Mimarlık Da (Tıpkı Diğer Sembolik Faaliyetler Gibi) Sekülerleşmek Zorunda

KORHAN GÜMÜŞ

Temsil tekniklerinin mimarlığın profesyonel alanında oynadığı rolün önemi tartışılamaz. Modern olmayan mekanda temsilin böylesine bir rolü yok, metaforlar aralarında bir hiyerarşi olmadan, asimetrik olmayan bir ilişki içinde yer alıyorlar. Modern mekanda ise temsil tekniklerindeki sabitleyici düzenlemeler olmadan mimarlığı tanımlamak mümkün değil. Ancak kimi (ya da çoğu) zaman mimarlık faaliyeti öylesine bu temsil teknikleri içine sıkıştırılıyor ki, sanki yalnızca bunlardan ibaretmiş gibi algılanıyor. Oysa modern mimarlığın entelektüel arka planı, bu temsil tekniklerinin hem farkındalığını, hem de sorunsallaştırılmasını içeriyor. Ancak piyasa mekanizmaları içinde bu entelektüel arka planın üzerinin örtüldüğünü gözlemlemek mümkün.

Hatta yalnızca iktidara veya piyasaya bağımlı mimarlar değil, şaşırtıcı bir şekilde ortaya çıkan sonuçlarına itiraz edenler arasında bile bu temsil tekniklerini doğallaştıranlar ve bu eşitsiz işleyişi meşrulaştıranlar oluyor. Böyle olunca da mekanın, şehrin, ya da temsil edilenin “asimetrik” konumu değişmiyor. Bir bakıma bu entelektüel arka planı görmezden gelen uzmanların "muhalefet" ederken bile "elinden oyuncakları alınmış çocuklar" gibi davrandıkları oluyor.

Oysa yalnızca günümüzde değil, modernleşme sürecinin başından beri (hatta bildiğimiz tarihinin modern ve demokratik sayılabilecek bütün veçhelerinde) bu temsil ve tekabüliyet ilişkisinin sorunsallaştırılma çabasında olduğu gözlemleniyor. Bu nedenle modern mimarlığı bu "örtüyü kaldırma" ya da "görüneni değil, görünmeyeni gösterme" çabası olarak da yorumlayanlar var. Bu meseleyi daha anlaşılır kılmak için başka bir bağlamdan ödünç alınmış olsa da, sekülerleşme kavramını kullanmakta yarar görüyorum. Belki bu kavramı tartışmak için 19. yüzyılın ünlü eğitimcisi ve mimarlık düşünürü Viollet-le-Duc’ün ortaya attığı şu soruda olduğu gibi değerlendirmenin mümkün olabileceğini düşünüyorum: “Her dönemin kendisine ait bir mimari anlayışı olduğu halde, neden teknolojinin, yeni endüstriyel malzemelerin, çelik ve camın ortaya çıktığı 19. yüzyılın bir mimarlığı yok?” Bu sorunun hangi bağlamda ve hangi amaçla dile getirildiğini söylemeye bile gerek yok. Bu sorunsallaştırma sayesinde neoklasik tarzda bir "güzel sanatlar" modeli bir eğitiminden mimarlığın düşünsel yapısını güçlendiren üniversite modeli bir eğitime geçildiğini varsayabiliriz.

Ancak yalnızca mimarlık eğitimindeki gelişmeye değinmek yeterli değil. Piyasa mekanizmaları içinde eğitimdeki bu gelişme bir anlam taşımıyor. Mimar sanki işi her şey olup bittikten sonra kendisine görev verilen, işi "bina resmi çizmek" olan bir kişi gibi algılanabiliyor. Bu profesyonellik biçiminin mekanı fiziksel bir nesne gibi gösteren iktidara ve piyasaya bağımlı bir mimarlık anlayışı ile ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Belki bütün uzmanlık alanları için de aynı tespit yapılabilir: Mesleki kimlikler, edinilmiş konumlar, simgesel işlevler iki yönde de çalışabiliyor: Kimisi sinik bir şekilde bu kimliği kendisine ayrıcalık sağlamak için kullanıyor. Kimisi de kritik bir düşünce alanına ve daha ilişkisel bir zemine taşımaya gayret ediyor. Elbette ki bu iki konum, profesyonellik biçimi arasında dağlar kadar fark var.

Örneğin şehirdeki ihya çalışmalarını yapan mimarların düştükleri durum bu. Diyeceksiniz ki günümüzdeki ihale sistemleri, piyasa işleyişi içinde modern mimarlığın en kritik konularından biri olan kültür mirasının korunması sorunsalının bir anlamı mı kaldı? Bu koşullarda “restorasyon” olarak adlandırılan ne yapılıyorsa, yalnızca neredeyse “ihya” yapılıyor. Çünkü restorasyon gibi deneysel çalışmalara açık olması gereken bir mimarlık faaliyeti bile “kim daha iyi taklit yapıyor” yarışmasına dönüşmüş durumda!

Belki de sorun şurada: Yaşanan fragmantasyonun zorunlu bir sonucu olarak mimarlar (ya da genel olarak uzmanlar, sembolik sınıfı oluşturan topluluklar) bu durumun sorumlusu olarak mesleki alanın dışındaki sorunları görüyorlar ve kendilerinin ayrı bir iş yaptıklarını zannediyorlar. Bu durumda profesyonellik biçimi ile piyasanın işleyişinin ve iktidarların yönetim pratikleri arasında bir etkileşim, bir ilişki olduğu gözden kaçıyor.

Örneğin yıllardır Taksim’i bir otoyol kavşağına çevirmeyi amaçlayan uzmanlar “bu işin teknik bir konu olduğunu, tartışılamayacağını” söyleyip durmuyorlar mıydı? Evet, ilk bakışta bu tür projelere siyasetçiler karar veriyor gibi gözüküyor. Ama bu görüntü yanıltıcı. Onların kararlarının içeriğini de çoğu zaman yaptıkları işi tartışmasız kılarak iktidar bloğunun bir parçası haline gelen uzmanlar oluşturuyor.

Bu koşullarda mimari temsil teknikleri ile mekan, şehir, insan bir temsil-edilmeyene dönüşüyor. Mekan, doğa, şehir insanla iç içe, yaşayan; keşfedilmesi, karşılıklı diyalog kurulması gereken bir özne olarak değil, bir malzeme gibi algılanıyor.

Eğitimle edinilmiş olan kimlikler mekanı fragmanlara ayırıyor: Ulaşım, imar, istihdam… Şehir aynı zamanda bu edinilmiş kimliklerin de kendilerini inşa ettikleri bir alan. Mimar, mühendis, sosyolog… Şehrin bir fiziksel varlık, bir nesne gibi algılanması, işlenmesi kendi başına bir tahakküm biçimi. İktidarların gözüyle bakıldığında hepsi ayrı konular. Oysa şehir bu bilgiyle değil, farklı bir mantıkla kendisini yeniden üretiyor. Kamusal niteliğin oluşması için temsil mekanizmalarının görünür kılınması ve şiddetten arındırılması zorunlu. Ben bütün kimliklerin sekülerleşmesi koşulunun olduğunu düşünüyorum. Belediyeler, kurullar, uzmanlıklar, bürokrasi ve siyaset… tıpkı din ile devlet ilişkilerinde olduğu gibi gibi sekülerleşmek zorunda. Bu konuda profesyonellerin donanımlı olması zorunlu. Bu mekanizmalar askeri bir mantıkla çalışıyor. Sekülerleşmemiş uzmanlık alanları askeri modernleşmenin sivil alanlara dal budak salmış uzantısı. Oysa mesleki alandaki düşünce üretimi de tıpkı inanç özgürlüğü gibi kapalı uçlu olamayacak bir alan. Ama öyle olmuyor. Uzmanların sekülerleşmemesi nedeniyle mekan, şehir, insanlar iktidar ve piyasa güçleri tarafından biçim verilecek ya da bir “hamur” gibi üzerinde “çalışılabilecek” bir yumuşaklık kazanıyor. 19. yüzyıldan miras kalan bu çerçevenin çöpe atılmadan onarılmasını gerektiriyor. Günümüzdeki soru şu: Uzmanlık üst-dilleri acaba nasıl yaratıcı bir işlev görebilirler, sabitlenmek ve mesafe, ayrıcalık üretmek yerine? İşte burada uzmanlıkların da tıpkı din-devlet ilişkilerinde olduğu gibi sekülerleşmesi gündeme geliyor.

Birkaç örnek vereyim: Geçmişte İstanbul için planlar hazırlayan uzmanlar aslında ne demek istiyorlardı? Söylemek istedikleri şey şuydu: Halkın nasıl mutlu olacağını biz halktan, kendisinden daha iyi biliyoruz. Halk, cahilliği nedeniyle kendisinin nasıl mutlu olacağını bilemez!

Örneğin İstanbul'un planlarını yapan uzmanların 3. Köprü’ye karşı çıkarken söyledikleri tamı tamamına buydu. Neden böyle düşünüyorsunuz diye sorsanız, “halk nankör, onlara bıraksanız 3. Köprü’yü destekleyeceklerdi” diyorlardı. Ancak bu doğru değil. Köprü üzerine yapılan bir araştırma bunun böyle olmadığını gösterdi. Yapılan bir araştırma halkın büyük bir çoğunluğunun, yüzde altmışının 3. Köprü projesinin gözden geçirilmesini istediğini ortaya koydu.

Kabataş herhalde şehrin en önemli transfer merkezlerinden birine dönüştü. Burada bir yeni düzenlemeye ihtiyaç var. Ama bu yapılması gerekenler nasıl olmalı? Buradaki proje ihtiyacına cevap verenler kıyının doldurulmasını ve bir inek memesi gibi denize taşmasını öngörüyorlar. Çünkü şehrin merkezinden otoyollar geçiriliyor, bu durumda denizi doldurmaktan başka çare akla gelmiyor. Burada mimarın rolü ne olmalı? Kararlar verildikten sonra kendi işlevini oraya kondurulacak yeni ulaşım yapılarını tasarlamak mı?

Kabataş’tan söz açılmışken Yenikapı’dan söz etmemek olmaz. Şehrin bu yeni transfer merkezi için Büyükşehir’den proje işleri alan bir takım ayrıcalıklı mimarlar uyduruktan dev bir AVM tasarlamışlardı. Bu proje güç bela iptal edildi. Yerine programı yeniden ele alacak kapsamlı bir çalışma başlatıldı. Ama gene olmadı. Burada mimarların tek sorumluluğu bin bir emekle bu saçma proje iptal edildikten sonra yalnızca açılan yarışmaya ya da seçici kurula katılmak olabilir mi? Siyasetçiler ve ayrıcalıklı konumlara sahip kişiler sonuçta öyle bir işe giriştiler ki, bütün çabalar boşa gitti. Sorunu anlamaya çalışmadan, yalnızca yarışmaya veya yukarıdan belirlenen seçici kurula katılarak mimarlık yapmak mümkün mü? Bu tür durumlarda mimarlar sahnenin bir bölümünde kendilerine verilen meşrulaştırma görevini yerine getiren kullanışlı aptallara dönüşmüyorlar mı?

Tarlabaşı, Fener-Balat gibi kentsel dönüşüm projelerinde mimarlar bir şirket tarafından kendilerine verilen işi yapmaya çalıştılar. Burada yaşayan insanları hiç dikkate almadan. Mimarlık yalnızca piyasa mekanizmalarına bağımlı bir iş olabilir mi? Şimdi tersaneler için de aynı durum söz konusu. Uzmanlığın kamusal boyutu geliştirilmeden, kamusal nitelik üretilmeden mimarlık yapmak mümkün mü?

Bu gelişmeler yanında Kartal-Pendik projesinin geldiği durum da koskoca mimarların, yarışmaların bile nasıl bir oyunun içinde yer aldığını kanıtlayacak bir sefaleti sergilemekten başka bir işe yaramıyor. Mimari düşünceler, fikirler böylesine büyük çaplı bir gayrımenkul geliştirme operasyonunun içinde çok naif gayretler olarak kalıyor. Sonuçta üretilen metaforların anlamsız kaldığı bir durumda yetersiz bir profesyonellik ile yaşanan gelişmeler arasında bir intibak sorunu ortaya çıkıyor.

Hangi siyasal parti iktidara gelirse gelsin sembolik sınıfın intibak sorunu değişmiyor. Elbette ki birbirlerinden pek farkları yok ama dikkat edilirse en köktenci (radikal) müdahalelerin gerçekleştiği dönemler daha çok “muhafazakar” partilerin yönetimde olduğu zamanlar. Tıpkı bir sarkaç gibi: Mücadele bir tarafta bilim, planlama adına kendi kamu yararı kavramını dikte etmeye çalışan, normlar koymaya çalışan bir sembolik seçkinler topluluğu, diğer tarafta bilinen normları çiğneyen, çıkar grupları ile birlikte şehri alt üst eden bir siyaset seçkinleri arasında geçiyor. Çünkü bilimin kutsallığına şehirdeki imar hareketlilği üzerinden elde edilen kazançlarla gözü dönmüş bugünkü siyasetçileri ve toplulukları inandırmak çok zor.

Biz bilmiyormuş gibi yapıp yıllardır Boğaz köprülerini “İstanbul’un ulaşım sorunun çözer mi çözmez mi” diye tartışıyoruz. Oysa köprü ulaşım için yapılmıyor ki... Bir köprü kararı örneğin şehrin bir bölgesindeki arazi fiyatlarında binlerce kat artış sağlıyor. O bölgede yaşayan, çalışan insanların hayatında ve şehrin bütününde çok köklü değişimlere neden oluyor. Bırakalım siyasetçileri, herkes bunun farkında. Ama bildiğimiz sekülerleşmemiş uzmanlıklar bu işleyişi bilinçaltına itme işlevi görüyor. Eğer planlama temsil ettiğini yalnızca temsil edene dahil etmekle yetinince, bir kenarda bir takım kişilerin kendi kamu yararı anlayışı olarak kalıyor, hayat başka bir şekilde akıyor.

Aynı örnekten hareketle şunları söyleyebilirim: Bilim adına kapalı kapılar ardında kararlar almanın, arkasına tekelci kurumsal yapıları, oluşumları alarak bilgi üretmenin bir işe yaramadığı ortada. İstanbul halkına 3. Köprü’yü iyi anlatmak lazım. Bu proje İstanbul halkına karşıdır. İstanbul halkını yoksullaştıracak. Güzergahını daha hiç kimse bilmezken bilen, arazi kapatan yatırımcılar haksız kar sağlayacak. İstanbul’un ulaşım sorununu çözmek için yapılmadığı zaten herkesin malumu. Şehrin yaşamsal kaynaklarını yok edeceği gibi, şehirde adil olmayan bir durum, haksız gelir transferi yaratacak. Merkezi yönetimin şehri büsbütün ele geçirmesine, siyasal patronajını güçlendirmeye hizmet edecek. Buna karşılık yaşanan sorunları iktidarların yarattığını söylemek meseleyi örtmekten başka bir işe yaramıyor. Sonuçta deneyselliğe, kritik düşünceye kapalı olan bütün alanlar kamusal niteliğini kaybediyor ve özel güçler tarafından ele geçiriliyor. Araç Tüneli (Avrasya Tüneli), 3. Havalimanı gibi projeleri iktidarın değil, çıkar gruplarının geliştirip onun önüne koyduğunu fark ettiğimizde sorunun bu asimetrik işleyişin bir sonucu olduğunu görebiliriz. Sonuçta iktidar ve çıkar grupları ile şehir arasındaki bu asimetrik ilişkiyi sorun etmeden yaşam alanlarında, şehirde adaletin ve demokratik bir gelişmenin sağlanması mümkün değil. Mekanı ve insanları yalnızca despotların tasallutundan değil aynı zamanda ona bu imkanları sağlayan, şehrin imkanlarını, zenginliklerini yağmalayan, halkına zarar veren çıkar çevrelerinin tasallutundan da kurtarmak gerekiyor. Hala çok geç değil.

Etiketler:

İlgili İçerikler: