Mimar Sinan'ın Dehası ve İnşa Edilmiş Bir Kimliğin Gölgesi

KORHAN GÜMÜŞ

Tophane-i Amire binasında yer alan "Mimar Sinan: Bir Mimari Dehanın Şaheserleri" başlıklı sergiye uğradım. (Henüz gitmeyenler için ön bilgi: giriş 25 TL. Duyup gelenlerden bazıları kapıdan geri dönüyor.) Sergiyi "Allevents" adlı bir fuarcılık kuruluşu düzenlemiş. Birtakım tanınmış kişiler de danışmanlık yapmış. Bir mimarlık ofisi de sergileme tasarımını yapıp uygulamış. Bazı bölümlerinin de ayrıca sponsorlarının olduğu belli oluyor. (Başka bir ayrıntı: Eğer serginin yanında bir de su içmek isterseniz 1,5 TL!) Teknik olarak dijital ortamda interaktif uygulamalar var. Serginin mekan kullanım düzeni, tasarımı gayet yerinde. Sergiyi gezerken “keşke bu enformasyon sistemi yalnızca sergi mekanında değil, Paris, Londra, Floransa gibi başka şehirlerde olduğu gibi yapıların içinde de yer alsa” diye içinizden geçirebilirsiniz.

Serginin amaçları resmi web sitesinde şöyle tanıtılıyor: “Hassa Mimar Başı Koca Sinan, Türk mimarlık tarihinin, ilk sıradaki yerini tartışmasız açık ara hak eden en değerli üstattır. Bu kapsamda ele alınan ve değerli bilim adamlarının danışmanlığında organize edilecek bu büyük sergi; gerek ülke içerisinde, gerek ülke dışında, büyük mimarın tanıtılması düşünülerek oluşturulmuştur.

"Mimar Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri" sergisi; tarihimizde daha iletişim anlamında hiçbir şey yapılmazken, yaptığı işler ile gönüllere taht kurmuş ve birçok mimarın O’nun eserlerinden feyz alarak kariyerini oluşturduğu bir marka olan Mimar Sinan’ın gelecek nesillere de anlatılması, aynı zamanda bu vesile ile ülkemizin yurtdışında tanıtılmasına katkı sağlaması amacı ile kurgulanmıştır.

Sergi organizasyonlarının, özellikle tanıtım açısından çağdaş toplumlarda en üst düzey etkinliklerden kabul edildiği günümüzde, Türkiye markasını diğer ülkeler arasında yukarıya taşıyacak değerlerimizi aynı yol ile tanıtmak ve değerlerimize sahip çıktığımızın bir göstergesi olarak ‘Mimar Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri’ sergisini oluşturmuş olmaktan büyük bir kıvanç duyuyoruz.”

Bu sergiyi düzenleyen ve bu konuda ürünler vermiş, birikim sahibi değerli kişilerin işlerine karışmak asla haddim değil. Ama bu sözler ister istemez bana öğrenciliğimde hep kafamda soru işaretleri bırakan bir şeyleri hatırlattı: Mimarlık tarihi, kültürel miras gibi alanların, mimarlığın göreli ve çoklu yapısını keşfetmek, anlamak için değil, sanki mesleki kimlik inşa sürecinin araçları olarak kullanılması. Mesele bir izleyici olarak aklımdan geçen düşüncelerden ibaret olsaydı, sergi üzerine konuşma gereği duymayacaktım. (Nitekim bu amaca hizmet eden bir dolu yayın, belgesel var ve bunların üzerinde hiç durmadan geçiyoruz.) Bir fuarcılık kuruluşunun bu sergiyi bu sözlerle tanıtmasında da yadırganacak bir şey yok. Ancak serginin Mimar Sinan Araştırma Merkezi'ne “hibe” edileceğini duyunca kafamda sorular yeniden belirdi.

Elbette ki sergiler, yayınlar, etkinlikler araştırmalardan beslenir; ancak bir “araştırma merkezi” kurma fikri zannedersem başka bir şeydir. Bu nedenle böyle bir merkezin oluşumuna önce tartışmalarla başlamak daha yararlı olabilir. Özellikle tarihi kişilikleri, mirası ilgilendiren konular modernleşme tarihinin başından beri çeşitli kültürel inşa süreçlerine sahne olmuş alanlardır. Çoğu zaman bir “milli hafıza” oluşturmak amacıyla inşa edilmiş bir geçmişin yükünü taşırlar. Bu hafızanın oluşum biçimi, çoğunlukla özgürleştirici değil, belli bir seçkinler topluluğunun hakimiyetini pekiştirici bir işlev görür. Üniversiteler, araştırma merkezleri gibi bağımsız kurumlar bu yükü yok sayarak, görmezden gelerek değil, dikkate alarak, hatta oluşumundaki nedenleri inceleyerek gelişmişlerdir.

Mimar Sinan gibi tarihi kişilikler bu milli hafızayı inşa etmeye yönelik bir işlev görürler. Bu nedenle çoğu zaman da ele alınan tarihi kişiliğin daha iyi bilinmesine, eserlerinin daha iyi korunmasına değil, onun anlam dünyası ile aramızdaki ilişkiyi koparan bir perde, bir duvar gibi çalışırlar. Serginin amaçlarını tanımlayan metindeki gibi yaklaşımlar çoğu zaman bu milli hafıza içinde inşa edilmiş, farklı deneyimlere kapalı kolektif vizyonlardır.

Bu da bilinenlerin, seçilip öne çıkarılanların yanında, unutulan, silinen, üzeri örtülen, bastırılan ilişki biçimlerinin, farklılıkların gölgede kalmasına yol açar. Bu tarihi kişilikleri kutsallaştırırken tarihle kurulan ilişkiyi yaratıcı bir deneyim alanı olmaktan çıkarır, yok eder. İnşa edilen ve muhafaza edilen kimlikler, unutma süreçleri ile karşılıklı bir bağımlılık içerir. Kutsallaştırmak, tarihi baskı altına almak, dönüştürücü potansiyelini yok etmek demektir. Kutsallaştırmak, tarihi kişiliği bu amaçla kullanmak bir hafıza kaybıdır, bilmeyi törene dönüştürmektir. Bu nedenle bir araştırma merkezinin kuruluşunda önce bu tür bir vizyonla hesaplaşmak gerekir. Bir araştırma merkezi neyin doğru ve yanlış olduğunu bu milli hafızaya yaslanarak tanımlayan çok bilmiş öznelerin bağnazlığından, inşacı kurumsal pratiklerin yarattığı iktidar alanlarından ziyade işbirliğine, açıklığa ve çeşitliliğe yönelen, zihinsel enerjileri harekete geçirerek sivil topluma dalga dalga yayılan, eğitimle edinilen profesyonel deneyimleri yenileyen ve geliştiren, mevcut inşacı (neoklasik) kültürel miras politikalarını onaran bir dönüşümden geçmek zorundadır.

Bu dönüşüm tarihi kişiliğin değerlerinin önemsizleştirilmesi anlamına gelmez. Yalnızca kutsallaştırılmasını engeller ve düşünce alanını demokratikleştirir. Çünkü çoğu zaman bu tarihi kişiliklerin kutsallaştırılması, kamu alanındaki deneyimlerde geçmişe değil geleceğe uzanan koşullandırmalar yaratır. Temsil eden, temsil edileni kendisine dahil ederek kendisini mutlaklaştırır. Mutlaklaştırmaktan öte temsil edileni hiçleştirir. Resmi iktidar kurumlarının yetki alanındaki inşa süreçleri, bilgiyi tehlikeli bir şekilde kutsallaştırır. Oysa modernlik, düşünce ile mekan arasında böylesine bir asimetriyi yeniden üretmek yerine anlam dünyalarını karşılıklı olarak deneyimleme çabası olarak görülebilir. Bilmek sembolik bir faaliyettir, hiç şüphesiz; ancak bilinen de semboliktir ve bilinenin yaratıcı deneyimlerle sürekli keşfedilmek dışında bir gerçekliği yoktur. Yoksa bilgi Süleymaniye gibi bir şaheserin bir müteahhitlik çalışması ile restorasyonunda dışlanmış bir deneyime, basit bir danışmanlık işlevine indirgenebilir. Yaratıcı deneyim ise her zaman uygulama ile bilgi arasında karşılıklı bir diyalog ilişkisi içeren patikalar geliştirir.

Üniversitelerde adı üstünde, evrensel bir bilgi üretilir, yerleşik kalıplarla bu gerçekliğin üretilmesine yönelik değil, daha çok göreliliğine dair çalışmaların yapılması tercih edilir. Bu sayede bu tür kurumsal yapılar evrensel ölçekteki entelektüel üretime katkıda bulunur ve ilgi görürler. Mimar Sinan da bir tarihi kişilik olarak, her ne kadar üzerinde fazlasıyla çalışılmış olsa da, bundan muaf değildir. Bu sergi de zannedersem bunu ispatlıyor.

Eğer araştırma merkezi bu sergide olduğu gibi böyle bir yükü dikkate almadan işe başlarsa, daha ilk adımda temel bir eksiklikle yola çıkmış olur. Üniversite eğer işlevini yerine getirmezse, örneğin Süleymaniye Cami ile bugün Çamlıca Cami’nin tasarlanmasını aynı şey zannetmek gibi bir sorunla karşı karşıya kalmak bile mümkündür. Sergide yapıldığı gibi Sinan'ı çağdaşı Palladio ile karşılaştırmak bu açıdan iyi bir tercih olabilir. Ne kadar işgücü kaynakları, yaşanan deneyimler açısından İstanbul ve Floransa gibi şehirler arasında akışlar olsa da, bu iki kişinin aynı mimarlık alanında olduğunu söylemek ne kadar yerindedir? Her iki tarihsel kişilik tek tip mimar kimliğiyle ilişkilendirildiklerinde karşılaştırmanın yerini olsa olsa bir benzetmenin aldığı söylenebilir.

Nitekim sergide kullandığı temsil sistemlerinde yenilikler yaşansa da, imparatorluk askeri mimarlık sistemi içinde yer alan Sinan ile Rönesans dinamiklerinin merkezinde yer alan Palladio'nunkiler nerede benzeşir, nerede ayrışır? Bu konuda sergide hiçbir bilgi yok. Karşılaştırma, farklı deneyimlerin araştırılması, hatta genel olarak mimarlık tarihinin spesifik alanı açısından asıl ürün alınabilecek bu bereketli alan, anlaşılan bakir (dışarıda) bırakılmış. Buna karşılık dışsal koşullar hakkında bilgi verilmiş. Mimarlık alanını özcü bir tarihyazımı pratiği içinde tanımlamak, eğitim alanındaki kendisini merkeze alan yaklaşımlardan çok farklı değil.

Geçmişte mimarlık eğitimi mimarlık tarihini tamamen biçimsel bir gelişmeye ve dışsal yapılardaki değişime indirgeyen bu neoklasik zihniyetle karşı karşıya kaldı. Bu aynı zamanda mimarlık tarihi disiplinin bir “sınıf bilinci” aktarma işlevi gördüğünü gösterir. Bu yüzden otoriter yönetim düzenlerinde çoğu zaman bu eğitimin koşullandırmasından geçen kişiler, devlet bürokrasisi ve piyasa ilişkilerine kendilerine biçilmiş bu rolü sorgulamadan yer alırlar. Edinmiş oldukları bu kimliği nadiren sorgulama imkanları olur. Bu yüzden eğitiminin iktidar ilişkilerini yeniden ürettiği, “bina çizme” (tasarım) işleviyle donatılmış bireyler ürettiği düşünülebilir. Böylece mekanın kendi insani dinamikleri, tarihi, çeşitliliği, ilişkileri ihmal edilir; mimar özne olarak bu nesneye biçim veren bir kişilik olarak algılanır

Evet, tarih, bugünden okunur; ancak geçmişi bugünün koşullarıyla inşa etmek için değil, içinde bulunulan koşullarda dahil olmak üzere, anlamaya keşfetmeye çalışmak için. Bugün başka yerlerde olduğu kadar sergide söz edilen Sinan'ın "tasarım" dehası başka türlü nasıl anlaşılabilir? Onu bu şekilde, kendi amaçlarımıza ve vizyonumuza göre inşa ederek mi? Sinan içinde bulunduğu yönetimsel askeri yapı içinde mimari üretime dair birçok bilgiyi kendi tanımlayarak, eklemleyerek sürece dahil ediyordu, muhtemelen. Bu durumda bu bilgilerin nerede betimleme, nerede tasarım olduğunu dikkate almadan bu çok boyutlu “tasarım” yönteminin Palladio'nunki kadar belirtik (explicite), nesnesi ile bir tekabüliyet ilişkisi içinde olduğu herhalde iddia edilemez. Sinan büyük bir ihtimalle daha çok askeri bir düzenin gerekleri içinde, örtük (implicite) biçimde devşirilen bilgiler üzerinden bu sistemi yönetmişti.

Dolayısıyla birinci sorun hem kültür, hem de kültürel miras kavramlarının bu milli hafıza içindeki kimlik inşa edici rolüdür. Farklı, karmaşık bir kapsam bu süreçte yeniden anlamlandırılır. Böylece bu milli hafızaya uygun bir temsil alanı inşa edilir. Temsil etme (representation) kavramı mimarinin de toplumsal tarihsel gerçekliği yansıttığı fikri üzerine kuruludur. Böylece temsil etmeler yoluyla toplumsal gerçekliklerin (kimliklerin, geçmişin) inşa edildiğini söyleyebiliriz. Benzer bir gelişme eğitim yoluyla kimliklerin üretiminde yaşanır. Bu kimlikler de milli bir hafıza oluşturmak üzere bu tür benzerliklerden üretilir. Örneğin 19. yüzyılda, imparatorluğun modernleşme sürecinde bütün topluluklar aşağı yukarı kendi kamusal alanlarını bu neoklasik tarzda tanımlarlar. Vatandaşlık üretimi için eğitim programları, okullar oluşturulur. Güncel miras koruma/bilme pratiği ise entelektüel çerçevesi içinde bu sembolik örtüşmeyi açığa çıkarır ve bu mutenalaştırıcı, neoklasik yeniden üretim konusunu üniversite eğitiminden ayrıştırır. Dönemin siyasal koşulları, değişen yapı tipolojileri, tarihi kişilikler, destekçiler, ilişkiler ve bunlar gibi tarihle, bağlamla ilgili bilgiler, dışsal parametreler ihmal edilmesi gereken konular değil. Ama çoğu zaman bir araştırmanın, bir perspektif açması beklenen bir işin onlara yaslanma kolaylığından uzaklaşıp, mimarlıkla ilgili bir alanda sözünü söylemesi beklenir.

Temsil edene dahil edilmiş bir içerik, kapalı uçlu bir söylem pekala bir fuar organizasyon şirketinin işi olabilir ama bir araştırma merkezinin olması zor.

Bu tartışmayı zaman kaybına, mevcut bilginin, otoritelerin, kurumların, elimizde “kutsal” olan ne varsa (ya da kaldıysa) değersizleştirilmesine, itibarsızlaştırılmasına yönelik bir saldırı olarak da algılayanlar olabilir.

Oysa şu sorulara cevap vermek zor değildir: 19. yüzyılda inşacı zihniyet dünyası içinde boğulan akademya nasıl üniversiteye dönüştü? Mimarlık, sanat, tasarım, politika nasıl bir dönüşüm geçirdi? Bunun farkına varmak için karşımızda bugün sayısız örnek bulunuyor. Bu hesaplaşma yalnızca otoriter bir zihniyet dünyasından demokratik ve katılımcı bir değerler dünyasına geçmek için yararlıdır. Örneğin Süleymaniye gibi bir dünya mirasını bu tür bir hesaplaşma gerçekleştirmeden, yenilikçi bir deneyim alanına taşımadan geleceğe taşımak, “restore etmek” bile mümkün değildir. Çünkü korunması gereken yalnızca onun fiziksel varlığı değil, onu koruyacak zihin dünyasının özgürlüğüdür. Bu yapılmadığı takdirde karşınızda piyasa güçlerine bağımlı bir kamu deneyimi çıkar. Her türlü anonim düşünce gerçekte kapalı bir zihin dünyasından beslenen, kendi öznelliğini genel geçer bir norm olarak kabul ettirmeye, kritik bir düşünce süzgecinden kendisini muaf tutmaya çalışan bir dayatmadır.

Eğer bu sergide olduğu gibi Mimar Sinan Araştırma Merkezi bu milli hafızayı, geçmişi sorgulamadan kurulacaksa, korkarım bu neoklasik inşa sürecinin bir kurumu (kalıntısı) olarak işlev görmeye ve gölgesi altında kalmaya mahkum olacaktır.


Tamirhane Mimarlık'ın projesini okumak için tıklayın.

Etiketler: