Kıymet Bekleyen Miras

ESER EPÖZDEMİR GÜL PULHAN

Türkiye’nin arkeolojik varlıklarının korunması için bilgi ve farkındalığın artırılması hedefiyle eğitimler düzenleyen ve araştırmalar yapan SARAT Projesi kapsamında geçtiğimiz yıl ülke genelinde bir arkeoloji ve toplum ilişkisi anketi yapıldı. Eser Epözdemir anketi, arkeolojik alan algısını ve önemini ve SARAT’ın diğer programlarını proje koordinatörü Dr. Gül Pulhan ile konuştu.

Eser Epözdemir: Oldukça detaylı, özenle çalışılıp işlenerek geliştirilmiş üç senelik bir çalışmayla sonuçlandırmak üzeresiniz SARAT1 projesini. “Türkiye’de arkeoloji algısı nedir”i anlamaya çalıştığınız çok önemli bir anketle başladınız sürece. Yirmi dokuz il, 126 ilçe, 200 köy/mahalle, 3601 kişi ile yüz yüze görüşme, Türkiye’de kültürel miras konusunda yapılmış belki de en kapsamlı anket olduğunu anlıyoruz.
Gül Pulhan: Evet, Türkiye çapında doğrudan arkeolojiyle ilgili yapılmış hiçbir anket çalışması yok, keza kültürel mirasla ilgili de. Kazı alanları çevresinde yaşayan köylülerle yapılan çeşitli, dar kapsamlı anket çalışmaları var elbette, genelde bölge halkı ne düşünüyor bunu anlamaya dair. SARAT dahilinde gerçekleştirdiğimiz anket ise gerçek anlamda Türkiye çapında bir sosyolojik örneklem alınarak yapılan ilk çalışma. Buna benzer bir çalışmanın dünyada da pek bir benzeri yok. Bunun en önemli sebeplerinden biri dünyada artık, maliyet nedeniyle, yüz yüze anket diye bir yöntemin kalmamış olması. Avrupa’da, Amerika’da anketler e-posta ya da telefonla yapılıyor, en fazla posta ile sorular gönderiliyor; insanların kapısını çalarak, vaktiniz varsa anket yapalım gibi bir sistem kalmamış. Biz yüz yüze anket yaptığımızı anlatınca insanlar bize inanamıyorlar, sonra örnek fotoğrafları gösteriyoruz daha da şaşırıyorlar. Katılımcılar arasında tarla kenarında duran da var, evinin bahçesinde oturan da.

EE: Sizi tetikleyen ve böylesine detaylı bir anketi yapmaya iten kıvılcım nereden geldi?
GP: Kıvılcım Prof. Dr. Cevat Erder’den. Türkiye’de arkeoloji, koruma, kültürel miras konusunda duayenlerden biri Cevat Hoca ve kendisiyle hem benim hem de Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü araştırmacılarından Dr. Işılay Gürsu’nun ayrı ayrı dostluğumuz var. Kültürel miras işleriyle uğraşmaya başladığım ilk günden beri, Cevat Hoca, “Önce ne olduğunu bilelim ona göre çare üretelim, durumu bildikten sonra neyi değiştirip, neyi iyileştirebileceğimizi anlayabiliriz” diye her zaman söylerdi. Bu konuşmayı aramızda yıllarca yaptık. Biz Kültürel Koruma Fonu’na bir proje yazmaya karar verince, dedik ki çalışmak istediğimiz birkaç farklı başlığı bu projenin altında derleyelim. Sonuçta projeyi yazarken arkeoloji-toplum ilişkisini anlamaya çalışacağımız kamuoyu anketini, SARAT projesinin içinde gerçekleştirmek istediğimiz işlerden biri olarak dahil ettik.

EE: Aklınızdakileri ve Türkiye’de arkeoloji hakkında öğrenmek istediklerinizi 65 soruya indirerek kılı kırk yaran bir anket çalışması yaptınız. Bu özeninizin arkasında ne var?
GP: Türkiye’de arkeoloji ile ilgili bir kamuoyu yoklaması yapmak, insanın hayatında eline bir kez geçebilecek bir fırsat. Tabi bu tür bir anketin sürekli yapılmasına gerek yok, ama, belki on sene sonra tekrarlanabilirse iyi bir karşılaştırma imkanı verir. Dolayısıyla elimize geçen çok büyük bir fırsattı, bunu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştık. Hazırlık sürecinde dünya literatürüne baktık, Avrupa ve Amerika’da yapılmış benzer anketleri inceledik. Tıpatıp aynı tür anketler değillerdi, ama aşağı yukarı neleri sorduklarına baktık. Ardından, İstanbul, Ankara ve Mardin’de üç akıl arama toplantısı yaptık. Sadece akademik kesimle değil, farklı kesimlerden, kültürel miras alanında, bilgisine, deneyimine güvendiğimiz kişilerle bir araya gelip “biz şunları düşündük, sizler ne önerirsiniz; eklemek, merak edip cevap almak istediğiniz ne olur” diye sorduk. Sonrasında KONDA araştırma şirketi ile soruların tekrar üzerinden geçtik; çünkü bize çok iyi gibi görünen bir soru Türkiye’de yapılacak bir ankette sorulduğunda anlaşılması güç olabilir ya da size veya bana çok ilginç gelen bir sorunun anket içinde sorulması anlamlı olmayabilir. KONDA anket yapma konusunda çok deneyimli, soruları gözden geçirerek daha anlaşılır hale getirdik. Esas büyük anketten önce sorular çalışıyor mu çalışmıyor mu görmek için KONDA farklı kentlerde bir test yaptı. Değiştirilmesi veya daha farklı biçimde sorulması gereken birkaç soru olduğunu gördük, onları değiştirdik ve tüm bu süreçlerden sonra anket çalışması 2018 yılının Mayıs ayında bir haftasonu, bir Cumartesi sabahı tüm Türkiye’de aynı anda başladı ve Pazar akşamı aynı saatte bitti.

EE: Anket sonucunda genel tabloda nasıl bir ortalama çıktı, Türkiye’de arkeoloji denince ne anlıyor muşuz?
GP: Kısaca söylersem; toprak altındaki eski eserler, onları çıkarmak, bir tür bilimsel çalışma, müze ile bağlantısı olan bir kazı faaliyeti, eski uygarlık, kazı kelimeleri etrafında arkeolojinin ne olduğunu toplumun aşağı yukarı yüzde seksen beşi doğru tarif ediyor. Buna ben, şahsen çok şaşırmadım çünkü arkeolojik kalıntı, eser, arkeolojik alan, Türkiye’nin o kadar her yerine yayılmış ve hayatımızın içinde ki “her yer tarih” sözü yalan değil. Türkiye’nin dört bir köşesinden arkeolojiye dair doğru tariflerin çıkabilmesinin altında da bu yatıyor. Arkeolojinin ne olduğu fikren biliniyor. Pek çok kişi size “insanlar ‘arkeoloji’ kelimesini bile doğru telaffuz edemiyor, anlamını nereden bilecek” diyebilir. Evet, Grekçe kökenli bir kelime bu doğru ama tablo hiç öyle değil. Doğru söyleyememesi veya yazamaması insanların arkeoloji kelimesinin anlamının ne olduğunu bilmediği anlamına gelmiyor. Arkeolojinin ne olduğunu biliyor Türkiye’de insanlar, bilmedikleri bilgisi. Farkındalık var, ama doğrudan arkeolojiye yönelik bilgi çok az.

EE: Ankette, kazıdan çıkan eserlerin sahipliğinin devlette olduğu konusunda çok net bir sonuç da çıkmış. Malzemenin böyle bol olduğu bir coğrafyada ister istemez definecilikten, kaçakçılıktan söz ediyoruz. Zamanında kaçırılan ve şimdi Almanya, İngiltere gibi büyük ülkelerin müzelerinde bulunan, sahipliğin kafa karıştırıcı olduğu örnekler de var. Anket sonucu ve sizin gözleminiz üzerinden, bu tür eserlere karşı nasıl bir bakışımız var?
GP: Eserlerin sahibinin devlet olduğu konusunda kimsenin bir tereddüdü yok. İnsanlar doğru cevabı bu konuda biliyor. Tabi takdir edersiniz ki şu, şu eserler geri gelsin mi gibi sorular sormadık ama Türkiye’ye ait arkeolojik varlıkların yurtdışına kaçırılması konusunda hiç tereddüde yer bırakmayacak şekilde herkes, eserlerin ait olduğu topraklarda olması gerektiğini düşünüyor.

EE: Türkiye’de arkeolojik yapı ve kültürel miras örneklerinin çeşitliliğinden bahsedebiliriz peki, dünya arkeolojisine baktığımızda coğrafyamızın bu çeşitlilik konusundaki önemini nasıl vurgulayabiliriz? Vurgulamak lazım gelir sanıyorum çünkü zaten sahip oldukları bu değer sebebiyle korunmalarının önemi söz konusu.
GP: Burada, bizim “Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması” derslerimizden birine referans vereceğim. Sorduğunuz, ankette yer alan bir soru değildi. Hatta belki bu tür soruyu bir arkeoloji öğrencisine de sorsanız, karşılığını tam olarak alamayabilirsiniz. Ama biz bu konuya o dersi hazırlarken özellikle değinmek istemiştik. Türkiye’nin arkeolojisiyle ilgili belki de en çok düşünen kişilerden biri olan Profesör Mehmet Özdoğan’a ben bu soruyu özellikle sordum. Onun söylediklerinden yola çıkarak cevap vereyim; Türkiye’de tabi ki çok zengin kalıntılar var ama bu coğrafyada, Orta Doğu’da, her yerde var bu tür kalıntılar, Avrupa’da da başka dönemlerle ilgili çok önemli kalıntılar var. Türkiye’ye baktığımızda öne çıkan, insanların yerleşik hayata geçmeye başladığı Neolitik dönemin başlarında Anadolu’da çok sıradışı gelişmeler olması. Sadece o dönem bile Türkiye’nin sahip olduğu toprakları arkeolojinin o dönemi için çok benzersiz bir yere koyuyor. On binlerce yıl süren avcılık toplayıcılıktan sonra insanlar bunu çok daha sofistike bir hayat haline getirip yerleşik hayatı, sanatı, sembolizmi başlatıyor, geliştiriyor. Göbeklitepe, belki verebileceğimiz en iyi örneklerden biri ve onun gibi daha kazılmamış onlarca yer olduğunu biliyoruz. Bu gerçekten çok çarpıcı bir dönem ve bu topraklardaki önemli bir farklılık. Toplumların kompleksleşmesi, şehir hayatının ortaya çıkması, meslekler ve uzmanlaşma, yönetimin katmanlaşması, merkezi yönetimin ortaya çıkması gibi konular aşağı yukarı M.Ö. 3000 ve biraz öncesinde başlayan gelişmeler.

Mezopotamya şehir devletlerinin ardından krallıkların ortaya çıkması da örnek verilebilir. Mezopotamya’nın öne çıktığı bir data seti vardı. Diyelim arkeolojik olarak, Sümer şehir devletleri vesaire, ama şimdi Anadolu’da çalışmalar ilerledikçe Aslantepe gibi önemli başka örnekler de ortaya çıkmaya başladı. Bir krallığın, merkezi yönetimin öğelerini görüyoruz Aslantepe’de ama Mezopotamya gibi bir tapınak zenginliği, rahip kral olmuyor da daha kendine has, belki o bölgeyi yöneten bir ağa ya da bey tarzı birinin önderliğinde bir tarımsal zenginliğin toplanması, kontrolü, yeniden dağıtımı söz konusu olabiliyor. Bu sözünü ettiğim de yeni ortaya çıkan bilgilerden. O bölgede çalıştığım için yakından bildiğim, Doç. Dr. Haluk Sağlamtimur’un kazılarını yürüttüğü, Siirt, Başur Höyük de çok önemli. Mesela M.Ö. 4000’in sonu, 3000’in başlarında, Uruk Ticaret Kolonileri dediğimiz bir dönem var Mezopotamya’da ve Güney Irak’taki Uruk kenti o sırada dünyadaki en büyük kent; yazı, inanılmaz bir tapınak düzeni, anıtsal mimari orada başlıyor. Hangi açıdan bakarsanız bakın çok sıradışı bir kent.

Mezopotamya’da bir diğer önemli konu ise hammadde; çünkü burada yönetim ve insan gücü var ama toprak, çamur ve nehirlerdeki sudan başka bir hammadde yok. Bir noktadan sonra nüfus da arttıkça tahılın bile dışarıdan getirilmesi gerekiyor ama onun da ötesinde esas kıymetli taşlar, madenler, ahşap gibi hammaddeler gerekiyor. Bunun için de uzun mesafe ticaret sistemi kuruyorlar. Uruk kolonilerinden Kuzey Irak, İran ve Suriye’nin içlerinde var. Türkiye’de, Güneydoğu Anadolu’nun en güney kısımlarında var olduğu bilinen noktalar mevcut. Ama son çalışmalar doğrultusunda aslında anlaşıldı ki daha iç kesimlere doğru da ticaret kolonisi sistemi kurulmuş. Başur Höyük de muhtemelen bir Uruk Ticaret Kolonisi olarak kurulmuş çünkü çok tipik özelliklerini taşıyor ve ayrıca anlıyoruz ki buradaki yerliler işin püf noktasını öğreniyor, ticareti yapmaya gelen Uruklulardan bir şekilde kurtuluyor ve bu büyük zenginliği kendileri yaratıp kullanmaya başlıyorlar. Belki bir şekilde ticaret devam ediyor ama o dönem Siirt, Bitlis dolaylarında kimler oturuyorsa işi onlar sürdürüyor. Yazılı bir belge olmadığı için buradaki halka dair bir bilgimiz yok ama Başur Höyük Mezarlığı’nın bize gösterdiği o zenginleşmiş beylerin kendi mezarlarının zenginliği ve mezarlardaki buluntular akıldışı. Mesela, bir hançer buldunuz diyelim, demetlere sarılmış yüzlercesi var. Maden kap kaçak buluyorsunuz, onlarca. Bu inanılmaz bir servet birikimi. Hediyeler, eşyalar mezarlara sığmamış etrafına yığmışlar.

Özetle demek istediğim Anadolu’nun gerçekten bildiğimiz ve henüz bilmediğimiz, insanlık tarihini anlamakta bize sunacağı dönüm noktaları var. Neolitik dönemi bahsettiğimiz gibi şimdilerde biraz daha fazla anlamaya başladık ancak M.Ö. 4000’in sonu 3000’in başlarındaki dönem hala anlaşılmaya muhtaç. Bir başka çok ilginç konu M.Ö.2000’in başlarına denk düşen Asur Ticaret Kolonileri. O dönemde dönüyoruz dolaşıyoruz bir tek Kültepe’yi biliyoruz çünkü tek kazılmış koloni Kültepe. Ve elbette çok ilginç bir yer, 20 bin küsur tablet bulunduğu için çok detaylı bilgiye ulaşabiliyoruz ama burası gibi ismini ve yerini bildiğimiz en az yirmi tane daha koloni var Anadolu’da. Bu yerlerden belki bir tanesi bile kazılsa kim bilir ne kadar ilginç şeyler çıkacak. Aynı şekilde Kuzey Irak’taki Asur’un tekrar kazılmaya başlaması planlanıyor. Buradan da yeni bilgiler çıkabilir. Arkeolojide hala öğrenecek, keşfedecek çok şey var.

EE: Ölçeği buralardan sadece İstanbul’a daraltsak bile konuşacak çok şeyimiz var. Özellikle son yıllardaki kazılara bakarsak öylesine bilgiler, bulgular edindik ki onlarla yeni müzeler oluşturmak noktasına geldik.
GP: İstanbul’un, coğrafya ve iklim gibi açılardan oldukça elverişli olduğu düşünüldüğünde, çok eskiye giden bir geçmişi olduğunu tahmin edebilirdik fakat bin yıllardır kesintisiz yaşanan ve böylesine yapılaşmış bir kentte Neolitik kalıntı bulunabilir miydi, bunu hiçbirimiz tahmin edemezdik ama sonuçta bulunabildi işte. O dolgu katmanına inebilme şansınız olduğunda hele ki katman korunmuşsa çok net sonuçlarla karşılaşabiliyorsunuz. İstanbul’un uzak ve yakın geçmişiyle ilgili hala bilinmeyen o kadar çok şey var ki. İstanbul uzmanı değilim ama İstanbul’un Helenistik ya da Roma dönemleri ile ilgili de daha öğrenilmesi gereken çok şey var diyebilirim.

EE: İstanbul’un zaman mekan açısından çok katmanlı olduğundan hep söz ediyoruz. Bu çok katmanlı çeşitlilik sebebiyle İstanbul şehri hem yaşayanları hem uzmanlar için bir mücadele alanı diyebilir miyiz?
GP: Kesinlikle, İstanbul çok zor bir şehir. İstanbul’un yönetimi de, kültürel miras anlamında yönetimi de çok zor. Kültürel miras kavramının çok felsefi bir yönü var ve zaten en cazip yönü de o insan için. Geçmiş, bugün ve gelecek zamanlar arası bağlar, insanın, kültürlerin yarattığı o birikim, bu tür birikimin nasıl kullanılabileceği, kişinin hayatını bunu kullanarak nasıl zenginleştirebileceği, ne kadar bende yaşıyor, ben bu tür bir birikimi nasıl sağlama alırım ki ancak bu şekilde geleceğe kalması mümkün olur gibi soruları hayal ettiriyor. Ama bir de hayatın gerçeği var. Diyelim ki kültürel mirasla ilgili somut herhangi bir şey yapacaksınız; mesela fiziksel varlıklarla ilgili bir proje gerçekleştirilecek. Siz bu durumda çeşit çeşit kanun, yönetmelik, idari birimler gibi katmanlarla mücadele edeceksiniz. Örneğin UNESCO açısından İstanbul’un alan yönetimini en çok zorlaştıran şeylerden biri bu denli çok kanun ve kararla, farklı birim ve idari süreç işin içindeyken hareket etmek, bu hiç kolay değil. Diğer yandan bu, İstanbul gibi tüm büyük şehirlerde karşımıza çıkabilecek bir sorun. İstanbul tabi ki artık anormal bir örnek, bir istisna. Onun gibi on şehir daha sayabileceğimizi sanmıyorum. Çok çok karmaşık.

EE: Mimarlık özelinde bir çalışmanız oldu mu?
GP: Mimarlığın kendi pratiğine ait bir girişimimiz olmadı. SARAT arkeolojiye yönelik bir proje olduğu için mimarlık, özellikle de restorasyona ilişkin soru sormaktan bilerek kaçındık. Çünkü bir şeyi sınırlamazsanız konu dağılabiliyor ve iş yüzeysel kalabiliyor. SARAT projesinde esas konu arkeoloji ve kültürel miras ve aramızda bir mimar yok. Ben mesleki hayatımda birçok restorasyon uzmanı ve hocasıyla bir arada oldum, birinin iyi dediğine bir başkasının iyi dediğini neredeyse hiç duymadım diyebilirim. Bakış açıları, tercihler, yöntemler ve tabi restorasyonun kendisi de yıllar içinde değişiyor. Hem kendi alanımız olmayan hem de zaten üzerinde hiçbir konsensus bulunmayan, ama bir yandan herkesin hakkında bir fikri olduğu bir konudan özellikle kaçtık.

EE: Arkeoloji ve kültürel miras üzerine, tüm zamanlar için en hayati konu tehditler. Yerel ya da dünya ölçeğinde söz konusu pek çok tehdit düşünüldüğünde bir sınıflandırma yapmak, bunları belli başlıklarda toplamak mümkün mü?
GP: Belki ikiye ayırarak, insanın sebep olduğu ve doğanın sebep olduğu tehditler olarak genelleyebiliriz diyeceğim ama bu bile doğru olmayacak; çünkü doğanın yarattığını söylediğimiz birtakım tehditlerin de aslında insan yüzünden gerçekleştiğini biliyoruz artık. Böyle bir test sorumuz var hatta çevrimiçi dersimizde, sormakta çok tereddüt de ettik böyle bir ayrım yapabilir miyiz diye düşünerek. Bugün karşımıza gitgide daha yıkıcı bir güç olarak çıkan doğanın önümüzdeki yıllarda daha da yıkıcı olacağını biliyoruz; ama doğanın bu denli sertleşmesinin ve öngörülemez şeylere sebep olmasının arkasında insan var. Belki de aslında, kendi içinde bir çelişki olsa da, kültürel mirası yaratan da, en birinci derecede yok eden de insan demek mümkün.

EE: Bu noktada iklim değişikliği ve su etkisine değinecek olursak, arkeolojik varlıkların iklim değişikliği sebebiyle zarar görmesi anlamında, özellikle metropollerde ne kadar korkutucu bir tablo söz konusu sizce?
GP: İklimin arkeolojik varlıklar üzerine etkisi, SARAT projesine devam edebilirsek, önümüzdeki yıllarda üzerinde durmak istediğimiz bir konu. Şimdiki programda da değiniyoruz ama bunun üzerinde daha detaylı durmak gerekiyor. Pek çok açıdan ele alınabilecek bir konu ve ben de okuyorum öğreniyorum şu sıralarda, özel bir bilgim yok henüz. Ama örneğin müzecilik tarihe baktığımızda müzelerin aslında en çok su baskınlarından tahrip olduğunu görüyoruz. Hatta bununla ilgili İngiltere’de bir anket de yapılmış; müzelerin karşı karşıya kaldığı en büyük risk su baskını. Bir diğer tehlike yangınlar. Yakın zamanda gördük; Hasankeyf’in üst bölgesi buna maruz kaldı ki zaten 2010’dan beri ziyarete kapalı bir alandı, artık kimsenin geçişine izin verilmiyor. Hava aşırı sıcak olduğu için, bazen kötü niyet de aramak gerekmiyor, sadece ısıdan dolayı da çalı çırpı tutuşabiliyor ve çok büyük bir yangına sebep olabiliyor. Uluslararası ölçekte ise depremler, Nepal örneğinde olduğu gibi, kültürel miras dünyasının çok üzerinde durduğu bir tehdit. Bir an durup İstanbul’u ve başımızdaki deprem tehdidini düşünürsek kendi başına bir kabus senaryosu bu.

EE: Depremin yanı sıra savaş, terör tehditlerini de sayabiliriz.
GP: Geçtiğimiz Nisan’da Almanya’da bir konferansta, Yemen’in Eski Eserler Genel Müdürü’nü dinleme şansım olmuştu. Birtakım tarihi alanların tekrar ve tekrar bombalandığından bahsetti, tarihi ve arkeolojik alanların çok kasti bir şekilde yıkıma uğratıldığının altını çizmişti.

EE: Yeniden inşa çalışmaları yapılıyor ya da yapılmaya çalışılıyor. Gündelik yaşamın yanında küçük bir ölçek kalacak ama bunun güncel sanatta da yansımaları var. Irak Müzesi’nin yağmalanması ve bölgedeki saldırılara karşı, Irak kökenli sanatçı Michael Rakowitz örneği var umut verici olarak. Bir tür iyileştirme gibi düşünülebilir. Ekibiyle birlikte müzedeki eserleri yeniden üretmeye giriştiği şahane ve çılgınca bir projesi var. Londra, Trafalgar Meydanı’nda bulunan Fourth Plinth ödüllü Görünmez Düşman Var Olmamalı adlı Lamassu heykeli de bu projenin bir parçası.
GP: Evet, çok güzel ve kamusal sanat anlamında da çok başarılı bir heykel. Eski Mezopotamya mitolojisinin en karakteristik figürlerinden biri ve heykelin malzemeleri de çok şey çağrıştırıyor.

EE: Bölge halkının kullandığı içecek tenekeleri ve hurma paketlerinden inşa ediyor Rakowitz ve ekibi. Bu arada siz de medyanın etkisinin ne kadar önemli olduğunun altını sıklıkla çiziyorsunuz; bu tür çalışmalarla kamusal bilinç oluşumuna destek olunuyor, büyük oranda da medyada yer alıyor.
GP: Yüzde yüz katkısı oluyor. Bu söylediğinizi SARAT’ın başka bir çıkarımına bağlayacağım, başlarda sözünü ettiğim “arkeolojiye dair ilgi var ama bilgi yok” durumunu büyük bir açıklıkla tespit ettiğimizden beri hep şunu düşünüyoruz: Demek ki bilginin insanlara farklı şekillerde ulaştırılması lazım. Kültürel miras, arkeoloji ya da tarihle uğraşan insanlara yol çizebilecek bir bulgu bu. Kendimize de böyle bir yol çizdik. Türkiye’de kültürel mirasla ilgili birçok konuşma döner dolaşır ve “ilkokullara arkeoloji, kültürel miras dersi koymak lazım”a varır. Fakat bilgiyi ulaştırmak illa ilkokullara arkeoloji dersi koymakla ya da kitap yapmakla olmuyor. Bilgiyi iletmenin, ilginç kılmanın birçok ve farklı yolu var. Dediğiniz gibi, kamusal sanat da pekala bunlardan biri. İnsanları düşündürecek, bir şey çağrıştıracak, bir konuyu gündeme getirecek bu tür çalışmalar. Türkiye’de televizyon hala insanların gündelik hayatında büyük önem taşıyor. Televizyonda izlenenler, orada anlatılanlar insanları hala çok etkiliyor, hem olumlu hem olumsuz anlamda. Bunun yanında SARAT projesinde gördük ki sosyal medya da bu anlamda çok güçlü. Bu mecrada bilgiyi daha iyi nasıl aktarabileceğimizi araştırdığımız yeni projeler geliştirmeye çalışıyoruz.

EE: SARAT, 2019 Mart ayında sona erecek üç senelik bir proje. Genel olarak içeriğinden ve projenin gerçekleşmesini sağlayan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nden de söz edelim isterim. Ankara’da bulunan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü (BIAA-İAE) bu topraklarda bilgi üretmek ve paylaşmak üzere 70 yılı aşkın Türkiye’de hizmet veren bir kurum.
GP: Ankara İngiliz Arkeoloji Enstitüsü, SARAT projesinin sahibi. Destekçimiz ise İngiliz Kültür Bakanlığı’nın yarattığı Kültürel Miras Fonu (Cultural Protection Fund). İngiltere’de Kültür Bakanlığı dört birimden oluşuyor: dijital, medya, kültür ve spor. Kültürel Miras Fonu bakanlığa bağlı ve British Council tarafından yönetiliyor. Enstitü başkanlığındaki SARAT projesinin iki ortağı var; Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü (ANAMED) ve Dünya Müzecilik Konseyi İngiltere Şubesi (ICOM UK).

Dediğiniz gibi İAE, 70 yıl önce Türkiye’de özellikle arkeolojik araştırmalar için kurulmuş bir enstitü. Son yıllarda araştırma alanlarını sadece arkeolojiyle sınırlandırmayarak yakın dönem Türkiye çalışmaları, tarih ve özellikle kültürel miras konularıyla genişlettiler. Alman, Fransız ya da İsveç Arkeoloji Enstitüsü gibi kurumları düşünürseniz hepsi İstanbul’da kurulmuştur, İAE özellikle Ankara’da kurulmuş. Enstitü, İngiltere’de beşeri bilimler alanındaki en prestijli çatı kuruluş olan British Academy’nin altında yer alan yurtdışı araştırma kurumlarından biri. Çok iyi bir kütüphanesi ve arkeolojik çalışma koleksiyonları var: bitki örnekleri, çanak çömlekler… Ve tüm araştırmacılara açık. Zaten Ankara’da yaşamış her arkeoloji öğrencisinin, öğretim üyesinin yolu mutlaka İngiliz Arkeoloji’nin kütüphanesinden geçmiştir. Halen de gelişmeye devam eden bir kütüphane.

EE: Onların ev sahipliğinde SARAT olarak çok kapsamlı, çok ayaklı işler yürütmektesiniz. Arkeoloji Haberciliği Atölyeleri düzenliyorsunuz. Eski eser koleksiyoncuları ile buluşmalar gerçekleştiriyorsunuz ve belki de kamuya en çok ulaşan kısım olan ücretsiz, çevrimiçi bir sertifika programı sunuyorsunuz.
GP: Projeye başlarken elbette birtakım hedeflerle yola çıktık ama ilerledikçe hedeflerimizi daha iyi ifade edebilmeye başladık. SARAT projesi kapsamında, Türkiye’deki arkeolojik varlıkların burada yaşayan herkes tarafından korunmasını ve takdir edilmesini sağlamak istiyoruz. Koruma kelimesini kendi başına kullanmamayı tercih ediyorum, kendi başına bir emir gibi.

EE: Farkına varmak olabilir mi?
GP: Olabilir; farkına varmak, anlamak, zaten hepsi birbiriyle bağlantılı. Bir konu hakkında bir şeyler öğrendiğiniz zaman sever, kıymet verirsiniz ve kıymet verdiğiniz şeyi de korumaya başlarsınız. Bu bir çember diyelim, biz bunu sağlamaya çalışıyoruz. SARAT ile birlikte aslında gerçekte yapmak istediğimizin bu olduğunu gördük ve anladık. Korumak, evet; ama neyi korursunuz? Sevdiğiniz ve kıymet verdiğiniz şeyi. Peki nasıl sevip kıymet verirsiniz? Bilirseniz. Farkında olursanız. Hepsi bir arada. Esas amacımız bu ve bu amaca ulaşmak için sözünü ettiğiniz programları yapıyor, bunu yaparken de hep şunu vurguluyoruz: Biz aslında arkeolojik varlıkların bir bütün olarak korunmasının önemini vurgulamak istiyoruz. Derdimiz tek bir obje, tarihi anıt ya da tek bir arkeolojik alan değil. Kazılmış kazılmamış, ortaya çıkmış çıkmamış tüm o verinin bütünlüğünün korunmasının önemini tüm çalışmalarımızda vurguluyoruz. Bu amaçlara ulaşabileceğimiz yollardan biri olan Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması dersi gerçekten beklentilerimizi çok aşan bir biçimde kamuoyuna ulaştı ve takdir görüyor. Bundan ötürü çok mutluyuz. Bu ve benzeri başka dersler yapabilirsek bilgiyi artırma yönünde çok faydalı olacağını görüyoruz.

Gazetecilik Atölyeleri de, medya üzerinden daha doğru ve daha bilinçli anlatıma katkımız olması açısından çok önemsediğimiz bir mecra. Eski eser koleksiyoncuları ile konuşuyoruz çünkü bugün dünyada arkeolojik alan talanı, tarihi eser kaçakçılığı çok gündemde ve ister istemez koleksiyonerler de bu denklemin -pek de iyi olmayan- bir yerinde. Öyleyse bakalım onlar konuya dair neler söylüyorlar ve Türkiye’de bu konu nerede duruyor diye sorduk; sadece kaçakçılık açısından da değil, kendi hedefleri ve motivasyonlarını, koleksiyonlarıyla ne yapmak istediklerini sorduk ve dertlerini dinledikçe çok enteresan bir fotoğraf oluşmaya başladı.

Öte yandan bir kamuoyu araştırması yaptık, sonuçlarını paylaşıyoruz. Onunla ilgili yapacağımız bir bağlantılı çalışma daha var. Yaptığımız kamuoyu çalışmasının sonuçlarını Türkiye’den seçtiğimiz altı şehre gidip oradaki kültürel miras, arkeoloji, turizmle ilgili kişilerle birebir paylaşıp konuşmak istiyoruz. “Yerel’de Arkeoloji” ismini koyduğumuz bu toplantılara Eylül ayında başlıyoruz ve Burdur, Şanlıurfa, Gaziantep, Tunceli, Kırklareli ve Nevşehir’e gidiyoruz. Kendi bölgeleri özelinde araştırmanın sonuçlarını da birebir sunacağız. Bu arada bölgesel ortalamalar ile Türkiye ortalaması birbirinden çok da farklı değil, onu da ekleyeyim. Sadece anket sonuçlarını değil, arkeolojik zenginliğin kendi bölgesine daha fazla katkı sağlaması nasıl mümkün olabilir, bunun için nasıl yollar yaratılabilir, bu tür bir birlikte düşünme çalışması yapacağız.

EE: Bu şekilde çevrimiçi dersin haricinde projenin başka türlü bir kalıcılığını da sağlamış oluyorsunuz.
GP: Evet, belki o konuşmalardan başka projeler doğacak, çok mümkün. Bir de çevrimiçi dersin katılımcılarıyla birlikte Türkiye’de çok büyük ve önemli bir ağ kuruyoruz. Şu an 2000’in üzerinde katılımcımız var, dersin Eylül ve Kasım dönemlerinde aramıza katılacaklar hariç. Gideceğimiz şehirlerdeki konuşmalara özelikle derslerimize katılmış kişilerden de davet edeceklerimiz olacak. Sözünü ettiğim ağ etrafında ortak fikirler, projeler üzerinden nerelere ilerleyebileceğimizi göreceğiz.

NOTLAR
1 SARAT projesi (Safeguarding Archeological Assets of Turkey / Türkiye’nin Arkeolojik Varlıklarının Korunması) hakkında detaylı bilgi ve proje kapsamında gerçekleştirilen kamuoyu anketinin sonuç raporuna projenin web sitesinden ve sosyal medyada Facebook, Twitter ve Instagram hesaplarından ulaşılabilir.