içeride, çıkmanın bir anlamı yok. Sonuçta hayatını burada ve bunların asansörlerinde geçirmiş olursun. Kim bir asansörü çalışma, oynama, karşılaşma ya da bir kahve içme mekanı olarak görür ki? Kimse. Ve biz böyle anlamsız binalara sahibiz.

Ian Ritchie Architects tasarımı Sainsbury Wellcome Center, kuzey cephesi; fotoğraf: Grant Smith
Ian Ritchie Architects tasarımı Sainsbury Wellcome Center, kuzey cephesi; fotoğraf: Grant Smith
Sainsbury Wellcome Center, kütle ve cephe ilişkisi; fotoğraf: Adam Scott
Royal Academy of Music, lobi alanı
Sainsbury Wellcome Center, dökme camdan üretilmiş cephe detayı; fotoğraf: Eva Menuhin

Diğer taraftan bu yapay bir dünya ve içinde yapay akıllar istiyor. Yapay zeka ve otomasyon, bireye olduğu kadar şehre karşı da yıkıcı tutumu el ele sürdürüyor. Şehrinizin altyapısı için iyi çalışan, suyu getiren, atıkları çıkaran, trafiğin nasıl daha iyi akacağını anlamayı sağlayan yapay zeka ürünlerine sahibiz mesela. İstanbul’da trafikteyken gideceğiniz yere en iyi güzergahı biri söyleyebilir size ama sıkışmış trafiğin ortasında böyle bir yardım alamazsınız. Yazılımlar ise hangi yolun tıkalı olduğunu bilir ve size alternatifleri önerebilir. Bu tür bir sistem elbette ki anlamlı. Bugün hiç şüphe duymadan şehrin altyapısına dahil edilebilecek pek çok akıllı sistem var. Ancak akıllı cihazlar dendiğinde tereddüt ettiğimi söylemem gerek zira onların doğal olduklarını düşünmüyorum. Akıllı telefonun, tabletin vs. olmadan bir ay yaşa desem pek çok insan titremeye başlar muhtemelen.

DD: Ve tüm hayatımızı onlar üzerinden kontrol ediyoruz. Bir tür bağımlılık gibi.
IR: Bu yazılımların ya da uygulamaların algoritmaları insanlar onlardan etkilensin diye tasarlanıyor. Tüm zamanlarını özel şirketler için uygulama yazmaya ayıran nörobilimciler var, çünkü insan beyninin nasıl çalıştığını ve onu bağımlı yapmanın yollarını biliyorlar.

Dolayısıyla evet, şehir bu zeka ile evriliyor ancak insanlar şunu sormaya başlamalı “Bunu satın almaya gerçekten ihtiyacım var mı?” Tüketim toplumu alt üst edilmek zorunda. Alternatif ekonomiyle ilgili bir yazı yazmıştım, asıl hak sahibinin gezegenin üzerindeki her şeyin, bizlerin, bitkilerin, hayvanların, hepimizin sahibi olduğunu iddia etmiştim. Böyle bir yerden bakarsanız gezegeni istismar etmezsiniz. Bakış açısının tersine dönmesi gerek.

Bir diğer konu ise göç. Geçenlerde Almanya’daki Akademie der Künste’den iki genç mimar seçmek üzere davet aldım; bir tanesi göç ve müşterekleri çalışmak istiyordu. Ona “Sana danışmanlık yaparım ancak şunu hayal etmen gerekiyor; şu anda, sayısı gün be gün artacak olan hareket halindeki şehirlerin olduğu hareket halindeki bir dünyada yaşıyoruz.” dedim. Her bir şehir hareket halinde ve her bir insan bir gün evine geri dönmek istiyor. Peki, ev ne demek? Alışkanlıklarınızın çevrenizdeki insanlar tarafından anlaşıldığı yer. Bu, ev kavramıyla ilgili en temel şey. Peki, hareket halinde bir şehirde yaşamak zorundayken insanları evine nasıl döndürürsün? Milyonlarca insan bu durumda ve bu konunun önümüzdeki 40-50 yıl toplumların en ciddilerinden olmaya devam edeceği kesin. Şu an etraflıca bilemiyoruz bile, bu durum iklim değişimiyle çok daha kötüye de gidebilir. Bir diğer etken de gıda; gezegende bolca bulunan ama asla doğru düzgün dağıtılamayan gıda. Neden peki? Açgözlülükten! Açıkçası insanlar -ben Homo Sapiens’tense Homo Faber demeyi tercih ediyorum- bir şeyler yapmada oldukça iyiler ama düşünmede değiller.

Ian Ritchie Architects tasarımı RSC Other Place avlusu; fotoğraf: Stewart Hemley
Farklı ölçek üretimlerden bir örnek olarak S seat, Ian Ritchie Architects
RSC Other Place, zemin kat prova odası

DD: Kente dair konularda ya da tartışmalı açıklamalara karşı muhakkak fikrinizi beyan ediyorsunuz. Eleştirmeye devam etmenizin ardındaki motivasyon nedir?
IR: İnsanlar bana sağlam bir aklımın olduğunu söyler ama hayatımın çoğunda sessiz kaldım. Düşündüm ki eğer akıllıysam, “amca” ya da “dede”ysem sonuçta, ne düşündüğümü söylemeye başlamalıyım. Dolayısıyla başladım ve tepkiler de oldukça ilginç oldu. Basın söylediklerimle ilgilendi. Bu arada tabi sadece olumsuz eleştiri değil bu, bir tür sesli düşünme.

DD: En uzun binayı inşa etme arzusu gibi, gelişmiş teknoloji kullanımı da gösteriş nesnesi haline geliyor. Siz uzun yıllardır özellikle cam teknolojisiyle ilgili yenilikler geliştirmek üzere işbirlikleri yapıyorsunuz. Teknoloji mimarlığa içkin bir unsur olarak nasıl düşünülür?
IR: Yenilik, onu yapmış olmak uğruna yapılmaz. Bu bana göre çocukça. Tasarım süreci esnasında “Bunu yapmanın daha iyi bir yolu olabilir mi?” diye düşünürsünüz. Mekanı, yaşamı daha iyi yapmak, yapıyı kamusal alanla daha etkileşimli kılmanın yollarını ararsınız. Sürekli sorular sorarsınız. Yumuşak hatlı bina diyoruz mesela. Nasıl yumuşak hatlı bir bina inşa edilir? Önce kavramları anlamaya çalışmak gerek. Yatağınızın üstündeki yastığa, kumsaldaki çocukların plaj topuna bakabilir ya da birine dokunabilirsiniz mesela anlamak için. Ardından “Bunu ekonomik olarak işler kılabilir miyim?” ya da “Estetik ve teknik olarak geliştirebilir miyim?” diye düşünmeye başlarsınız. Bu, sentez odaklı düşünme ve doğru sentez için bunların her birini aynı anda zihninizde tutmalısınız.

Belli ki yapmak üzere olduğum mimarlığı hayal etme becerisine sahibim. Eğer dünyayı mimarlık bağlamında görebiliyorsam, oraya varış yollarını da görebilirim. Tutkunuz varsa ne yapmanız gerektiğini bilirsiniz.

DD: Peki, yapılı çevre ve onun paydaşlarındaki paradigma kaymasını tarif etmede kullandığınız “özgeci mimarlık” öneriniz nerede duruyor? Nedir özgeci mimarlık?
IR: Aslında bir miktar fedakar mimarlık gibi bu. Kentsel çevre bağlamında daha anlaşılabilir olabilir bu ancak tekil yapı ölçeği için 1992 Olimpiyatları sırasında Barselona belediye başkanının sözlerinden örnek verebilirim. Bir oda dolusu mimarı karşısına alıp “Sizin tasarladığınız cepheler sizin değil, bizim. Onlarla yaşamak zorunda olan biziz, dolayısıyla nasıl görünecekleri hakkında söz söyleyebiliriz.” dedi. Kesinlikle haklıydı. Bazı şehirlerde planlamacılardan buna en yakın duyabildiğimiz şey “Tüm zemin katlar dükkan, ilk katlar teşhir salonu olacak, gerisinde istediğini yapabilirsin.”

Geçenlerde Londra’da bir kamusal alanın cenaze törenine gittim. Tören Architectural Association’ın da olduğu Bedford Meydanı’ndaydı, bir Alman öğrenci düzenlemişti. Öğrenci, meydan etrafında bir tabut taşıyarak dolaştı. Meydan, kamusal bir alandı önceden; sonra gayrimenkulcüler bunun etrafına konut inşa etsek güzel olur dediler ve yaptılar. Sonra burada yaşayan insanlar da neden kendimize ait bir meydanımız olmasın ki diyerek etrafını çitle çevirip bir de kapı koydular. Şimdi, oraya girmek için o kapının anahtarını bulmak zorundasın. Londra, meydanlarla dolu bir kent ve içine giremiyoruz. Tıpkı özel bir arazi olan ve canları istediğinde seni atabilecekleri Canary Wharf gibi, tamamen aynı şey bana göre.

Dolayısıyla esas soru bencil olmayan bir mimarlığı nasıl yaparsın? Sanırım başarılı olmaya en yakın olan, binayı kimin için yapıyorsan onun ihtiyaçlarına gerçekten çözüm üretme yaklaşımı. Sainsbury Wellcome Centre projesinde dört yıl boyunca iki biliminsanı ile çalıştık. Birisi o süre zarfında Nobel Ödülü kazandı, diğeri kuramsal sinirbilimci ve oldukça prestijli bir ödül olan Brain Prize aldı 2017’de. Onlarla dört yıl boyunca çalışmak, onlar için çalışan bir bina inşa etmemizi mümkün kıldı. Son üç-dört yılda üç tane nöroloji binası inşa edildi. Biri Renzo Piano’nun Manhattan’da yaptığı, biri Foster’ın Kudüs’teki işi, diğeri de bizimki. Foster’ınki nöral devrelerin camlara işlendiği, iç avlulu bir bina. Renzo’nunkinde ortak mekanlarla bölünmüş çekirdek, jaluzili şeffaf cam cephe var. Bizimkinde ise büyük, uzun, yüksek mekanlar var, rastgele yerleşmiş ve ölçeksiz gibi görünüyorlar, biraz beyin gibi. Demem o ki, insanları dinlemek işe yarar.

DD: Bu projede çalıştığınız isimlerden biri, merkezin yöneticisi de olan John O’Keefe, inşaat süreci sırasında her iki tarafın da birbirinin disiplinini öğrenmeye çabaladığını ve sürecin sonunda hepinizin artık “sinir mimarları” olduğunuzu söylemişti. Süreç nasıl işledi?
IR: Atölyeler yaparak başlamıştık ve Peter Dayan benim için o kadar başka bir dil konuşuyordu ki tam olarak anlamam ve ortak bir dil konuşmaya başlamamız 18 ayımı aldı. John tanımında haklı; biz bir miktar sinirbilim öğrendik, onlar bir miktar mimarlık öğrendi bu süreçte. Mekanla ilgili konuştuğumuzda ne dediğimizi anlıyorlardı, birbirimizin ne dediğini öğrendik.

Sosyal konut tasarlarken yaşlı bir hanımefendi ile çalışıyorsanız da benzer bir süreç. “Ne tür mekanlardan hoşlanırsın?” diye sorarsınız, suratınıza “Mekan ne demek?” der gibi bakılır ki haklılar. Eğer “Şimdi oturma odan neresi, pencereyi şu tarafa koysak nasıl olur?” gibi şeyler söylersen anlaşılırsın. Bu, kullanıcı ve işverenin kim olduğunu anlayarak kurulmuş basit ve dürüst bir iletişimle ilgili. Bu yüzden hep düşünürüm mimarlar tasarladıkları binalarda en az bir ay kalmalılar, belki böylece ne yaptıklarıyla ve nelerin geliştirilebileceğiyle ilgili bir fikir edinirler.

DD: Çalışma biçiminizin ilginç taraflarından birisi de temsil yöntemleriniz. Temel kaygılarınız ne oluyor, nasıl ele alıyorsunuz projeleri?
IR: Kelimelerle başlıyorum. Liverpool’da öğrenciyken, ikinci yılımın sonuna doğru, Liverpool şairleriyle zaman geçirmeye başladım, oldukça meşhurdurlar. Bu beni biraz daha fazla yazmaya teşvik etti. Bir gün beni sahneye ittiler, Liverpool’da saklanacak bir yeriniz yok zaten. Liverpoolluların hiç hoşgörüsü yoktur bu konuda, “Bir şiirin olduğunu düşünüyorsan, oraya çık ve bize şiir ver!” gibidirler. Roger McGrough, önemli bir şair ve arkadaşımdır, sayesinde 21-22 yaşlarında kendi dilimle tanıştım. Gerçekten inanılmazdı. Ana dilini bildiğini düşünüyorsun ama bir şairin kelimeleriyle gördüğünde onu, bambaşka bir şeye dönüşüyor. Sıradışı bir deneyim.

Kendi dilimle tanıştığımdan beri onu tasvir etmek için kullanıyorum. İşverene neyin yapılıp yapılamayacağını da böyle anlatmaya çalışıyorum. Önce düzyazı yazıyorum, ondan şiir geliyor ve eğer bir aforizma yakalarsam daha da özel olur, kavramın özünü yakalamak için. Bir yemekli davette, aforizma yazdığımdan bahsettim. Ev sahibi sizden bir tane isterse nasıl karnınızı doyurabilirsiniz ki? Akşamın yarısını düşünerek geçirdim ve masadaki su şişesinden ilhamla şöyle bir şey çıktı: “Su dünyayı birleştirir ama insanları ayırır.” Aptalca evet ama İngilizlerin neden Avrupa’dan ayrıldığını biliyor musunuz? 2000 yıl önce ortada olmayan 20 millik su yüzünden.

DD: Ofisiniz bir deney alanı. Çalışma sürecini nasıl yürütüyorsunuz?
IR: Stüdyonun fiziksel olarak üç parçası var. Toplantılarımızı da yaptığımız zemin katta, “gerçek” kitaplarla dolu bir kütüphanemiz var, burada kahve içebilir, yemek yiyebilir ya da arşivi kullanabilirsiniz. Ayrıca hem iç mekanı hem de dış mekanı olan bir atölye alanı bulunuyor. Dışarısı, yaşlanan malzemelere bakıyor. İçeride de birebir ölçekli çalışma maketlerini tutuyoruz. Laboratuvar kelimesi biraz embriyonik laboratuvarı anımsatıyor, pek öyle demek istemiyorum ama burada fikirlerle oynuyoruz. Ekran dünyasından kaçmak için iyi oluyor. Atölyeye gidebilir, projeniz için bir şeyler üretebilirsiniz burada, sizi yavaşlatıp ne yaptığınızla ilgili daha derin düşünebilmenizi sağlıyor bu bence. Atölyede çalışan insanları görmeyi seviyorum, ne yaptıklarını sormam hiç, önemli olan o değil. Böylelikle zen haline geliyor, sessiz, lanetleyici şeylerden uzak; elbette birkaç gürültücü var ama bu da iyi bir şey. Ekranın önü, sosyal alan ve zen atölyesi; birlikte bir ağaç gibi.

Etiketler:

İlgili İçerikler: