Mimari, Tasarım ve Hikayeler

FİLİZ CİNGİ

Tasarım nesnesinin küresel anlatının bir parçası haline gelmesi, yapılı çevreye etkisinin göz ardı edilmesinin yanı sıra yaratıcı öznenin hem kendisine hem de üretimine yabancılaşmasına sebep oluyor. Filiz Cingi, anlatının ötesine geçebilmeye dair yazdı.

“Mimariyi ve yapıları hikayeler için bir alan olarak düşünebiliriz. Bu yapılarda yaşayan, bu yapılarda çalışan insanların hikayeleri. Yapılarımızın yarattığı deneyimleri hayal etmeye başlayabiliriz.  Bundan dolayı inanıyorum ki mimari; fiziksel varlığın, inşa edilmiş çevrenin alanını aşar, daha çok gerçekte hayatımızı nasıl yaşamak istediğimizle, kendimizin ve diğerlerinin hikayelerini nasıl yazdığımızla ilgilidir.”1 Ole Scheeren  

Mimarların, yapılarının hikayelerini kurgularken yaptıkları yolculuğu Heidegger, kasabasındaki kara ormanda yaptığı yolculuğa benzetir. Bizler de proje süreçlerini kendi kara ormanlarımızda yaptığımız yolculuklarla tamamlıyoruz. Yapı yapma sanatının tarihsel sürecini ve daha önce takip edilen yollardaki izleri takip ederek, kimi zaman yol ayrımlarına gelip yanlış ya da doğru yolları seçerek, bazen bir düzlüğe ulaşıp hangi noktada olduğumuzu değerlendirebildiğimiz, bazen de hiçbir ipucu olmadan, ne düzenlenmiş bir sistem ne de mantıksal bir işlem içeren bu ormanda yolumuzu bulmaya çalışarak… 

CCTV yapısı, Ole Scheeren, OMA
CCTV binasının çevre mahallelerden görünüşü, fotoğraf: OMA
Heidegger, yürüyüş sırasında
THAT’S dergisi kapağında bir kültür nesnesi olarak CCTV binası

Projenin hikayesi tasarımcı gözünden böyleyken insan-yapı ilişkisi bağlamında; “İnşa, insanların kendilerine yer biçme çabalarını zamanla fiziksel bir yapıya dönüştürmesidir.” der Heidegger ve ekler: “Aslında yapılar insanların uğraş verdiği şeylerin izlerini, maddi dünyada hem küçük hem de büyük ölçekte kaydederek her yapı ustası ve bina sakininin özgün karakterini yansıtır. Böylelikle mimarlık, insanları dünyanın merkezine yerleştirmeye yardım edebilir. Kişilere kendilerini keşfe çıkacakları imkanlar sunabilir.”2

İnsanları dünyanın merkezine yerleştirebilen ve kendilerini keşfe çıkmalarına imkan veren bir olgu! 

Mimarlık geçmişte bu minvalde anlaşılsa da, teknolojinin dur durak bilmez yükselişinin bu anlayışın üstünü örttüğü bir gerçek. Teknoloji gelişimiyle birlikte görselleştirilmiş ya da tamamlanmış yapıları-mekanları tek veya en fazla iki fotoğrafı (çoğu dijital programlarla değiştirilmiş olarak) ile izliyor, hatırlıyor, hayatlarımızın bir parçası haline getiriyoruz. Anlatılan hikayeler de bir yolculuğun değil, bu küresel anlatının parçası haline geliyor. Yapı, simgesel bir “kültürel” nitelik kazanıyor. 

Ole Scheeren‘in “Harika Mimari Neden Hikaye Anlatmalı”3 adlı TED konuşmasında üzerinde durduğu gibi Çin’deki CCTV yapısının, ülkede yayınlanan bir dergi kapağında Karl Lagerfeld ve Lenny Kravitz’in de aralarında bulunduğu birçok ünlüyle birlikte, “kültürel bir karakter” olarak sunulduğu kolaj, bu algı anlatısında gelinen noktayı gösteriyor: Dergi kapağında, yapının simgeselliğinin küresel ekonomi ile müthiş koalisyonu yer alıyor! 

Hepimizin aşina olduğu, Scheeren’in OMA ile birlikte tasarladığı CCTV yapısı, derin konsolunun karşısından çekilmiş olan fotoğraf karesi ve illüstrasyonlarıyla aklımıza kazınmıştır. Peki, nasıl bir kentsel düzen içinde yer aldığı ya da arka cephesinin nasıl göründüğü konusunda kaç kişi bilgi sahibi?  

Kültürel karakterinden bahsedilebilecek bir diğer yapı ise Gehry’nin tasarladığı Bilbao’daki Guggenheim Müzesi. Bir yapı, içinde bulunduğu kenti dünyanın sanat haritasına ekledi. Müzenin tamamlanmasıyla birlikte Bilbao’ya gelen turist sayısı ilk yılda %700 artmıştı ve hala artmaya devam ediyor; ayrıca Bilbao Belediye Başkanı Iñaki Azkuna, 2012 yılında dünyanın en iyi belediye başkanı seçildi. Bu küresel ekonominin mimari yapıların gücünü fark ederek “ikon” yapı, “star” mimar betimlemeleriyle araçsallaştırmasının en iyi örneklerinden biri. 

Bunlar gibi literatüre geçirdiğimiz güncel yapıları, fiziksel niteliklerini geri plana atarak, tek bir fotoğrafı ile tanıyor ya da internet üzerinden, üç boyutlu çevresiyle birlikte sanal olarak izliyoruz. Bu anlatıyla 2000’li yılların ilk yirmi yılını tamamlamak üzereyiz. Peki, bundan sonraki süreçte biz mimarlar nasıl bir beklenti ile karşılaşacak? 

Yapılar birer ikon haline gelip küresel ekonominin oluşturduğu genel eğilimleri yönlendirirken bizlerin de küresel ekonominin belirlediği beğenileri, yolculuklarımızdaki varış noktalarını, dış görünüşümüzle ilgili kararları, bizlere zaman tasarrufu sağlayan kokteyl haplar olarak sunduğu yaşam tarzlarından birini seçmemiz gerekiyor. Mimarlar da, kendilerinden beklenilen tarzda yapılar tasarlamalı; insanlar, onlardan oturmaları beklenilen konutlarda oturmalı, çalışmaları gereken mekanlarda çalışmalılar. 

Peki, biz nasıl ve nerelerde yaşamak istiyoruz sahiden? Nasıl mekanlarda karakterimizin izini sürebiliyoruz? Bizim hikayemiz nerede başladı ve nasıl devam ediyor? Tasarımcının yaşamı iyileştirme rolü üzerine yoğunlaşıp, “yaşam düzenleme” veya “yaşadığımız dünyayı düzenleme” rolünü hatırladığımızda “mimari” farklı bir anlam kazanıyor. Hayatlarımızın birden oluşmadığını, aslında onu bizim ürettiğimizi de hatırlatıyor. Hayat, pozitif olarak aldığımız, kabul ettiğimiz, sürdürdüğümüz değil, ürettiğimiz ve geliştirdiğimiz bir olgu ve bunun için tüm kapasitemizi kullanıyoruz. 

Bulunduğumuz noktada küresellik ve getirilerini yadsımadan takip ederek tarihsel süreçteki konumumuzu tespit etmek durumundayız. Medyada, cadde panolarında, üç boyutlu dev yapı üzeri panellerde, hatta sinema tuvaletlerinde bile bizi yakalayan yaşam tarzı kodlarından, logo dünyasından sadece (arta kalan) doğadayken uzak kalabilsek de tarih içindeki konumumuzu belirleyebilmeli ve bunun için kuramsal stratejiler geliştirmeliyiz. Daha önce Carlo Scarpa, Peter Zumthor veya Mimar Sinan’ın yaptığı gibi zamanın yapı ve malzeme teknolojisi sınırlarını zorlayarak, doğayı hissederek ve hatta taçlandırarak, yeni yaşam hikayeleri ve mekan deneyimleri kurgulayarak zamanın ve küresel ekonomi etkisinin ötesinde eserler bırakma ihtimalleri üzerinde çalışmalıyız.

Doğru tespit yapabilmek için kendi kara ormanlarımızdaki yollarda durup, hangi yöne doğru gideceğimizi tekrar düşünmeliyiz. Yargılarımızı bir kenara bırakarak cevaplarını bilmediğimiz soruları sorabilmeliyiz. Yeni hikayeler yazabilmeli, tasarımcının yaşamı iyileştirme rolü üzerine yoğunlaşmalıyız. Bu çok yönlü tespitleri yapabilmek, işimizi ve ürettiklerimizi daha doğru algılayabilmemize ve üreteceğimiz işleri geliştirebilmemize imkan verecektir.  

NOTLAR
1 Ole Scheeren, 2015, TEDGlobal https://www.ted.com/talks/ole_scheeren_why_great_architecture_should_tell_a_story?
2 Adam Sharr, 2007, Thinkers for architects; Heidegger for Architects, Routledge
3 Ole Scheeren, 2015, TEDGlobal

Etiketler:

İlgili İçerikler: