Garanti BBVA Bankası’nın Pendik’teki yerleşkesi geçtiğimiz sene tamamlandı. Projenin mimarı Ali Hızıroğlu ile sürdürülebilirlik ve teknoloji altyapısını mesele edinen mekanın tasarım, karar alma ve uygulama süreçlerini konuştuk.

Hülya Ertaş: Garanti Teknoloji Kampüsü otoyolların da çok baskın olduğu, bir yandan da çeperin merkezle kaynadığı bir noktada konumlanıyor. Bu tarifi zor doku, vaziyet planını ve kütle tasarımını nasıl etkiledi?
Ali Hızıroğlu: Geniş ölçekte baktığımızda yerleşkenin bulunduğu alan, ne sahil kenarında ne de gerçekten kentsel bir dokunun içinde, daha ziyade büyük kütleli yapıların çevrelediği bir noktada konumlanıyor. Kampüs arazisi, belirgin yoğun bir kentsel dokunun yüksek hızla hareket edilen yollar ile kesildiği, biraz da tesadüfi şekilde yaratılmış kentsel ölçekte dev bir boşluğun ortasında yer almakta. Bir tarafında İstanbul’un en önemli iki ana otoyol aksını birbirine bağlayan ve çok hızlı akan bağlantı yolu, ki aynı zamanda Sabiha Gökçen Havalimanı’na hizmet vermekte. Bugün de Garanti Teknoloji’nin bir yanında plastik fabrikası, karşısında metro ve bir alışveriş merkezi var. Kentsel doku olarak tabir edebileceğimiz alanla da bunlar, otoyollar tarafından bölünüyor. İkinci ve üçüncü nesil gecekondu diyebileceğimiz bir yapılaşmanın hakim olduğu bir bölge genel anlamda. O sebeple bu bağlamdan ayrışabilecek bir yaklaşım hayal ettik.

Bu arayışa ilham kaynağı, projenin temel öğelerinden birini oluşturan, bölgenin kuzeyden güneye alabildiğine uzanan topoğrafik yapısı oldu. Her ne kadar bu topoğrafya yeni yapılaşma ve altyapı eklentilerinden ötürü zaman içinde değişikliklere uğradıysa da tasarıma başladığımız dönemde belirgin biçimde arazinin yakın çevresinden farklılaşan bir yapıya sahipti. Proje alanının çevresinde ise yeşil alan neredeyse hiç yoktu. Yapılacak yapının kullanımının güvenlik sebebiyle kamuya açık olamayacağının bilincinde olsak da farklı bir doğa parçasının yerleşkenin temel öğesi olması fikri bana olumlu gelmişti. Özellikle de yoğun ulaşım ağının getirdiği hız, şehir dokusunun çok baskın olmayışı, projenin temel kararlarından biri olarak bizi bu bölgeye nefes katacak bir yüzeyi yaratmaya doğru yönlendirdi diyebiliriz. Yükseklik sınırlaması, yapı programının yoğunluğu da kentsel dokudan farklılaşabilecek karakterde dinamik, kıvrılarak araziye yerleştirilmiş bir kütleyi bu alana taşımamıza olanak sağladı.

HE: Bu yapının oradaki dönüşüm için bir kilometre taşı oluşturacağını ya da gelecekteki oluşumları etkileyeceğini düşünüyor musunuz? Belirsiz bir alan olduğu için bu yapının uzun vadeli etkilerini düşündünüz mü?
AH: Tabii ki, sonuçta yapıların ölçekleri sürekli büyüyerek ilerliyor İstanbul’da. Bizim yerleştirdiğimiz bu yapının ölçeği şu an oldukça aykırı gibi dursa da zaman içinde çevresiyle daha bağlantılı hale gelecektir diye düşünüyorum. Nihayetinde tersanelerin de yakınında konumlanan bu eski endüstriyel bölgenin biraz “tozlu, derme çatma” bir algısı vardı. Dolayısıyla bu dokuyu var eden esas öğeler olan fabrikalar ortadan kalkınca, haliyle dokunun da dönüşmesi gündeme geliyor. O manada yapının olumlu bir etki yaratabileceğine inanarak yola çıktık. Hem kontrastın net bir biçimde ifade edilebileceği, hem de farklı bir işleyişin dışarıdan okunabileceği şeffaf ama kuvvetli bir ifadesi olan bir yapı yerleştirmenin ilerisi açısından olumlu bir etki bırakabileceği düşüncesiyle ilerledik. Ayrıca yoğun bir peyzaj alanı içermesini, çevreye eklenecek yeni projeler açısından da hem teknik hem de mekansal anlamda yansımaları olması bağlamında önemsediğimiz bir noktaydı. Yapıların sadece kendi bulunduğu parsele değil aynı zamanda yakın ve uzak çevresiyle de bir etkileşim içinde olacağı inancıyla yaklaştık bu projeye de. Özetle, tasarımın ilk aşamalarından itibaren merkezin çeperinde diyebileceğimiz bir bölgede, şehrin hafızasında yer edinecek bir yapı olması örneğin, geleceğe dair önemsediğimiz bir meseleydi.

HE: Burası iç avluları olan bir yapı ama dışarıdan baktığımızda bütüncül bir kütle görüyoruz, sadece zeminindeki peyzajını şehre açıyor. Hem projenin çizimlerinden hem de şimdi fotoğraflardan ve yanından geçerken okuduğum şu oldu: Hız için yapılmış bir kabuk ve daha yavaş bir hayat için yapılmış bir iç yaşam. Dış ve iç arasındaki bu tansiyonu biraz daha açabilir misin?
AH: Aslında hakikaten de projenin başından beri öyle bir yaklaşım var. Burası, Alemdar Kimya Fabrikası zamanında henüz daha TEM Otoyolu yokken E-5 üzerinde Gebze tarafından şehre girdiğimizin sinyalini veren yapılardan bir tanesiydi, çocukluğumdan da hatırlıyorum. O binalar gitti ama yerine gelen yapının da bir üst ölçeğe dair bir şeyler söylemesi bence önemliydi. Bu nedenle hız konusuna kesinlikle katılıyorum. Hareket halinde bir kütle izlenimi vermek tasarımının en belirgin yaklaşımlarındandı. Tabii yapının kim için, nasıl bir firma için tasarlandığı da çok önemliydi. Kurumsal ama bir yandan da yenilikçi, güçlü, kararlı, güvenilir bir banka oluşundan ötürü böyle bir imaj, böyle bir yüz yaratmak da doğal bir sonuç oldu sanki. Örneğin yapının cephelerindeki cam kullanımı, renksiz oluşu da şeffaflık ile güvenirlik vurgusundan izler taşımakta.

Yapının kentle ilişkisi
Yerleşkeyi saran yekpare cephe
Yapının ortak alanları
Kente açılan boşluklar ve brüt beton yapı çekirdekleri
İç mekanda dolaşım
Topoğrafya, çekirdek ve kütle ilişkisi
Açık dolaşım alanlarında doğal bir etki yaratan tepele
Kütle hareketleri ve köprüler

Tasarıma yeni başladığımız dönemde Garanti Teknoloji’nin mevcut binasını ve çalıştıkları mekanları yerlerinde görmüştük. Zaman içinde sektörün gelişimiyle çalışan sayısı artmış, mekanı da kendilerince geliştirmeye gayret etmişlerdi. Altyapısının ve mekanlarının artık yetersiz kaldığı bir yapıdan geleceğe daha hazır mekanlarda çalışabilmek üzere böyle bir yatırıma karar vermişlerdi. Dolayısıyla sadece iyi işleyecek mekanlar üretmekten öteye geçmeliyiz diye düşündük. Kullanıcılara -malum artık İstanbul için normalleşen- 1,5-2 saatlik yolculuktan sonra vardıkları çalışma alanının bir ferahlama hissi vermesini hedefledik. Mekanların kullanıcılarına geçirecekleri her yeni günde bir keşif duygusu yaşatabilmesini arzu ettik. Bir çeşit koreografik çalışma bile diyebiliriz buna. İçlerine farklı işlevler yerleştirdiğimiz tepeler ile bir parkta dolaşırmış hissini verme, bir yandan da yapının ezici olabilecek ölçeğini kırma gayreti. Tüm mekanları bir anda algılatmaktansa ölçek, gün ışığı, yansımalar, boşluklarla, dokular ve kokularla sürprizli anlar yaratmaktı. Kullanıcıyı, alana ayak bastığı andan itibaren, araziyi uzak da olsa çevreleyen kalabalık ve düzensiz şehir yaşamından koparıp zamanının akışını yavaşlatmak, dingin, iş ortamının baskısından arınabileceği, rahatça sosyalleşebileceği bir ortam hazırlamaktı hedefimiz. Yapıyı da bu sebeple saydıklarımı uygulayacağımız bir çeşit kanvas gibi gördük tasarımın başından itibaren.

HE: Bence bu projede planların çok net olması da ilginç çünkü bu yoğun programlı ve kalabalık bir bina. Aslında üç avlu, onlara yaslanan altı çekirdek ve ofis hacimlerinden oluşan bir plan çözümü var. Bu plan netliğine nasıl eriştiniz ve programı mekana yerleştirirken hangi noktalarda zorlandınız?
AH: Projeye başlarken bir ön tasarım bilgisi aldık. Garanti Teknoloji’de hangi departmanlarda kaç kişi çalışıyor, bu departmanların kabaca nelere ihtiyacı var ve gelecek projeksiyonları neler; bu ön çalışmayı hazırlamışlardı. Onların bu ön hazırlığında “üç-dört katlı, birbirinden bağımsız yapılar” gibi bir tanım vardı ve departmanlar farklı dönemlerde piyasa koşulları veya teknolojik gelişmelerle beraber büyüyüp ufaldığı için esneklik, üzerinde önemle durdukları bir mevzuydu.

Bunun yanı sıra, mevcut yapının içinde geçmişte ortaya çıkmış sorunların -sadece altyapısal eksiklikler nedeniyle oluşan konforsuz durumların değil, aynı zamanda sosyal problemlerin- çözümüne odaklı yorumları vardı o dönemki yönetimin. Planın ve genel şemanın netliği, biraz da bu prensiplerin çok net bir biçimde ifade edilmesi ve bu yorumları tasarımın başından itibaren bir veri olarak projeye aksettirebilmemize dayanıyor. Örneğin ıslak hacimlerin kesinlikle ofislerin içinde yer almaması dolayısıyla bu alanlarda bakım ve tamirat gibi işlere ihtiyaç duymayacak bir sistem tasarımı talebi söz konusuydu. Malum hiç su tesisatı olmaması gibi bir seçenek yangın önlemlerinden ötürü mümkün değil ancak bunun en aza indirilmesi ve tüm tesisatın ofislerin dışında bırakılması gibi altyapı kararları planları sadeleştirmeye dayanak oluşturdu.

Bütün bu sadeliğine rağmen yapının ebadından ve yapıda çalışacak kişi sayısından da kaynaklı bir yoğunluğu var. Bu geniş çalışan kitlesinin giriş ve çıkışlarının organizasyonu, ihtiyaç duyulan altyapı ile mekanların hacimsel ilişkilerinde zorluklar vardı. Örneğin ufak bir ofiste vestiyer pek önemli yer tutmazken, burada çok geniş vestiyer ve depolama alanları ayrılmış durumda. Ayrıca ofislerin daha kontrollü bir çalışma ortamı temin etmesi talebinden ötürü ofis içi farklı, daha güncel yerleşim yaklaşımlarını uygulamak da pek mümkün olamadı diyebilirim. Bu sınırlamayı avlular etrafında geçiş alanları ile çeşitleyerek aştık. Avlular görsel ya da eğrilerin kullanılması itibarıyla sadece formel bir yaklaşımın ürünü değil, aynı zamanda işleyişin, akışın daha sürekli kalabilmesine yardımcı olan mekanlar olarak tasarlandılar. Her katı sade, düz platformlar olarak ele almaktan ziyade, avluların biraz da toplayıcı, gruplayıcı yapısından faydalanarak, dolaşımın bunların çevresinde yer almasını sağladık. Kullanıcıya bir noktadan başka bir noktaya giderken hem iç mekanda hem de içeriden dışarıya kademeli okumalar veren mekanlar oluşturmaya gayret ettik. Bu şekilde büyük ölçekli yapıdaki oluşabilecek tekdüzeliğe de bir yanıt yakalamış olduğumuza inanıyorum.

Zemin kat planı
1. Bodrum kat planı
Tipik ofis katı planı
Tasarım diyagramı
Kesit
Kesit
Kesit
Vaziyet planı

HE: Peki ofislerin esnek yapısı aynı zamanda departmanların çok net alanları olmadığı anlamına da mı geliyor? Anladığım kadarıyla sizden bekledikleri esnek bir yerleşimdi ve zaman içinde onu dönüştürerek kullanacaklar, öyle mi?
AH: Evet, prensipte 4.000 kişilik çok daha geniş kağıtsız bir ofis binası fikriyle yola çıkıldı. Herkesin işinin % 90’ını bilgisayar üzerinde yapacağı varsayımıyla, toplantı odalarının daha az yer kapladığı açık bir sistemin olacağı düşüncesiyle tasarıma başlandı. Tabii zaman geçtikçe çalışma şekli ve teknoloji altyapısı değişiyor, dolayısıyla ihtiyaçlar da farklılaştı süreç içinde. Sonradan ofis alanlarının neredeyse üçte biri toplantı alanına dönüştü. Bazı temel konuları -örneğin giriş-çıkışları, ana dolaşım akışını, kafeterya gibi ihtiyaçları- ön plana alarak çalışmak durumda kaldık. Bunu olumsuz bir durum olarak söylemiyorum, aksine bu vasıtayla binanın içinde az önce bahsettiğimiz çeşitliliği temin etmek mümkün oldu diye düşünüyorum. Ama çalışma alanları için evet, oldukça gelgitli bir süreç yaşandı diyebilirim. Bugün de binaya yerleştikten sonra dahi görüşülen birçok konu var. Altyapı her halükarda çok farklı yerleşimlere müsaade edebilecek şekilde tasarlandı ama çalışma biçimleri değiştikçe çalışma mekanlarının bölüntülerinden mobilyasına kadar değişime ihtiyaç duyulacak olması kaçınılmaz sanırım.

HE: Avlular ve aşağıdaki topoğrafya ile oynanmış peyzaj ile birtakım sosyalleşme cepleri de kurmaya çalıştınız gibi hissediyorum. Belki biraz onu da açabiliriz çünkü günümüz ofisleri işlevselci olmayan bir yaklaşımla çalışanların esenliği için birtakım öğeler de barındırıyorlar. Siz Garanti Teknoloji’de buna nasıl yaklaştınız? AH: Tasarıma başladığımız dönemde işverenin ve yöneticilerin talebi son derece tanımlı ve hiçbir dağınıklığa izin vermeyecek ölçüde disiplinliydi. Bu yaklaşımı kişisel olarak benimsemek zorlayıcı oldu diyebilirim. Bir örnek vereyim, her çalışan normalde masasına özel eşyalarını getirip koymak arzusunda oluyor, mekanı kendine ait hissetmek ve benimsemek için. Öngörülen çalışma düzeninin bu tip öğeleri barındırmayacağı üzerine kuruluydu işveren talepleri. Tabii çok kalabalık bir ortamda çalışıldığı için o esnada çok katı gibi görünen bu yaklaşımların birtakım deneyimlere dayandığını yaşadıkça, bina ortaya çıktıkça, kullanıldıkça fark ettik. Tasarımın ilk günlerinden bugüne artık daha farklı bir çalışan kitlesi de var ve onların arzu ettikleri çalışma biçimi son yirmi senenin eğilimi olarak hayatımıza girmiş olan Google ofis modeli. Yeni bir çalışma metodu olarak “eğlenerek, rahat ortamda çalışma” gibi bir yaklaşım var uzun zamandır. Bunun ayarının tutturulması konusunda haliyle zaman zaman sıkıntılar yaşanabiliyor. Bizim coğrafyamız insanı aslında sohbeti seven, sıcak, sosyal bir yapıya sahip olduğu için bir kuzey ülkesindeki iletişimsiz çalışma kültürünü kırmak için icat edilmiş olabileceğini düşündüğüm bu metodun her kuruma tam olarak uymayabildiğini ve adapte edilmesi gerekliliğini farkediyorsunuz. Sadece mimari anlamda değil, yönetsel anlamda da çok iyi tasarlanması gerekiyor; iyi gözlem yapılıp, ihtiyaçların doğru belirlenip, her ihtiyacın da karşılanamayabileceğini kabul ederek çalışanlar ile de paylaşılması gerekiyor.

Sonuç olarak geçmiş yönetimsel talepler ile bugün ve geleceğin ihtiyaçlarına adapte olabilecek bir mimari ile bu durumu yumuşatmaya gayret ettik. Dışarıdaki peyzaj ve zemin kotu ile birlikte B blokta birinci katta bir avlu ile açık hava dinlenme ve seyir noktaları yaratmayı başardık. Tepelerin zeminle buluştuğu bölgelerde ise birtakım kesimler yaparak hem yağmurdan korunaklı hem de ölçekle oynayabileceğimiz durak noktaları yaratıldı. Genel ofis düzenindeki sade ve işlevsel yapı bahsettiğim gibi talep edilen yerleşim biçimiydi. Sabit ve hareketsiz çalışma yaşamı özellikle de bilgisayar başında saatlerini geçiren ofis çalışanlarının en büyük sıkıntısı. Yatay bina oluşu ve açık alanların düzenlenmesiyle daha hareketli, orta uzunlukta yürüyüşler yapma olanağı tanıdı yapı, bu da konsantrasyonu artırıcı bir unsur oluşturdu. İç mekanlarda ise dolaşım alanları üzerindeki köprüler ve bunların etrafında dinlenme, toplanma ve serbest çalışma alanları tasarlandı. Zemin kotta ise açık ve kapalı spor alanları ki yoğun biçimde kullanılıyorlar.

HE: Proje üzerine çalışmaya başlamanızla yapının tamamlanması arasında neredeyse 10 sene olduğunu söylediniz. Bu süreçte renderler ile biten bina neredeyse aynı. Bu nasıl gerçekleşti?
AH: Başka projelerimizde de böyle örnekler var. Bu biraz sanırım anlayışla ve karşılıklı iletişimle bağlantılı. İşveren başından itibaren tasarımı sahiplendi. Mekanik altyapı, elektrik, data altyapısı olsun, iç mekan yerleşim biçimleri olsun birçok konuda git geller yaşandı, günlerce hatta aylarca tartışıldı. Fakat dış konturla ya da tepelerle ilgili başından beri büyük bir tartışma yaşamadık. Bu hem mimarlar olarak bizim hem de yapının şansı oldu diye düşünüyorum.

Görsellemelerde gösterdiklerimizi gerçekleştirebilmek için projenin başından itibaren bilgi alanı ve tecrübesi bu tarz büyük ölçekli yapılarda yoğunlaşan mühendislik firmalarından danışmanlıklar alarak çalıştık. Bu firmalarla birlikte projenin gelişimini takip edip, süreci düzgün bir şekilde belgeleyip defalarca atölyeler düzenledik. Çoğu işveren, proje sırasında danışmanlık alıyorsa da aslında inşaat sürecinin denetlenmesi, cephe detaylarının, akustik ve ısı yalıtımı konularının çözümlenmesi konusunda destek almayı tercih etmiyor. Bu projede ise sürecin tamamında içinde bulundular ve iyi bir ekip çalışması oluşturduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla ekip olarak ana hedefimiz projeyi ucuzlatma gayretinden ziyade hem teknik hem de bütçesel anlamda en uygun çözümü geliştirerek yürütmeye odaklandı. Sahada da çok geniş bir proje ve proje yönetim ekibi kuruldu. İmalat aşamalarında da projeci içinde olunca haliyle ilk görsellere çok yakın sonuç aldık diye düşünüyorum.

HE: Senin de az önce sözünü ettiğin gibi bence bu yapının iki ana meselesi var: sürdürülebilirlik altyapısı ve teknolojik altyapısı. Bu ikisi için, özellikle de data merkezleri için birtakım saha gezileri yaptığınızı biliyorum. Bu konularda nasıl bir bilgi biriktirdiniz?
AH: 2010 yılında projeye başladığımızda sürdürülebilirlikle ilgili birkaç projemiz haricinde ne bizim çok büyük bir tecrübemiz vardı ne de ülkede böyle bir konunun varlığıyla ilgili yeterince bir farkındalık gelişmişti. Sadece “bir belge alınıyor ve o belge projenin satışı için reklam amaçlı güzel bir etiket oluyor” şeklinde bir yaklaşım vardı. Nihayetinde bu süreçte bunun ne olduğunu, nereye dokunduğunu çok güzel deneyimlediğimizi düşünüyorum. Malzeme seçiminden bu malzemenin teknik özelliklerinin içinde nelerin olup olmaması gerektiğine kadar bir sürü noktada incelemeler yapıldı. Bunun yanı sıra, mekanik altyapı sistemleriyle ilgili çok konuşuldu. Çift cidarlı bir yapı olursa ne olur, cephe için nasıl bir cam seçilmeli, cam doğru bir karar mıdır? Güneş kırıcı sistemler, aydınlatma ve mekanik sistemlerle bu elemanların otomasyonu, akustik, rüzgar, su tüketimi vs. gibi birçok konuda araştırma yapma fırsatı verdi proje bize. Simülasyonlar yapıldı, raporlar hazırlandı, projeye yansıtıldı. Nihayetinde hangi malzemeyi kullandığınızdan öte, onu nasıl ve hangi teknolojiyle kullandığınız da önemli. Çünkü cam seçimi örneğin, başlı başına özellikli bir konu aslında. Klişe fikirler yerleşiyor insanların aklına: “Cam kullanmak çevreye zararlıdır” gibi. Oysa estetiği de arka plana atmadan, yerine ve ihtiyaçlara, bütçeye göre doğru kalitede, doğru mühendislik çözümleriyle malzemeleri değerlendirmek gerekiyor.

Bu manada süreç içinde bazı sistemleri elemek durumunda da kaldık. Örneğin kombine bir biçimde hava sistemiyle beraber çalışmak üzere betondan soğutma sistemi düşünüyorduk. %100’e yakın temiz hava ile soğuyup ısınan bir yapıdan bahsediyoruz. Enerji kullanımını daha verimli hale getirmek için öngörülen düşünce, betonun içine borular yerleştirilip bunun içinden belli sıcaklıkta su döndürülerek yapının daimi olarak belli sıcaklık seviyesinde tutulması ve içerideki yoğunluğa göre farklı bir soğutma sistemiyle kombine edilmesi prensibine dayanıyordu. Bundan maalesef pratik bazı kaygılardan dolayı vazgeçmek zorunda kaldık. Temiz hava kullanım prensibi korunarak performans kaybı yaşanmasa da haliyle sistem daha hacimli kanallar ile çözmek durumunda kalındı, ancak yine de kullanıcı konforundan ödün verilmemiş oldu. Sistem enerji anlamında aynı duyarlılıkta ama bu süreç bizim açımızdan çok öğretici oldu.

Projenin içine entegre edilen birçok sistem oldu sürdürülebilirlik adına. Sahadaki eski yapıların geri dönüşüm için ayrıştırılmasından tüm malzemelerin seçimine, mekanik elektrik altyapı tercihlerinden bitki seçimi ve peyzajdaki su tüketimine kadar birçok çalışma yapıldı. Böylece Leed Gold sertifikasına sahip bir yapı gerçekleştirildi.

Garanti Teknoloji projesi öncesinde birkaç mini data merkezi tecrübemiz olmuştu. Ancak her ne kadar büyük çoğunluğu teknik bir altyapı işiyse de kapsamlı bir projeyi yürütmek için yerinde görmek bizler için çok farklı oluyor. Data merkezleriyle ilgili Amerika Birleşik Devletleri’nin farklı şehirlerine iki haftalık bir gezi düzenlendi projenin ikinci senesinde. Microsoft, IBM, Cisco, Emc2 gibi ağ, fiziksel altyapılara dair sistemler ve ürünler geliştiren firmaları ziyaret ettik. Data merkezi tipleri, soğutma, güvenlik, sistemler gibi konularda müthiş geliştirici bir seyahat oldu. Başlı başına bir uzmanlık alanı esasen data merkezi ve içindeki organizasyon. Tabii sadece mühendislik bilgisi değil bu firmaların hangi ortamlarda, nasıl çalıştıklarını, imkanlarını, firma kültürlerini deneyimlemek de ilginçti bizler için. Bu projede yer alan data merkezi esasen bankanın kalbini oluşturuyor. Tüm işlemler, ATM’ler vs. buraya bağlı. Her koşulda 7/24 kesintisiz çalışabilecek altyapıya sahip bir mekan tasarlandı. Data merkezlerini sertifikalandıran Uptime firmasından Tier4 (en üst seviye) sertifikası alındı.

Projelendirme aşamalarında Revit ile çalışmaya ilk başladığımız proje olması, mekanik sistemleri mimari tasarımın gelişimi aşamasında statik ile birlikte hatta daha önce entegre etmenin önemini hissettiğimiz bize çok yönlü ve farklı bir bakış açısı getiren bir proje olduğunu söyleyebilirim. Bu anlamda birlikte çalışma kültürünü, mühendislerle mimarların bir arada çözüm üretme gerekliliğini ve bunu başardığınızda ortaya çıkan mekanların kalitesinin ne kadar farklı olabileceğini birebir gözlemlediğimiz bir süreç oldu.

Etiketler: