Mimarlık/Etik - “Ben Yapmasam”cılığın İnşası

HÜLYA ERTAŞ

Mesleki etiğin sınırları, tanımı esnek midir, yoksa genelgeçer birtakım kurallara mı tabidir? Mimarın etik sorumluluğu kime karşıdır? Yapılı çevrenin değişiminde tek aktör mimar değilken neden tartışmalarımızın odak noktasına yerleşiyorlar? Bunun nedeni mimarların araçsallaştırıldığının inkarı için sorumluluk alma konusundaki istekliliği mi, yoksa tek erişilebilir ve tanımlı muhattap olmaları mı? Bu soruların yanıtlarını aramak ve bugünkü çerçeve içinden yeni sorular üretmek adına Hossein Sadri, Kaan Atalay ve Nilüfer Kozikoğlu ile bir araya geldik.

HE
HE


Mimarlıkta bir etikten bahsedeceksek onunla neyi kastettiğimizi konuşarak başlayalım. Mesleki etiğin sınırları nelerdir? Bu esnek bir tanım mıdır? Kişiden kişiye değişir mi, yoksa birtakım genel geçer kurallara mı tabidir? Ve eğer öyleyse bu kurallar nelerdir?

KA
KA


Genel anlamıyla etik kavramı Eski Yunan’dan geliyor. Eski Yunanlıların 6 - 8. yüzyıllarına baktığınızda iktidar ve güçle ilgili her türlü fiilin kaynağı olarak tanrıların, ilahi olanın işaret ediliyor olduğunu görürsünüz ve ilahi olan da bilinemezlik, erişilemezlik, kontrol edilemezlik, öngörülemezlik üzerinden tanımlanıyor. Dolayısıyla güç, eyleyebilmek, yapabilmek sadece ve sadece tanrıların uhdesinde olan bir şey. Bunu bu biçimde, tanrılar üzerinden tanımlamakla birlikte tanrılarla olan ilişkilerini rasyonelleştiremiyorlar. Tanrılar sadece eyliyor ama nasılını ve nedenini anlamak mümkün değil, çünkü insanın oraya erişimi yok. İnsan tamamen bu belirlenene tabi bir şekilde yaşadığından acz, çaresizlik içerisinde. Başına ne geldiğini, ne geleceğini ya da başına gelenin ne anlama geldiğini bilmeden yaşayıp gidiyor. Etiği mümkün kılan sorunsallaştırma, şehirlerle birlikte ortaya çıkıyor. Çünkü şehir dediğiniz yerde, ne ailede ne de köyde var olmayan bir imkan beliriyor: keyfiyet imkanı. Aile ya da köy yapıları, ilişkilenme biçimleri kendine yeterlilik üzerine kurulu olduğu için kendine yeterliliğin ortaya çıkardığı sorumluluk etrafında örgütleniyor. Fakat şehir hiçbir biçimde kendine yeterlilikle tesis edilemeyeceği için işin içerisine keyfiyet giriyor. Keyfiyet nasıl kendini belli ediyor? Karar alma zorunluluğuyla. Şehir dediğiniz şeyin iaşesi en büyük sorun; en basit şekilde bir yolu olması lazım mesela. Yol yapacaksınız, onun güvenliğini sağlayacaksınız, bu yolda ticaret yapılacak. Bunun düzenlemelere tabi tutulması lazım; gelen malları toplayacağınız, toptan satış ya da dağıtım yapabileceğiniz bir sisteme ihtiyacınız var. Ve tüm bunların işleyebilmesi için parasallaşmış bir ekonomiye ihtiyacınız var; “iki kilo balı al, iki kilo fasulye ver” diyerek yürütemeyeceğiniz kadar büyümüş durumda ilişkiler. Bunların tamamı insanın kolektif mevcudiyetinin ortaya çıkardığı kolektif fiiller ve o fiillere dair karar almayı, tercih yapmayı ve eylem icra etmeyi içeriyor. Dolayısıyla burada insanın muktedir olduğu, yani sadece tanrıların değil, insanın da muktedir olabileceği fikri, fiilen şehirle ve şehrin yarattığı yaşamla birlikte ortaya çıkan ve tecrübe edilen bir şeye dönüşüyor. Eski Yunanlılar işin içinden çıkamıyorlar, çünkü iktidarın yapabilirliğini sadece tanrılar üzerinden kurmuş durumdalar. Bu hal, insanın kolektif mevcudiyeti itibariyle bir muktedirlik atfedebilmek, insanın kendisiyle, yapıp ettikleriyle, bilgisiyle, bilinciyle, ahlakıyla alakalı bir sürü sorunun gündeme gelmesini ve bunların tartışılmasını gerektiriyor. Bu bağlamda insanın nefisiyle ve eylemleriyle kurduğu bilinç ilişkisini sorunsallaştırmayı mümkün kılan bir mekan ve topoğrafya olarak etik belirmeye başlıyor. Eski Yunanca’da aslında Epsilon ve Eta olarak iki farklı e harfi var; “ethos”u bunlardan biriyle yazdığınızda “karakter”, diğeriyle yazdığınızda “gelenek ve adap” anlamına geliyor. Bugün bizim kullandığımız etik kavramı, ikincisinden yani gelenekten gelen kavram. Fakat Eski Yunanlılar, etiği daha ziyade bir ölçüde insan doğasını esas alan bir bakışla ele almaya başlıyorlar ki bu tragedyalarda belirginleşen sorunsallaştırma olarak da karşımıza çıkıyor. Tabi o insan doğası, Hristiyanlık ve sonrasındaki süreçte benimsediğimiz insan doğasından çok farklı. Verili birtakım nitelikler ve eğilimlerle donatılmış, dönüştürülemez, zorunlu, evrensel bir insan doğası yok Eski Yunan’da; sınırsız ve sonsuz kapasitelerden müteşekkil. Bu kapasiteler de bir mantıksal imkan olarak insanda, yani “psue”de mevcut. İnsan bu kapasiteleri yeteneğe dönüştürerek, o yetenekle iş yaparak, işi mükemmelleştirerek kendini gerçekleştiriyor. Yani kendini eylemde gerçekleştiriyor ve kendini eylemde bir mükemmellik olarak gerçekleştirdiğinde iyiyi yaratmış ve somutlamış oluyor. Dolayısıyla Eski Yunan etiğinin esasını yaşamın, eylemin, mükemmelliğin ve iyinin inşası, yaratılması ve eylemde somutlanması oluşturuyor.

Hristiyanlık işin içine girdiği andan, MS 3 - 4. yüzyıldan itibaren, bu etik mekan giderek radikal dönüşüme uğramaya başlıyor. Bunun sebebi de Eski Yunanlıların yaşamın toplumsal olarak üretilmesini mümkün kılan temel dinamiklerin kaynağındaki gücün ya da fiil olarak tanımladığı bir sürü imkanın, Hristiyanlık tarafından sadece ve sadece tek bir tanrının uhdesine teslim edilmesi. Yaşam Eski Yunan’da üretilen, yaratılan bir şeyken Hristiyanlık’ta yaratma fiili sadece ve sadece tanrıya atfediliyor ve bu yüzden insan da bunun eksikliği üzerinden tanımlanıyor. İnsanın, bir mahlukat olarak yaratması mümkün değil, bunu yaparsa kendini tanrıya eş koşmuş olacak. Bilmek de tanrıya has; dolayısıyla insanın bilgiye doğrudan erişimi yok. Bütün mükemmellikleri bünyesinde toplayan varlık, tanrı; insanın mükemmel olma imkanı yok. Tanrı iyi; dolayısıyla insan kötücül, günahkar, fena... İnsanı bu sıfatlarla bir şekilde bir araya getiriyor ve bütün insanları hem kapsayan hem de hepsinin tabi olduğu bir alan ortaya çıkarıyorsunuz. Böylece kul kategorisi altında gerçekleştirilen bir totalizasyon ve bunun mümkün kıldığı, evrensel insan doğasıyla gerçekleştirilen bir homojenizasyon ortaya çıkıyor. Ve bu evrensel insan doğası değiştirilebilir, dönüştürülebilir, aşılabilir bir şey de değil. Oysa Eski Yunan, etiği nefis terbiyesi için yapıyor. Yani bedenden kaynaklanan sınırlılığın ve sonluluğunun akıl yoluyla dönüştürülmesini arzuluyor. Bu sınırlılık, örneğin Platon’da tamamen aşılması, ortadan kaldırılması gereken bir şeyken, Aristotales’te akılla birlikte, akla tabi bir işleyiş kazandırılmasıdır. Fakat Hristiyanlık ve sonrasındaki süreçte bunu yapmaya imkanımız yok, çünkü arzunun kaynağı olan bedenin günahkarlığından ötürü, insan değiştirilebilir olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla herkesi, her durumu, her koşulu kapsayan kurallar koymak ve onlara uymak zorundasınız; bugün norm diyoruz bunlara. Eski Yunan etiğine normu dahil ettiğiniz anda o topoğrafya radikal bir biçimde dönüşüp bugün bildiğimiz anlamda ahlakı oluşturuyor.

Mimarlık faaliyetini yönetecek evrensel kurallar mı belirlemek istiyoruz, yoksa mimarlık faaliyetinin mükemmelliğini ortaya koyacak bir topoğrafya mı arıyoruz? Mesele o. Eğer ilkine odaklanır, Hristiyanlık ve sonrasındaki modernliğin emeği, iktidarı ve iyiyi metalaştırarak temellük ettiği iktidar içerisinden meseleyi okursak hiçbir yere gitmemiz mümkün değil. Ama eğer etiği, Eski Yunan’da yapıldığı gibi, faaliyetin mükemmelliğini mümkün kılan şartların, insan eylemiyle nasıl üretilebileceğini ve bunun diyalektiğinin nasıl işlediğini anlama ve bunu hayata geçirme çabası olarak düşünür ve mimarlığı da bu çerçevede ele alırsak o, belki bizi başka bir yere götürebilir.

fotoğraflar: deniz çınar
kaan atalay
nilüfer kozikoğlu
hossein sadri
HE
HE


Burada sözünü ettiğiniz eylem, tekil bir eylem mi; yoksa eylemler bütünü mü?

KA
KA


Öylesine bir tekillik ki o, hiçbir psuenin birbirine benzemediğini, bu anlamda her psuenin, eylem gerçekleştiren her kişinin biricik, eşsiz olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor. Sadece burada değil, eylemin gerçekleştiği koşul, eylemin öncesi, menşei, sonuçları anlamı, mahiyeti vs. bütün bunlar ve büyük ihtimalle her eylem de kendi içinde tekil.

HS
HS


Etik ve ahlakın yanı sıra ben de üçüncü kavramı eklemek istiyorum; yasalar, kurallar, normlar ve kodlar olarak Avrupa’nın Hristiyanlaşmasından bahsettik; ben biraz daha ileri gidip Avrupa’nın Aydınlanma Çağı’ndan sonra yavaş yavaş burjuvazileşmesine ve sanayileşmesine gelmek istiyorum. Benzer şekilde, tanrının yarattığı ahlak ya da ahlaklar silsilesinde yönetimin, tanrısal gücün kontrol edilmesinden çıkıp, yavaş yavaş küçük grupların da oluşması ve kendi küçük iktidarlarını, yasalarını, kurallarını oluşturması noktasına gelindi. Ben, şu andaki mesleki anlamdan bakarsak mimarlıkta ne etiğin ne de ahlakın söz konusu olamayacağını, mesleki etik olarak bilinen şeyin aslında sadece birtakım kurallar olduğunu ve amacının da güç sınırlandırması ya da diğerlerinin güç dengelerini korumak olduğunu düşünüyorum.

NK
NK


Herkes için geçerli bir kurallar seti görüşü var, ancak siz öte tarafta bir de güçler arası paylaşım için bir pazarlık alanı yaratan kodlar silsilesi olduğunu söylüyorsunuz. Arazi ve onun metrekareye dönüşümünün güçleri kısıtlayıcı ya da onlara fırsat verici, değiştirilebilir bir kod silsilesi olduğunu söylüyorsunuz.

HS
HS


Evet, ahlakla cins olarak çok benzerliği var. Ama farkı şudur: Kurallar çok rahat biçimde değiştirilebilir bu sistemin içerisinde. Metin, cümle, kelime değiştirilir. Rantlar ve yararlar doğrultusunda, bu kuralların değişimi çok hızlı bir şekilde tezahür eder. Ancak ahlak, geleneğe dayandığı için beş kişinin yan yana gelerek değiştirebileceği bir şey değildir, değişimi daha zordur.

NK
NK


Hossein Bey’in bahsettiği durumda, diğer iki kategoriye nazaran herkes için geçerlilik durumu farklı. Yani herkesin iyiliği için geçerli olan normlardan ve güzelin, iyinin üretilmesi için söz konusu ahlak mekanından farklı olarak zümreler arası bir pazarlık alanı olan kurallar seti var, mimarlık için bir ahlaktan, etikten bahsedilemeyeceğini, doğasının şu sıra bu tip kurallar setiyle yönetildiğini söylüyorsunuz doğru anlıyorsam. Oysa bence mimarlıkta ettikten bahsedilebilir...

Öncelikle kural deyince aklıma 18. yüzyıldan kalma bir etiket kitabı geliyor, “Toplum içinde bıldırcın yediğinizde, kemikleri tüküreceğiniz zaman öne doğru tükürmeyin, karşınızdakinin üzerine gelebilir, arkaya dönüp tükürün.” yazıyor. Tükürmek gayet normal, o kitap sana yön tanımlıyor. Bu, bugün için değişik geliyor değil mi? Bunun gibi, herkes için geçerli olan kurallar setinin değişen dönüşen bir şey olduğunu düşünüyorum. Öbür tarafta iyinin, güzelin üretimi ile ilgili ise Sigfried Giedion geliyor aklıma. Siz Aydınlanma Çağı ve sonrasından bahsettiniz, ben de tartışmayı 60’lara getireyim. Mimarinin yeni yaşam stillerine kendisini adapte edip güzeli yakalayacağını uman o kitap ve tartışmaları hatırlayalım: “Space, Time and Architecture”. Hatta sonrasında o güzelin hiçbir zaman bulunamadığına dair Karsten Harries’in yazılarını da… Mimarlık pratiğinin kendi ethosunda mimarın kendini artırmak, gerçekleştirmek, çoğaltmak için daha çok mimarlık yapması, mimarlıklar görmesi, pratik edebilmesi var.

HE
HE


Bu, daha çok inşa etmek demek değil ama?

NK
NK


Daha çok metrekareyle değil; mesele mimarlığın iletişimiyle, iletişim kanallarındaki varoluşuyla ilgili. Bugün mimarlık eşittir bina yapmak olarak kodlandığı için ister istemez daha çok metrekare gibi algılanıyor. İnsanın eyleyen, yapabilen olma halinin bir karşılığı olarak mimarlık da yetkinleştirici, tanrısallaştırıcı okunabiliyor. Hatta yine 60’larda eliyle bina maketlerini işaret eden mimar sahneleri, “tanrılaşan mimar” ikonu vardır. Bu da doğal olarak sınırlandırmayı isteyen bir etik tartışmasını yaratıyor... Ya da Le Corbusier’nin “machine for living” tanımlamasını düşünelim, dönemlere iz bırakmış bir anlayış. Eğer mimarlığı makine gibi görürseniz, ister istemez post-Fordizm sonrasında, çok fazla metrekare üretilen ve makineleşmiş, HVAC, elektrik-elektronik donanımlarıyla bugünün yapılaşma pratiğini getirmiş olmasına şaşırmamak gerekir. Biri çarpı öbürü, eşittir bugünün inşaat furyası... Şaşırtıcı değil. Üstüne üstlük, 2005’lerdeki sürdürülebilirlik, ekolojik olma, doğaya daha az zarar verme ya da doğayı kentin içinde görebilme anlayışlarında kentlere odaklanma, kentlerde yoğunlaşma ile sürdürülebilirliği savunan anlayış var. Böylece daha çok ve yoğun yapılaşmaya yönlendiren aklı, kendisiyle bir daha çarpmış oluyoruz. Belki tam da Giedion’un ifade ettiği şekilde oluyor her şey. Bu, iyi olanın değil, herkes için geçerli olanın karşımıza çıktığı durum. Bütün dünyanın Amerikan şehirlerine benzemeye çalıştığı bir dönem görüyoruz. Bana göre mimarlığın kendisi için iyi olanı ya da iyi mimarlığı oluşturacak seti başka türlü konuşmak gerekiyor.

HS
HS


Öte yandan, mimarlık ya da diğer alanlardaki mesleklerin oluşumuna da bakmak gerekir. Mimarlık odaklı gidelim; mekanın insanın gündelik hayatındaki önemini ispat edici bir kelime söylememe gerek yok. Toplumların birçoğunun da gündelik yaşama dahil olmak üzere ortaya koydukları değerler, yaşadıkları mekanlarla ilintilidir. Bu nedenle de mekan, güç ve iktidar için oldukça önemli ve değerlidir. İktidarlar, mekanları ve böylece insanların yaşamlarını ve faaliyetlerini kontrol altında tutmak için asırlardır ciddi bir çaba harcıyorlar. Mimarlık mesleği de bu çabaların sonucu olarak ortaya çıkmıştır, tıpkı Endüstri Devrimi’nden sonra 19. yüzyıldaki diğer meslekler gibi. Mimarlık mesleği mekanın şekillenmesini, bir zümrenin tekeline bırakmak ve bu vasıtayla da kontrol altında tutmak amacıyla oluşmuştur. Bu zümrenin mimarlığı oluşturmasının sebebi, çıkarları doğrultusunda kurduğu tekelliği korumak ve bu çerçevede piyasayı, icraatı muktedir ideolojiye uygun olarak yürütmek için kurallar ortaya koymaktır. Bu kuralların meşru görülmesi için de etik başlığıyla sunulmuştur. Tam da bu nedenle aslında mimarlık tartışmalarının bu farkındalıkla iktidar meselesini göz ardı etmemesi ve mekanın bir güç ilişkisi, bir politik mesele olduğunun bilinciyle oluşması gerekiyor.

Aslında mimarlık kodlarının, kurallarının hepsinin, bireysel olarak mimarları sorumlu tutarak mekan meselesinin politikliğini, büyük sorumluyu ki bu aslında sistemdir, kapitalist, neoliberal, vs. bertaraf etmeye çalıştığını düşünüyorum. Bugün çevresinde devlet, belediye, banka, müteahhit yani mekanın şekillendirilmesinde gerçek rol oynayanların olduğu bir dünyada mekanla ilgili değişimlerin sorumluluklarını sadece mimarlardan sormak gibi bir lüksümüz yok. Böyle bir etik tanımın olamayacağı, bir şeyi sorgulamamız gerekirse bunu dönüp kökünden sorgulamamız gerektiği kanaatindeyim. Ancak bu şekilde, çıkarların neye hizmet ettiğini, dönen çarkların iktidar çarklarıyla nasıl bağlantılı olduğunu vs. ortaya koyarsak ancak tartışılabilir bu. Bu, ciddi bir politik iştir. Bu nedenle de benim mimarların sorumluluğu olduğunu düşündüğüm şey, çok ciddi politik sorgulamalar yapmalarının gerekliliği. Mimarlar mekan ile ilgili uzmanlıklarını kullanarak mekanın iktidar altına alınmasındaki bu kirli işbirlikleri ve rantları ortaya çıkararak bu işin politikasını yapmalılar; bunun esas bir etik sorumluluk olduğu kanaatindeyim.

HE
HE


Siz mesleki bir etiğin var olamayacağını, bunun bireysel bir politik duruş olduğunu söylüyorsunuz.

HS
HS


Kesinlikle. Meslek ve etik bana göre birbirine zıt iki şeydir. Mesleğin var oluşu bile etik değildir. Meslek dediğimiz şeyin geçmişine de bakabiliriz bunun için. Avrupa’da mimarlık, Britanya’da meslekleşti. Diplomalı mimarların yanı sıra geleneksel olarak da bu işi yapanlar vardı. Önce, “diplomalı mimarlar yapabilir, diğerleri yapamaz” dendi. Sonra diplomalı olan mimarlar o zamanki kraliçenin desteğiyle bir dernek kurdular ve bir araya geldiler. Sonra “bizim derneğimize üye olmayan mimarlar mimarlık yapamaz” dendi. Bir süre geçtikten sonra bu kez de “üye olan diplomalı mimarlar da sadece bizim uygun bulduğumuz yönde mimarlık yapabilir” şeklinde kurallar ortaya kondu. Bunların hiçbiri etik değil. Baktığınız zaman meslek, ulus devletin ve modern devletin bir ürünüdür. Tüm dünyada nasıl milli ordular varsa, aynı şekilde milli mimarlık örgütleri var, Türkiye’de de olduğu gibi. Bunların hepsinin başında ulusun ismi var. Sadece ulus devletin sınırları içerisinde çalışabilirler, birçok ulusalcı ideolojiyi de bünyelerinde barındırırlar. Tek parti sistemi gibi çalışır, ulus sınırlarında bir tekel kurarlar. Böyle bir sosyal örgütlenmenin etik olamayacağı açıktır. Bir mekanda yaşayan her insanın ya da ötesine geçerek her canlının, mekanın şekillenmesinde rol oynaması gerektiği kanaatindeyim. Dolayısıyla mimarlara verilmiş olan fazladan bir yapabilirlik gücü, şu anki gücü meslek örgütü ve dolayısıyla ulus devlet tarafından verildiği için bunun etik olmadığı kanaatindeyim.

NK
NK


Ben söylediklerinizi ilginç buldum. Bir mesleki oda düzeninin olması, iki taraflıdır. Bir tarafta söylediğiniz gibi, bazı kişileri dışlar “sen yapamazsın” der. Herkesin belli anlamda inşa etme kabiliyeti varken toplumun iyiliği için bunu tariflemek ister... Mimarlık yapmakla inşa etmenin neler olduğunu da konuşmalıyız. Her bina mimarlık örneği midir? Yapı ustalarını meslek grubuna dahil görmüyor musunuz? Döneminde Vitruvius mimar/usta konusunda uyarıyor, “ev yaptıracağınız zaman dikkat edin, dört katı para alırlar” diye mesela. Ya da Carlo Scarpa, İtalya’da Mimarlar Odası’na kabul edilmemiştir ama mimarlığı, eserleri konuşuluyor... Zaha Hadid’in de üye olmadığını biliyoruz. Hatta Britanya’da iki kanaldan üyelik var, sadece RIBA değil, bir de Serbest Mimarlar var. Mesleklerin nasıl ortaya çıktığı hakkında net fikir sahibi değilim ama toplumsal işleyişi yansıtan bir tarafı var. Çin, Şanghay’da üniversitelerde yaklaşık on senedir mimarlık eğitimi var. Ondan önce, mimarlık devlete ait bir edim; başkası için bir şeyleri düşünüp tasarlamanın bireysel bir edim olması, yani “Ben alanımı sana, aklına, tecrübene emanet ediyorum benim için sen tasarlar mısın?” deme durumunu tamamen devlet denilen süperlatif üst bünyede toplayan bir anlayış hakimmiş. İşin doğrusunu isterseniz bizim ülkede her köşede olan “önce bakkaldı sonra müteahhit oldu” örneklerindeki gibi kişisel iradeyle, istekle, arzuyla ortaya çıkmış yapılaşmanın ne güzel bir özgürlük olduğunu düşünüyorum, çünkü bireysel edim, özgürlüğünü kullanıyor, kendini ve ailesini var ediyor. Ama öbür taraftan da “O mimarlık mıdır?” sorusunu sormaya itiyor insanı. Mimarlık nedir? Ben mimarlığın mimarlık olmak üzere, baştan itibaren mimarlık yapılmak üzere yapılan olduğunu düşünüyorum. Bir de Kaan Bey’in söylediği bir şey çok dikkatimi çekti. Şehirle birlikte gelişen bir etikten söz ettiniz, yani kişilerin kendilerini ve sosyal birlikteliği, kolektif olanı fark etmeleri, seçim yapma özgürlüğü ve karar verme yetisinden bahsettiniz, etik burda devreye giriyor, değil mi?

KA
KA


Eski Yunan’da bizim bildiğimiz anlamda bir birey kategorisi yok. İnsanın kolektivitesini mümkün kıldığı bir mekan olarak kamusal alan var ve bunun içerisinde eyleyen, karar alan, tercih yapan ve bunu hayata geçiren şahıs olarak insan var. Dolayısıyla vatandaş o kolektivitenin oluşturduğu alanı kullanan ya da o alanda gezinen, devinen bir unsur olarak ona teşekkül edebiliyor. Modernlikte ise kendi başına buyruk bir bütün olarak esas aldığınız tekil bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan bir toplum inşa etmeye çalışıyorsunuz. Orada da aritmetik toplam mı, yoksa parçaları bütününden fazla eden bir şey mi gibi saçma sapan sorularla cebelleşmek zorunda kalıyorsunuz. Dolayısıyla Eski Yunan’daki yapının beraberinde getirdiği sorunlar yok değil ama bizde süregelen yumurta-tavuk tartışmasından, en azından, kaçınmanın yolları var; çünkü bir kamusal alan var. Bu alan insan emeğiyle, faaliyetiyle var oluyor ve bunun içerisinde gerçekleştirilen her türlü eylem, edim, faaliyet de bu alanı etkiliyor, değiştiriyor, dönüştürüyor. Dolayısıyla yalıtıp, “bu birey, bu da bunun yaptığı eylem, aldığı karar” diyemiyorsunuz, çünkü herkes birbirini etkiliyor. Diyalektiği esas alıyor.

NK
NK


Mesela ben, her gün 15. kata çıkmak istemiyorum; hemen mekana girmek ve hemen sokağa çıkabilmek istiyorum. Benim tahammülüm dört-beş kat için, 30 katlı yapıda yaşam için gereken başka bir hız var. Ve mimarlık hızla çok ilgilidir. Mekanlaşmak, aynı zamanda orada ne kadar zaman geçirdiğinizle, ne kadar zamanda oraya ulaştığınızla ve neyi hangi hızlarda gerçekleştirdiğinizle ilgili. Hatta kenti de bu hızların bütünü olarak görebiliriz, aslına bakarsınız. Benim tahammülüm beş kat ama 49. kata çıkmaktan memnun olan insanlar var, tahayyüllerinin öylesine kentte gerçekleştiğini düşünenler var. Benim hayal ettiğim iyi kent hali ile onun kuracağı etik mekan çok farklı. Ve bu farklılığın olmasını heyecanla karşılıyorum; ben onunkini seyredebiliyorum, o da benimkini. Eğer Eski Yunan’da tarif ettiğiniz diyalektik bu ise belki de ona yaklaşan bir durum böyle söz konusu.

KA
KA


Meseleyi bugüne taşıdığımızda, aradaki dünya kadar kırılmayı, kopuşu ve beraberinde getirdiği sonuçları da dikkate almak gerekiyor. Eski Yunan’da bunları tartışırken ve hayata geçirmeye çalışırken şehir daha yeni ortaya çıkıyor. Bir tarafta mitolojik bir gelenek var; acz ve çaresizlik içinde resmedilen, oluşuyla tasvir edilen bir insan var. Ve diğer yandan, insanın kendi kaderini belirleyebileceğini iddia eden pratik gelenek şekilleniyor ve demokratik gelenek de bunu nasıl temellendireceğini bilmiyor. Yani insana iktidar atfetmek istiyor ve fiilen de yapıyor, ama kaynağını ya da doğasını açıklayamıyor. İktidarı sadece tanrılar üzerinden düşünebildikleri için insana yapabilirlik atfettiklerinde bunun mümkünlük koşullarını temellendirmeyi başaramıyor.

Meselenin dönüp dolaşıp bilgiye dayandığı ortaya çıkıyor. Bilgi meselesine daldığınız anda bir kere ciddi sorun var, insanı bedeni, bedenin sınırlılığı ve sonluluğu üzerinden tesis ettiğinizde ve bilgiye giden süreci de bu şekilde temellendirmeye çalıştığınızda bilgi imkansız hale geliyor. Çünkü bedenin sınırları ve sonu keyfi ve rastgele. Siz kendiniz dışında herhangi bir şeye, bedeniniz ve duyu organlarınız dışında başka bir yolla erişemediğiniz için, bilgiye de her zaman bu bedenin keyfi ve rastgele sınırları dolayımı üzerinden erişebiliyorsunuz. Siz asla olana, varlığa ulaşamıyorsunuz. Olanı göremiyor, tecrübe edemiyorsunuz. Siz sadece bedeninizin biçimlendirdiği ve kendi suretinizde yaratabildiğiniz şeyi görebiliyorsunuz. Dolayısıyla “Orada aslında ne var?” sorusunun yanıtı kaçıp gidiyor. İşte ona erişebilmek ya da onu ortaya çıkarabilmek için, bu Platon’da uzun uzun tartışılır, olanı olduğu gibi görmek, olanı neyse o olarak, harici herhangi bir belirlemeye tabi kılmadan keyfi ve rastgele bir belirlenmenin nesnesi olarak tesis etmeden, neyse o olarak görmeye çalışmak lazım.

NK
NK


Metaforsuz manasında mı, yoksa sen ne kadar görüyorsan odur anlamında mı?

KA
KA


Saf aklı kastediyor. Ne ise o olarak görmek, yani bedenin ve onun sınırlarının yarattığı koşullanmaların nesnesi haline getirebildiğimiz için, kendimize benzetebildiğimiz, kendi suretimizde yeniden üretebildiğimiz için değil, mutlak bir öteki olarak ona teslim olabildiğimiz için onu görebilmek. Bunu yapmak için mesele, asıl nefisle ilgili bir sorun haline geliyor. Bunu yapmanızı engelleyen şey, sizin kendinizi hayatta kalmaya çalışan bir şey olarak kurmuş olmanız.

NK
NK


O zaman örgütler, söylediğiniz gibi, kurallar seti olarak hem sınırlayan hem de tercihçi bir mekanizma, elitist bir tavır ile güçlerin odağı haline geldiğinde olumsuzken; sadece bir mekan kurabilme ve onu en iyi şekilde kurabilme güvencesi olarak görüldüğünde olumlu.

fotoğraflar: deniz çınar
KA
KA


Binaya bina olarak bakmaktan ziyade, eylemin kendisine odaklanmak gerekiyor. Eylem daha basit bir şey; benim anlayabildiğim, görebildiğim ve sorun olarak tespit edebildiğim bir şey olarak onu görmek. Platon’un anlattığı şekilde ilerlemeye çalışalım; Platon olanı olduğu gibi görmeye yarayan şeyin eidos (idea) olduğunu söylüyor. Eidos, olanı olduğu gibi görmeyi mümkün kıldığı gibi, onu mümkün kılan esası -ki Platon’un bakış açısında bu, iyiliği de içeren bir şey- gerçekleştirdiğinizde bu aynı zamanda gördüğünüz şeyi, eksiksiz, tam, mükemmel bir şekilde icra etmenizi mümkün kılıyor. Bu arethea dedikleri şey, erdem diye çeviriyorlar, Eski Yunancada mükemmellik demek. Dolayısıyla yaptığınız işin, ne ise o olarak, bir şekilde kavrayışına ulaşmış olmanız lazım. “Bir sandalyeyi iyi yapan şey nedir?” sorusu değil sorulması gereken şey, “Marangozluğu mükemmel yapan şey nedir?”dir. Sandalyeyi sağlam mı, güzel mi, malzemeyle uyumlu mu, en pahalı, en tüketilen şekilde ya da en işlevs.el, en ortalama ihtiyacı karşılayacak şekilde yapmak mı? Bu soruların her birine belirli koşullarda evet, belirli koşullarda hayır diyebilirsiniz. O faaliyetin mükemmelliğinin, icra edildiği an itibariyle tam eksiksiz icra edilip edilmediğinin belirlenmesi ancak, o faaliyetin hangi malzemeyi, ihtiyacı, toplumsal koşulu esas aldığı; faaliyeti icra edenin yani marangozun fiilinde neyi amaçladığı, neye murat ettiği; ortaya çıkan ürünün içinde yer aldığı toplum itibariyle nasıl bir anlama, ehemmiyete, işleve sahip olduğu ya da olması gerektiği sorularının bütününün oluşturduğu dinamik bir alanın içinde mümkün. Dolayısıyla önceden belirlenmiş birtakım kuralları bulmaya, keşfetmeye çalışmanın bana kalırsa çok bir anlamı olmayacaktır. Çünkü faaliyeti atıllaştırmak, sabitlemek, tarih dışı hale getirmek dışında pek bir işlevi olmuyor bu tür reçetevari şeylerin.

NK
NK


Ama öbür taraftan buradaki mükemmel kelimesinin oldukça dinamik olduğunu söylüyorsunuz. Anlık, öznel ve çokluklar olduğunu da görüyorum. Çünkü burada size göre mükemmel olanın bir diğerine göre mükemmel olmama ihtimali var.

KA
KA


Önceden belirlenmiş kıstasları karşılayan ve o kıstasların gereğini yerine getiren bir şey değil burada mükemmellik. Yani bir kurallar bütünü var ve ona uyduğunda mükemmel oluyor anlamında söylemiyorum. Bu, faaliyetin gerçekleştiği an, üzerinde gerçekleştiği şey, içinde gerçekleştiği mekan itibariyle, fiili gerçekleştiren failin muradı, sebebi itibariyle tam eksiksiz olması demek. Aynı koşullarda, aynı alanda, sonsuz sayıda mükemmellik tezahür edebilir. Bu öznellik midir emin değilim, değil bence.

NK
NK


Kişiye özel olması durumu değil de, duruma özel olması.

KA
KA


Birden fazla mükemmel mümkün bu durumda. Ona katılırım, ama bu öznellik içermek zorunda değil. Olabilir ama zorunda değil.

NK
NK


Kurtuluş’ta kim tarafından yapıldığını bilmediğimiz ama mimar tarafından yapıldığını bildiğimiz; kimin tarafından istenildiğini bilmediğimiz ama kişisel olarak talep edildiğini bildiğimiz ve güzel mimari ürünler olduğunu düşündüğümüz binalar bulunuyor. Ya da Ankara’da… Birden fazla kişi onlara güzel diyor. Tabi ki çok kişisel demek istemiyorum, ama noktasal bir oluş hali olmasını ve bunun da her defasında aynı ürünü çıkartmayabileceğini söylüyorum.

KA
KA


Ben Eski Yunan’dan aldım meseleyi, ama modernliğe giden süreci düşündüğünüzde bambaşka sorunlar çıkıyor ortaya. Mesela modernliği bir tür Ortaçağ karanlığından sonra ortaya çıkan, insan aklının esas alındığı bir süreç olarak düşünüyoruz. Ahlak ve siyaset ilişkisini kurmaya çalışıyorum; bu ilişki, bana kalırsa, Hristiyanlıktan itibaren inşa edilen iktidar teknolojisi ve sonrasında da modernliğin bunu emeği, iktidarı ve iyiyi metalaştırarak temellük ettiği yapı ya da matrisle çok da başarılabilecek bir ilişki değil. Çünkü meseleyi tanrı üzerinden kurduğunuzda ve insanı bir eksiklik olarak tanımladığınızda, tanrının kelamını, elçisini ve buyruklarını, yani aslında iktidarın ve iyinin kendisini insanlara, kula iletmek için harici bir otorite gerekiyor. Bu, batının gelişiminden, tamamen onun kendine has şartlarından kaynaklanıyor. Burada bir çatallanma ortaya çıkıyor: Ruhun çobanı kilise, sürünün çobanı devlet oluyor. Dolayısıyla bunların biri ahlakın, diğeri siyasetin alanını oluşturuyor ve aynı zamanda bunları tekelinde bulunduruyorlar. Bizim bugün umut bağladığımız laikliği burada nasıl sağlayacaksınız? Devlet ve din işlerinin ayrılması diye tanımlıyoruz, oysa bunlar ahlakın, siyasetin alanı. Hatta en baştan, Eski Yunan’dan beri birbirinin içindeydi. Karşılıklı olarak, diyalektik bir şekilde birbirini değiştiriyor ve dönüştürüyor. Şimdi siz bu ilişkiyi koparıyorsunuz. Bu ilişkiyi kopardıktan sonra bunların aralarındaki ikiliğin bir sorun haline geldiğini görüp “bu, buna hakim olmasın” dediğinizde bir sorun, “bunlar birbirinden ayrı dursun” dediğinizde başka bir sorun ortaya çıkıyor. Bu sefer ahlaki olanı siyasi olanla, siyasi olanı ahlaki olanla ilişkilendiremiyorsunuz. Ve kapitalizm bunu modernleşmeyle birlikte, inanılmaz derecede verimli bir şekilde kullanabileceğini keşfedip biyoiktidarla iç içe geçirmesiyle başlayan, yasanın norm gibi normun yasa gibi işleme süreciyle ilerleyen olaylar bambaşka bir hal alıyor.

Başka bir yerden örnek vereyim; Glenn Gould’un Beethoven için garip saptamaları vardır: Ego tribindeki sanatçının ilk örneğidir der. Ve bunu çok büyük ölçüde maddi koşullara bağlar. Beethoven’dan önce kitlesel olarak üretilmeyen piyano yapılmaya başlanıyor, ucuzlayarak her eve giriyor. Benzer şekilde, nota kağıtları da, matbaanın yaygınlaşmasıyla satılabilir ve tüketilebilir hale geliyor. Dolayısıyla müzisyen, birdenbire hami, vasi arayan olmaktan çıkıp kendi ayakları üzerinde durana dönüyor. Beethoven, sırf sattığı nota kağıtlarıyla, şunlarla bunlarla kör topal geçinebilecek hale geliyor. Ama bu, aynı zamanda piyasaya ve piyasanın talebine bağımlı kılıyor onu. Beethoven’ın erken dönem eserleriyle orta dönem eserlerini yani sağır olmadan önceki eserlerini karşılaştırın; giderek basitleştiğini, yalınlaştığını ve doğrudan tüketicinin taleplerini ve onun hazzını esas aldığını görürsünüz. Dolayısıyla bu siyaset ahlak ilişkisinin Hristiyanlıkla ve modernlikle birlikte bu kadar sorunlu hale gelmesi bence mimarlık açısından da çok ciddi bir sıkıntı oluşturmaya başlıyor. Çünkü mimarlıkta yaptığınız iş, öyle ya da böyle, her daim toplumsal olmak zorunda. Toplumsallık, toplumsal olarak üretilen bir yaşamın vadettiği bir alan olmaktan çıkmış durumda. Ve oraya tekrar geri dönmek için yapmanız gereken şeyin ciddi değillemelerle, olumsuzlamalarla başlaması gerekiyor. Gidelim işimizi yapalım, kör topal birtakım kurallar koyalım ve bu kurallara uygun bir şekilde yaparsak belki etrafa çok fazla zarar vermeyiz demek bana çok iyimser bir yaklaşım gibi geliyor. Türkiye’de son 150 yılı, bana kalırsa son 1000 yılı, esas aldığınızda daha sonra Birleşmiş Milletler’in soykırım olarak tanımlayacağı fiillerin ve uygulamaların, modernleşmenin iktisadi politikasını oluşturduğu doğru mudur değil midir? 1850’den beri bu döne döne bir daha bir daha uygulanıyor. Rumlara, Pontuslara, Ermenilere, Kürtlere, Alevilere yapılıyor. Modernleşmenin asli iktisadi politikalarından birinin soykırım olduğunu ya da daha sonra soykırım denecek uygulamalar olduğunu göze aldığınızda nasıl mimarlık yapacaksınız? Bununla hesaplaşmadan, bununla boğuşmadan mimarlık yapılabilir mi o koşullarda? O yüzden diyorum ki en başta olumsuzlayan bir eleştirellikle yola çıkılırsa oradan nereye gidilebileceği de toplumsal bir pratik içerisinde üretilebilir, ama bunu baştan birtakım kurallarla tesis etmek bana çok zor gibi geliyor.

HS
HS


Biraz önce meslekten, yapı ustası meslek midir değil midir meselesinden bahsediyorduk, ben onu zanaatkar olarak tanımlıyorum. Halbuki daha sonra mesleğin gerçekleşme seviyesine baktığımızda, tüketim amaçlı bir üretimin olduğunu ve bunun da tasarım amacıyla yapıldığını görüyoruz. Ondan önce mekanlarda tasarım denen bir şey yoktu. Bu yeni, 300-400 yıllık bir kavramdır. Dizayn kelimesinin sonunda “sign” var, bu da “signature” (imza) ile aynı köktendir. Yani bir miktar egosantrik bir eylemdir.

Mekan ve mimarlığı bir tutmak çok ciddi bir sorundur. Bence iyi bir mekan olabilir: Kendi koşulları içerisinde gerçekleşmiş ya da yaratılmış olan bir yaşam alanıdır ve içerisinde yaşayanların hepsinin ihtiyaçlarını barındıran bir habitat olarak görülebilir. En önemli tanımı da birlikte yaşamayı sağlayabilen bir alan olmasıdır. Ancak iyi bir mimarlık hiçbir zaman hiçbir şekilde söz konusu olamaz. “Bu iyi bir silahtır.” dediğimizde buradaki “iyi” ne kadar etik dışı ise, iyi mimarlıkta da aynı şekildedir. İyi bir silah nedir? Daha fazla insan öldüren? Daha uzağa atan? Daha az gürültü çıkaran? Vurduğunda süründürmeyen ve doğrudan öldüren? Ya da tam kalbin ortasına atabilen? Mimarlıkta da “iyi”den bahsetmek bundan hiç farklı değil. İyi bir mimarlık nedir? Daha fazla rant üreten? İktidarı pekiştiren? İnsanların yaşamını kontrol altına alan? Biraz önce Zaha Hadid’den bahsettiniz, tam değinmek istediğim noktaya isabet ediyor Zaha Hadid’in ürettikleri. Zaha Hadid her zaman diktatör ülkelerde proje yapmaya meyilli bir insandı, diktatörler de onu seçerdi. Onlar hiçbir zaman gidip Hassan Fathy’yi davet edip mimarlık yapmasını istemezlerdi; hep Zaha Hadid gibilerini çağırırlardı. Muktedirler der ki “Ben ülkemde insanlara çok zulmediyorum, bunların görünmemesi için, ülkem ilerliyor gibi görünsün diye bir yapı yap bana.” Zaha Hadid’in ürettiği bunlardır. Nedir? Esas olarak bir imgedir ve bir ranttır. Bu imgeden sağlanan rant belli iktidar odaklarına gittiği için de imge var olmaya devam ediyor. İyi bir mimarlık budur, bunu ustaca yapan çok iyi rant elde eder. Bilbao’daki Guggenheim’a bakalım mesela; çok iyi turist çekiyor, kente iyi para kazandırıyor. İyi bir mimarlık dediklerinde bunu kastediyorlar. Dolayısıyla iyi bir mimarlıktan bahsettiğimiz zaman, bana göre iyi bir silahtan bahsediyormuşuz gibi konuşuyoruz, dolayısıyla çok etik dışı bir şey yapıyoruz.

Ancak iyi bir mekandan bahsedebiliriz, bunu yaparken de öznel olmayan birtakım şeyleri göz önünde bulundurmamız lazım: değerleri. Özgürlük ya da adalet gibi tarih boyunca tüm coğrafyalarda genel geçer olan değerleri. Bunlara hizmet eden ya da hem insanda hem diğer canlılarda bir değer olan “yaşam”ı sağlayan, pekiştiren mekan, değerli, iyi bir mekandır; ama yaşamı mahveden, özgürlüğü, adaleti mahveden, iyi bir mekan olamaz. Mimarlık her zaman özgürlük ve adaletin karşısında yer aldı ve her zaman muktedirlere, zenginlere ve güç sahiplerine hizmet etti; dolayısıyla adaletsiz oldu. Zaha Hadid’in İstanbul Kartal Pendik’te de bir projesi vardı, şükürler olsun uygulanmadı. Yüzbinlerce insanı evs.iz yapıyordu, büyük bir kentsel dönüşüm getiriyordu. Helikopterle alanın üzerinden uçarak “burayı nasıl dönüştürür; nasıl daha şık, nasıl daha pırıl pırıl, işleyen mekanlara çeviririz; bu kötü görüntü veren fakirlikleri nasıl sileriz; zengin, uluslararası sermaye şirketlerini İstanbul’a yatırım yapmaya teşvik ederiz?” amacı güderek o projesini düşünüp ortaya koydu. Böyle projeler her zaman odak noktasıydı mimarlıkta.

HE
HE


Daha önce aslında mimarlığın varoluşunu da, bir meslek olarak ortaya çıkışını da mümkün kılanın iktidar olduğunu söylemiştiniz. Mimarlar, bu araçsallaştırılmayı reddetmeye çalıştıkları için mi bu kentsel meselelerde ağırlıklı olarak onlara yükleniliyor? Kendisini var edenin iktidar değil de birtakım sosyal meseleler, modernizmin büyük hayalleri vs. olduğunu ispat etmeye çalıştığı için mi bugün bu karşıtlıkları daha net bir şekilde görüyoruz acaba? Tutup da müteahhite kimse hesap sormuyor. Bu binayı niye diktin buraya demiyor da mimara diyor.

HS
HS


Bence mimarlar ve mimarlık mesleği çağı yakalayamadı, neoliberal döneme geçemedi. Onları var eden ulus devlet çöktü. Devlet tür değiştirdi ve özelleşti, kapitalizm başka bir şeye, neoliberalizme evrildi ama mimarlık mesleği ve enstrümanları dönüşemedi. Bu nedenle de mimarlık bugün muhalif gibi görünüyor, ama aslında eskiyi diretmeye çalışıyor. Modern devlete, kapitalizme geri dönmeyi savunmaya çalışıyor. Neoliberale ayak uyduramıyor. Karşıtını da üretemiyor. Bir örnek vereyim; iki nesil önceki mimarlar mezun olduklarında bir ofis açıp müşteri beklerlerdi ofiste. Bugün benim mezun etmekte olduğum öğrenciler bir müteahhitin kurduğu bir şirkette, asgari ücretle iş bulmaya çalışıyorlar. Bu iki mimar arasında ciddi bir fark var. Birinci mimar tasarım yapan, müşterinin ona geldiği, ki devlet bile müşterisi olmuştur, genellikle sosyal içerikli projeler yapan mimardır. Amacı, modern ulus için hizmet eden mekanlar üretmektir. Ancak bugünün mimarlığına baktığımızda bu rant artık mimarların rantı değil. Bu rant müteahhitlerin, çok uluslu şirketlerin, devletlerin, yerel yönetimlerin rantlarıdır. Büyük devletlerin, kirli ilişkilerle büyük şirketlerle birleştiği bir ranta dönüştü. Artık küçük rantlar da mimarların faydalanabileceği rantlar değil. Kent, mimarın o 40-50 yıl önce hayal ettiği kent olmaktan çıktı, bambaşka bir şeye dönüştü. Mimarlığın muhalif görüntüsüne de aldanmamamız gerektiği kanaatindeyim. O mimarlığın marifeti; bazen çok masum görünüyor, çünkü neo-liberal bir şeye karşı çıkıyor. Ama onun karşısına önereceği şey de hiç masum değil. Mesela Taksim’de çok enteresan bir şey yaşadık. Gezi Parkı olaylarında bir yandan halk sokakta, “İktidar buraya böyle bir şey yapmasın” diyor. O sırada bir grup mimar ki bunların içerisinde akademisyenlerimiz de var, İstanbul Serbest Mimarlar Derneği bunun öncülüğünü yapıyor, çıktılar “Taksim’e nasıl bir şey yapalım” yarışması yaptılar. Biz o zaman çok yazdık, dedik ki yaptığınız çok büyük saygısızlıktır. İnsanlar sokakta “halka sormadan bir şey yapmayın” derken, siz burada toplanıp kendi içimizde mimarlar olarak yarışalım diyorsunuz. Burada devlet yapmasın, mimarlar yapsın şeklinde bir duruş söz konusu olamaz, asıl konu insanların sokağa çıkıp, bu kadar ciddiyetle ortaya koydukları şey. Hepimizin nefes aldığı yerleri,- sadece insanlar olarak değil, Gezi’de hayvanlar üzerindeki hassasiyet, bitkiler üzerindeki hassasiyet de söz konusuyken- hepimizin bir arada yaşayabileceği alanı hep birlikte şekillendirme hassasiyeti ortaya konulmuşken mimarlar yine de kendi egosantrik yaklaşımlarıyla “devlet yapmasın, bunu biz yapalım, biz çok iyi yaparız” şeklinde bir yarışma organize ettiler.

NK
NK


Ben bu hassasiyeti çok iyi anladım. Birincisi “disegno” imzanın ötesinde İtalyanca’da hesap yapmak demek, tasarım hesaptan gelir. Hesaplamayı (computation) çok önemsiyoruz. Mekan yapmanın ya da tasarımın, söylediğiniz gibi 300-400 senelik bir geçmişi olması ile değil, her insanın kendi içinde olan ya da bir entelektüel davranışı ifade eden bir şey olduğunu düşünüyorum. Karar vermekten çok farklı değil, bir hesap yapıyorsunuz; avantajlarını, dezavantajlarını sorguluyorsunuz. Bu, bence tasarımın özündeki parçalardan biri. Bence her ikinizin de bahsettiği, imtina etmek durumu. Olduğu gibi görebilmeyi, yani nefisinin arzu ettigini ya da ilk ve ivedi faydasını değil de meseleye daha mesafeli bakabilmeyi, anlık kararlar vermeden bileşenlerini komple görebilmek gibi algılıyorum. İmtinanın Türkçesi sanıyorum, sakınmak oluyor. Yani birden bire hızlıca hareket etmek yerine tercihleri değerlendirmek. Aceleci tavır korkudan olabilir, ani para kazanma ihtiyacı olabilir, birinin zoruyla olabilir, kaybetme endişesiyle olabilir, birçok nedenden olabilir. Bu tavırla hangi mesleği yerine getirirseniz getirin kötü bir sonuç olur. Silah örneği gibi, ben de bazen binalara baktığım zaman orada bir bomba patlamış ama tam patlarken donmuş gibi görürüm. Oysa, mekanı bir organizma gibi görebiliriz, insanın tamamen devamı olduğu haliyle bir mekanın mekan olabileceğini tartışanlar da var. Bir arada yaşıyorsak ve kentsel bir aradalığa inanıyorsak bu hallere de açık olmak gerektiğini düşünüyorum.

Mesleği, mimarlığı ya da doktorluğu bir silah olarak görmek meselesine gelince. Doktorluk da örgütlü meslek olarak eskiden yoktu, büyücüler, sağaltıcılar vardı. Bu meslek meselesi toplumsal olan, toplum olarak yaşamaya başlayınca ortaya çıkan bir şey. Zanaat iyidir, ama meslekleşmek, meslek olarak örgütleşmek yanlıştır, diyemeyeceğim ben. Mesleğin yanlış yorumlamaları ve uygulamaları olabilir; bugün biliyorsunuz kalem silahtır diyen de var. O zaman kitaplara da mı düşman gözüyle bakacağız? Bence mimarlığın altında olduğu esas güç, fiziksel güçlerdir. Bu da en başında yerçekimi, rüzgar, ismini ne koyarsanız onlar ve onların bileşenleridir. Kuvvetler bileşkesi gözüyle bakmaya da devam etmek gerekir. Esas etiği de estetiği de orada arayalım. Bu sosyal güçler de olabilir, bildiğimiz çok ön planda olan fiziksel güçler de. Malzemenin kendisi, dönüşümleri; pencereyi açıyoruz ya da açmıyoruz; ısınma gereği duyuyoruz ya da duymuyoruz; konuşuyoruz, sesimiz yankılanıyor ya da yankılanmıyor... Meseleyi daha elle tutulabilir taraflarına yaklaştırmak istiyorum. Eğer onlar devreye girmezse, bence bu konuşma eksik kalır. Seneler önce bir çalışma yapmıştık, mimarinin yerle kurduğu ilişkiden yola çıkarak yeraltından yer üstüne, sonra pilotilerin üzerine çıkma, daha sonra şimdiki internetin varlığı. Bu başka türlü bir etikten bahsediyor, işin esasını isterseniz. Doğayla, tabanla, bağlamla kurduğu ilişkiden bahsediyor. Ben Gezi için açılmış yarışmayı hiç yanlış bulmuyorum. Mimarı doğanın tamamen zıttı bir edim içerisinde görmenin ciddi anlamda yanlış olduğunu düşünüyorum. Mimar, her türlü organizmaya alan açabilecek kararları alabilir. İnşa etmenin içerisinde yaşama yer vermeyen bir düzeni hayal dahi edemiyorum. O zaman zaten söz konusu olan şey, mimarlık değil.

HS
HS


Bunun bir örneği var mı mimarlıkta? Yaşamak dediğimiz zaman mesela bir ormanı düşünün, ormanda kuşlarıyla, mikroorganizmalarıyla, bitkileriyle, suyla, tüm maddeler birbirinin yaşamını destekleyen bir şeydir.

NK
NK


Ormanlar sarmaşıklarla sarılıp yok olabilir. Ege’ye gidin, kilometrekarelerce alanın kendisinden üreyen hastalıkla yok olmaya başladığı örnekler görürsünüz. Sarmaşığı mı öncülleyeceksiniz, ağacı mı? Yani doğada da alan çevirme, sarma örneklerini görüyoruz. Kedi örneğin bir diğerine şu alanın içerisine giremiyorsun diyor, bölgesini çiziyor. İnsanın ya da başka hayvanların kendine ait mekansal alanı ifadesini doğal kabul ettiğimizi düşünüyorum. Hatta insanoğlu bir diğerini, kendisinin tanımladığı yaşam alanına dahil edebilir, onu paylaşabilir. Kentsel yaşam da bu tamamen. Bahsettiğimiz ölçü meselesi bu. Esas olan, kişinin, hem bireysel hem de grup olarak, neyin nerede durabildiğini düşünmesi, hesap yapabilmesidir. Ayrıca, inşa edilmiş her şeyin de mimarlık örneği olmadığını düşünüyorum.

KA
KA


Neden hesap yapmak dediğinizi anlayabiliyorum. Şuna dikkat çekmek gerekebilir: Eski Yunan’dan beri insan aklının kullanımının bir alanı buna odaklanıyor, ama hesap yapabilmeniz için elinizde bir fonksiyon olması lazım. Bir fonksiyonunuz olacak ki onun içindeki değişkenlerden birine girdinizi yerleştireceksiniz ve bir çıktı elde edeceksiniz. Galiba biz şunu sormaya çalışıyoruz ya da en azından benim aklımda hep o soru var: O fonksiyonu nasıl inşa ettik, nasıl tesis ettik? O fonksiyonun geçerliliğinden ve tutarlılığından ne kadar eminiz ve daha da önemlisi o fonksiyon ne anlama geliyor, nasıl bir ehemmiyet taşıyor ve hangi işlevi yerine getiriyor?

NK
NK


Ama siz az önce öyle söylediniz: Böyle donuk ve tek seferli bir kurallar seti söz konusu olamaz.

KA
KA


Onun için söylemedim. Hani siz mimarlıkta asli faaliyetlerini ya da eleştirelliği bir tür hesaplamaya dayandırdınız.

NK
NK


Eleştirellik evet, imtina etmekten kast ettiğim zaten o eleştirel bakış.

KA
KA


Ama sorun sınırın kendisiyse, sınırın orada olması, bir şekilde oraya dikilmiş olmasıysa ve asıl gereken sınırı aşmaksa hesap işe yaramıyor. Çünkü orada hesap yapabileceğiniz bir şey yok; sınırı geçtiğiniz anda sınırın mümkün kıldığı, tanımladığı her şey ortadan kalkıyor. Ve öyle görünüyor ki içinde bulunduğumuz koşullar altında, sadece mimarlık için söylemiyorum, yaşamı kurtarabilmek için yaşamın toplumsal bir üretim faaliyeti olduğunu fark etmemiz, bırakın hayata geçirmeyi yeniden hatırlayabilmemiz için nerede ne sınır varsa bir şekilde zorlamamız, sadece yerini değiştirmek değil, ortadan kaldırmak için çabalamamız gerekiyor. Çünkü bu sınırlar öyle bir tesis edilmiş durumda ki bunun boyutlarını anlamaya çalışınca işin vahameti daha net ortaya çıkıyor. İnsanın kendini, dünyayı ve genel anlamda yaşamı üretmek için kurguladığı temel dinamiklerden biri, emek. Biz bunu ekonomi politikçilerden beri soyutlayarak işgücüne dönüştürmüş ve alınıp satılabilir bir meta olarak inşa etmiş vaziyetteyiz. Şimdi bunu böyle yaptığınızda, bir de bunun üzerine “üretim araçlarını elinde bulundurduğu için üretim faaliyeti sonucunda ortaya çıkan şey de üretim araçlarını elinde bulundurana aittir” dediğiniz anda insanın yaşamı, kendini ve dünyayı üretmek için kullandığı asli dinamik birden bire başka bir sınıfın ya da başka bir grubun çıkarına hizmet eder hale geliyor.

Emeğin alınıp satılması tam olarak kapitalizme has bir şey, ondan önce emek alınır satılır bir şey değildi. Burada ne ürünün üzerinde ne de ürün neticesinde ortaya çıkan gelir üzerinde hiçbir söz hakkınız yok. Çünkü bunlar, tamamen üretim araçlarını elinde bulundurduğu için doğrudan ürünün de sahibi haline gelmiş bir kitlenin, sınıfın elinde. Dolayısıyla bu sadece emekle ilgili bir mesele; iktidarla ilgili olan ayrı bir sorun. İnsanların bir arada yaşamayı beceremedikleri için önce ayrı yaşadıkları, sonra savaştıkları ve savaştıkları için bir araya gelelim dedikleri ve bunu "sözleşmeyle öldürme hakkından vazgeçmek" şeklinde ortaya koydukları ve bunun beyanın doğası itibariyle hiçbir anlam taşımamasıyla bir hükümdarı, bir zorbayı gerektirdiğini düşünüyoruz biz. Bu, bugün de hala bu şekilde. Modernliğin ve içinde yaşadığımız dünyanın bundan başka bir toplumsallık tahayyülü var mı?

NK
NK


Şu zamanda var. Bugün mesela bir işlemci ya da bir servo motor ya da bir piston... Eskiden bir bireyin makineye ulaşabilmesi için ya kendisinin mucit olması ya fabrikada çalışması, işçi olarak ona dokunması gerekirdi ya da parayla satın aldığı aracın parçası olabilirdi. Bugün gidip beş dolara Çin’de yapılmış arduino’yu satın alabiliyorsunuz, her türlü malzemeyi de. Birey, eskiden doğaya çıkıyor, kamış topluyor, örüp sepet ya da kano yapıyordu. Bugün her gün gelişen yapıcı (maker) kültür ile, sanayi ürünlerine ve işlenmiş malzemelere ulaşabiliyor, hayli teknolojik ürünleri kendi keyifleri için kullanıp kendi icatlarını yapabiliyorlar. Dijital, siber yeni bir dönemden geçiyoruz. Ayrıca alanların, metrekarelerin, o rant sağladığını düşündüğümüz yüzeylerin de eskisi gibi etkili olmadığını düşünüyorum. Bugün, Hossein Bey bir bilgisayar ekranından, bulunulması gereken mekansal noktada olmadan, hiçbir yol ulaşım aracı kullanmak zorunda kalmadan buraya gelmiş oldu, Skype bağlantısı sayesinde. Belki bahsettiğimiz rant hikayelerini, gelecekte internet alanları üzerinde tekrar tartışacağız, çünkü o alanlar azaltılacak, çoğaltılacak.

KA
KA


Bu ilişkilerin biçimlenme şekli olabilir, bir toplumsallık değil.

NK
NK


Bana göre toplumsallıktır, neden biliyor musunuz? Çünkü size “şu hattı kullanamazsın” deseler bile başkasını kullanıp bir siber mekana ulaşabiliyorsunuz. Bu da gene yeni siber bağlar ile mümkün oluyor.

KA
KA


Ama bu telefon teknolojisi, başka bir şey değil. Söylemeye çalıştığım, insan bir aradalığının anlamı. Demin anlattığım Eski Yunan’daki gibi insan kolektivitesinin yarattığı bir şey olarak yaşamı görmek var; bir de hayatta kalma çabası olarak yaşamı görmek var. Yaşamı hayatta kalmaya, bir şekilde ölmeme gayesine indirgediğinizde ya bireyden toplumu inşa etmeye çalışırsınız, birey artı birey artı birey şeklinde bir araya gelip toplumu ortaya çıkarırlar ve bunların bir şekilde birbirlerini öldürmelerini önlemek için devletten bahsetmeye başlarız, ya da asıl olan devlettir, toplumdur ve vatandaşlar da bunun altında ancak zaten var olabilir der ve bu sefer bunu aslileştirirsiniz. Bu ikili yapı dışında başka bir şey üretemedi modernlik.

NK
NK


İşte ben buna ikna olmuyorum. Hem anlık, bulunduğu ortamda hem onun birtakım farklı alanlarında varlık gösterebilmek hem de kentin kendisi bugün bambaşkalar. Şimdi teknolojiyle küresel olanın etkileşimi ile eskiden kent haritada bir nokta iken, bugün küresel olan kentin bir parçası. İnternet kentsel olana yeni bir tarif getiriyor. Küresel olan kentin bir özelliği haline geliyor ve bu ağ bağlılıkları sayesinde oluyor.

HE
HE


Bugün bütün bu tartışmalar için yeni bir terminoloji üretebilir miyiz? Etiği hala erken kapitalizmin lügatıyla mı konuşuyoruz? Mimar yaptı suçlu, yapmadı suçlu. Genel bir argüman olarak “ben yapmasam başkası daha kötüsünü yapacaktı”nın yanıtları sadece “yapmayacaktın tabi ki” ya da “iyi ki sen yaptın” mı olmalı? Bu yolla ikilikler üzerinden meseleye yaklaşmak erken kapitalizmin lügatıyla konuşmak değil mi? Bugünden bakıp, neoliberalizm zamanında ya da Nilüfer’in bakış açısıyla post-kapitalist dönemde bu meseleyi nasıl tartışabiliriz?

HS
HS


Giyinme anlayışımızı değiştirmiyoruz, vücudumuzu sarıyor hala, ama moda giyinmenin şeklini değiştiriyor; eskisinden farklı giyiniyoruz. Göçebelikten yerleşik hayata geçişin başlattığı dönüşüm hala devam ediyor ve bugünkü dünyayı da bu çerçevede yarattık. Bugünkü dünyayı da ne hale getirdiğimiz ortada: herhangi bir sebep olmadan birbirini öldüren insanlar, savaşlar, yerlerinden yurtlarından edilen insanlar… Böyle devam edersek kendi neslimiz de çok kısa bir zamanda, kendi elimizle tükettiğimiz birçok hayvan ve bitki türü gibi tükenecek. Dolayısıyla kendimize dönüp, derin sorular sorarak, çok ciddi bir sorgulama yapmamız gerekiyor. İstanbul’da kentsel dönüşümle üretilen rantın, başka bir ülkede çıkan petrol kuyusuyla, diğer bir ülkede çıkan savaşla ve daha bir çok şeyin birbiriyle ilintili olduğu, bir organizma şeklinde büyüyen çıkar ilişkileri söz konusu. Böyle bir dünyada, eğer gerçekten savaşlardan, insanların korunamamasından, çocukların ölmesinden rahatsızsak bunları kökten bir şekilde sorgulamamız gerek. İyi bir dünya, iyi bir gelecek için, biz hep mekandan bahsediyoruz ama, zaman kavramı da çok önemlidir. Dolayısıyla sadece mimarlık kimliğinin var olması değil, herhangi bir kimliğin var olması sorunudur. Nasıl ki kendimi erkek ya da Müslüman, heteroseksüel ya da İranlı vs. olarak nitelendirmem yanlışsa, bölücüyse kendimi mimar olarak da nitelendirmek istemem, kimsenin de nitelendirmemesi gerektiğini düşünürüm. Mimarların değil, biz insanların hatta biz canlıların diyelim, dünyada bir sorumluluğumuz var ise o da, daha iyi bir dünya ve gelecek yaratmak ve bunun için çaba harcamaktır. Meslek, meslek etiği, meslek kodları ya da kuralları yerine kurulması gereken yeni dil önerim bu. Mesleği atalım, mimarları atalım, bir kere bir canlı olduğumuzu hatırlayıp yaşadığımız evrenin daha iyi bir hale gelmesini sağlayalım.

NK
NK


Sınıflandırmanın sorun olarak görülmesini anlıyorum ama kendime mimar demem onca yılımı almışken, senelerce mimar olmak için birikimimi artırmak için çalıştıktan sonra artık gururla mimarım diyorum, zevkle de mimarlık yapıyorum. Bana göre bu, ölçüyü kaçırmamakla ilgili. Dünya sınırlı bir hacim zaten, atmosferin sınırlarının olduğunun farkına varmaya çağırmak yeni bir şey değil ve bu tartışmanın içinde yer alması tabiidir. Bir sorumluluk varsa bu, herkesin bireysel sorumluluklarından biridir, mimarlara da aynı şekilde düşer. Daha evvel sözünü ettiğim hafiflik/incelik üzerine yaptığımız “Towards Lightness” çalışması da bununla ilgiliydi; öz kaynaklarımızın sınırlı olmasıyla. Hafifleştirme kompozit malzemelerde olduğundaki gibi, şu an sahip olduğumuz hesaplama yetilerimizi kullanarak tasarım için bir etik alan tarif edebilir. Bu çalışma mimarlıkta yeni bir etik anlayışı anlatıyor. Bilinen mimarlık prensipleri ile hafiflik prensipleri kıyaslandığında mesela; biri daha ağır masif parçacıl karşılıklar üretirken, mekanizmaları birbirinden ayrıştırırken diğerinin daha bütüncül, işleyişin bir organizma gibi görülebildiği, ekolojik daha bugüne yakın bir bakış açısını çağrıştırdığını gösteren bir araştırmaydı. Ben ancak bunları tartışabilirim mimarlık etiğinde. Boşluğu, üst üste çakışmaları, dinamik olanı dikkate alan. Bunun en güzel örneği şu olabilir: Parkta bir basketbol sahası yaparsınız ve kimi saatler boş kalır, ya da düzlüğünü gölgesini planlarsınız burada basketbol da oynanabilir, iki tane taş konduğunda futbol sahası olur, sonra da birileri piknik yapabilir… Tam zamanlı ve protokollü bir basketbol sahası gerekmiyorsa bu, biraz daha özgürlükçü bir mekan kurma tavrıdır. Bence algıda, mimarlığın ve mimarın tarifinde farklılaşıyoruz. Bence her şeyi ve sonuçlarını, onları nasıl kullandığınıza bağlı olarak da tartışabiliriz. Mimar, “Hayır, ben bu alanı sınırlayıp tek bir kullanım atfetmeyeceğim; ben bu alanın çoklu, eşitlikçi kullanımını tariflemeyi tercih ediyorum.” diyebilir mesela. Ya da betonarme yerine daha hafif strüktürler de tercih edebilir. Ben yapmasaydım daha iyisi olurdu ya da hiç inşaat yapmayalım, hiç mimarlık yapılmasın, mimarlık kelimesi bile konmasın noktasına gelemiyorum ben. Tabi, iyi ki tartışıyoruz; aynı noktada beş kişi buluşsa ne kadar sıkıcı olur. Ben tam tersine mimarlık gerçekten yapılsa keşke, o zaman tartışılan vaziyeti görmezdik diye düşünüyorum.

KA
KA


Benim mimarlık özelinde çok şey söyleyecek halim yok. Sonuçta işin pratiğini yapan birisi olmadığım için işin inceliklerine de vakıf değilim. Ama mimarlığı, mekanın düzenlenmesi ve bir anlamda tasarımın, düzenlemenin ve yönetmenin beraberinde getirdiği işlev olarak düşünerek ilerleyebilirim. Bütün bu konuştuklarımızdan sonra aklıma geldi, kendi tezimde sürekli bu sorularla uğraşmak zorunda kaldığım için. Foucault’ya “Abi sen de her şeye kötü dedin, her şeyi bitirdin” diye soru soruyorlar röportajda. “Ben her şeyi kötülemedim. ‘Her şey tehlikeli’ dedim.” diyor. O tehlikeye dikkat çekmek için söyledim az öncekileri. Ve bu tehlikenin internetle vs. çok değiştiği ya da değişeceği kanaatinde değilim açıkçası. İnsan bir aradalığının neye muktedir olduğunu, nasıl kendini gerçekleştirebileceğini, nasıl özgürlüğü mümkün kılan bir mekanı üretebileceğini ve o özgürlüğü mümkün kılan mekanı üretme faaliyetinin bizzat kendisinin özgürleştirici olabileceğini anlık görebiliyoruz. Bir flaş çakıyor veya bir parıltı oluyor. Gezi bu açıdan önemli bir andı. Çünkü orada yapılan şey, bir anlamda mekansal bir düzenlemeydi. Meydan düştükten sonra neredeyse kendiliğinden denebilecek bir süreç içerisinde en azından mülkiyet ilişkilerinin askıya alındığı bir alan üretildi. Ve mülkiyet ilişkilerinin askıya alınması halinde bir yaşamın, üstelik toplumsal elbirliğiyle üretilebilen bir yaşamın mümkün olduğu orada bizzat yaşanarak, uygulanarak ve tecrübe edilerek ortaya kondu. Bugün hala dönüp dolaşıp “Geziciler” diye bahsetmelerinin temel sebeplerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Orada bir ütopya, bir “olmayan yer” değil, bizatihi insan eyleminin sonsuzluğunun ve sınırsızlığının yine insan eylemiyle somutlandığı bir an ortaya çıktı. Bunun ön koşulu, ne yaparsanız yapın, bu mülkiyetten kurtulmak, başka çareniz yok. Çünkü mülkiyet olduğu müddetçe her şeyi, sınır üzerinden tesis etmek zorundasınız. Ben varım, sahip olduğum şey var, temellük ettiğim şey var; o şeyi temellük edilebilir bir şey haline getirmek için girdiğiniz taahhüt, öylesi derin, öylesi dipsiz ve temellendirilemez bir şey ki siz bu taahhüde girdiğiniz anda bu ayrımı, sınırı ve dolayısıyla şeyleştirilmiş, tasdiklenmiş olanla kendiniz arasında bu mülkiyet ilişkisini tesis ettiğinizde öylesine açmazlar üretmiş durumdasınız ki bu açmazları sürekli örtbas etmeye çalışırken bambaşka açmazlar üretmek zorunda kalıyorsunuz. Hayatınız palavradan ibaret hale geliyor. Ve bu palavrayı bir şekilde beraberinizde taşımak için tek koşul var: Herkes buna inanacak, herkes bunu paylaşacak, kimse oyunu bozmayacak. O kadar aleni bir şey ki birisi oyunu bozduğu anda herkes birden bire “Biz ne yaptık?” diyor. Taşı toprağı bütün çıplaklığıyla, en saf haliyle düşünün. Bunun, üzerinde mülkiyet beyan edilebilir, hatta iddia edilebilir bir şey olduğunu nasıl söyleyeceksiniz?

Biraz önce bahsettiğimiz o hesabın dayandığı fonksiyon, işe yaramıyor. Çünkü o fonksiyonun gerçekleştirilebilirliğini, insan yaşamının toplumsal olarak üretilmesini mümkün kılan koşullar itibariyle bir karşılığı yok. Hepsi kafada, hepsini biz kuruyoruz. O kurguyu devam ettirebildiğimiz sürece sorun yok, ama o kurgu bir yerde iflas ederse, o zaman asli soruyu sormak zorunda kalacağız. Biz hangi hakla kalktık da bütün doğanın üzerinde, bütün yaşamın üzerinde iktidar talep ettik? Eski Yunan’da o adamlar da aynı soruyu soruyorlardı. Hayatı ne hakla, kurduğumuz şehrin vasıtasıyla oluşan kolektiviteyle ve kendi ellerimizle, kendi kararlarımızla dönüştürebileceğimizi düşünüyoruz? Bu bir kibir, bu kibri makul kılabilecek bir tek şey var: bu kibirle sürekli hesaplaşmak. Bu kibrin ortaya çıkardığı ürünleri gerçeklik olarak alıp bu gerçekliğin bir geçerliliğe işaret ettiğini varsayarsak ve bu doğrulamadan yola çıkıp geri kalan her şeyi bunun mümkün kıldığı hesap üzerine inşa edersek, bana öyle geliyor ki, en sonunda barbarlıktan ya da zorbalıktan öteye gitmeyecek bu iş. Bugünden yarına olacak bir şey için söylemiyorum ama mülkiyetin kendisiyle hesaplaşamadığımız, mülkiyet kavramını, ilişkilerini ve onların ürettiği sorunları göz ardı ettiğimiz bu sürecin bizi iyiye ve özgürlüğe götürmesi pek mümkün gibi gelmiyor bana.

HS
HS


Kaan Bey’in çok doğru bir sorgulama yaptığı kanaatindeyim. Bu mülkiyet kavramını hiç tartışmadık konuşmamız çerçevesinde, ancak mimarlıkla çok doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü mülkiyet, mekan üzerinde insanın ya da zümrelerin iktidarını anlatabilecek önemli biçimlerden, kavramlardan biridir. Bu çerçevede ben de çok olumsuz bakmak istemiyorum ama bu tehlikenin fark edilebilmesi için bunları sürekli söylemek zorunda kalıyoruz. Her geçen gün geçmiş günümüze göre daha vahim durumlarla karşı karşıyayız. Her birimiz kendimiz için küçük kaleler inşa etmeye başladık ve bu küçük kaleler içinde mutlu hayat sürdürebileceğimize kanıyoruz. Ama her geçen gün, bu kalelerin hepsinin yıkılabileceğini görüyoruz. Bu nedenle de bunların hepsini görürken, dönüp başka işlerle meşgul olmamız ya da bunları görmezden gelerek süslerle uğraşmamız doğru değil. Açıkçası, bugünkü mimarlığın imaj üreten kısmının da işin süsüyle ilgilendiğini düşünüyorum. Bu nedenle benim görüşüm vicdanımıza uyarak çok ciddi sorgulamalar yapmak gerektiği. Örneğin; çevresinde insanların etiketlendiği, ulus sınırları var. Bugün Türkiye’de bazı insanlar “Suriyeli” diye etiketleniyor bu sınırlar vasıtasıyla. Bu Suriyeli olarak etiketlenen insanlar, ülkelerindeki savaştan kaçarak o noktaya geldiler ancak bir kısmı sokaklarda uyumak mecburiyetinde kalıyor. Bir kısmı şehirlere sokulmuyor, bir kısmı kamplarda kalmak durumunda kalırken bir kısmı kamplara bile gidemiyor, bir kısmı da denizlerde ölüyor. Niye böyle oluyor? Bunun sebebi insanların mekanlar, yerler üzerine kurdukları iktidardır. “Burası benim, orası senin; burada bizler yaşarız, orada onlar yaşarlar” söylemidir. Bu iktidar biçimleri duvarlarla da, mimarlıkla da, iktidarların ürettikleri yasalarla da, ekonomiyle ya da sosyal ilişkilerle de, bunların hepsiyle ve iç içe geçişleriyle ilgilidir. Bunlar var olduğu için insanlar ölüyor, bunlar var olduğu için sokakta insanlar karların üstünde örtüsü olmadan uyuyor. Bunların yaşandığı, sizin bunları gördüğünüz, görmeseniz de haberinizin olduğu bir ortamda, iyi bir mimarlığın ya da iyi bir silahın ne anlamı var ki? Ben öğrencilerime hep şunları söylüyorum: Biz insan olarak maymundan daha iyi olduğumuzu iddia ediyoruz da maymun nüfusunun kaçı açlıktan ölür, insan nüfusunun kaçı? Maymun nüfusunun kaçı soğuktan ölür, insan nüfusunun kaçı? Maymun nüfusunun kaçı birbirini öldürür, insan nüfusunun kaçı? Bunlara baktığınız zaman çok vahim bir durumla karşı karşıyayız. Ben geriye gitmek taraftarı kesinlikle değilim. Evet ileri gitmemiz lazım ama oraya gidemeyecek kadar gerideyiz. Birçok açıdan maymunlardan bile gerideyiz. Birlikte yaşamı, birlikte var olma duyularımızı maalesef kaybettik. Bunları yeniden inşa etmemiz gerekiyor.

KA
KA


Hossein Bey’in söylediğine ek olarak, sizle konuştuğumuz meseleyi biraz daha açmak açısından da işe yarayabilecek bir soruyla bitirmek istiyorum. Maraş’ta yapılması planlanan mülteci köyünü biliyorsunuz. İşi bütün boyutlarıyla anlatmak çok zor, ama orası bir ova. Etrafında altı-yedi tane Alevi köyü var, Alevi köyleri Anadolu’da genellikle dağda, bayırda olur kaçmak zorunda oldukları için ya da zaten kaçmış oldukları için. İşte bunlar da İç Anadolu’daki az sayıdaki ovada kurulu köylerden. Doğal sulama yapılabiliyor ve çok verimli bir arazi. Maraş Katliamı’ndan sonra Maraş’tan kaçan çok sayıda Alevi'ye rağmen şehirde hala bir Alevi etkinliğinin olabilmesi, bu köylerin ekonomik gücünden kaynaklanıyor. Bunlar halen üretim yaptıkları ve ciddi bir gelire sahip oldukları için Maraş’taki Alevi etkinliğinin kırılması engellenmiştir. Maraş Katliamı’ndan bu yana 30-40 yıla yakın zaman geçmiş, Maraş’ta Alevilerle Sünniler daha yeni yeni birbirlerinin yüzlerine bakabildiklerini söylüyorlar, düşünün. Şimdi siz bunun ortasına, kimlerden oluşacağı tamamen belirsiz bir mülteci köyü inşa etmeye karar veriyorsunuz. Türkiye’ye gelen Suriyeli mültecilerin arasında Kürtler, Yezidiler var ama zamanında IŞİD’le işbirliği yaptıktan sonra Türkiye’ye kaçan köylüler de var. Dolayısıyla herkes çok tedirgin. Ayrıca bu mülteci köyünün yanına bir de özel tekstil bölgesi yapıyorsunuz, yani mültecileri ucuz emek olarak kullanmak üzere organize sanayi bölgesi yapıyorsunuz. Şimdi size birisi bu projeyi verse, siz buraya dünyanın en güzel mülteci köyünü yapsanız, en sağlamını, en işlevselini, en dayanıklısını, en derinini, en yüksek olanını yapsanız, ne değişir? Mimarlığı bir bütün olarak düşüneceksek bu koşulları da içine almak lazım. Mimarlık bütün bu koşulların mevcudiyetini göz ardı ederek sadece mekansal bir tasarıma ve düzenlemeye odaklandığı takdirde kaçınılmaz olarak orada olan bitenin bir paydaşı olmak durumunda kalacak. O yüzden değilleme deyip duruyorum, yadsımayla başlamak lazım diye düşünüyorum.

Etiketler:

İlgili İçerikler: