Mimarlık Sadece Görünene Bakarak Anlaşılacak Bir Şey Değil - III

H. CENK DERELİ

Birazdan, kişisel deneyimim yanında, tanıştığım insanlardan duyduğum ve farklı kaynaklardan okuduğum bilgileri de kentten anladığımın bir parçası haline getirmeye çalıştığım ve tüm bunları “Gün Işığı, Su, Yaşam Biçimi, Devlet” başlıkları altında topladığım Stockholm yazı dizisinin üçüncüsünü okuyacaksınız. İlk yazıda “kentlerde göze görünür olanlar görünmez ilişkilerden soyutlandığında kentin anlamına dair derin perspektifi de kaybetmiş oluyoruz.” diyerek başlayan bir bağlamsal çerçeve kurmuştum. Dizinin bu giriş bölümünü Gün Işığı başlığı ile beraber içeren ilk bölümü ile Su ve Yaşam Biçimi başlıklarını içeren ikinci bölümünü okumayanlar yazılara bağlantılar üzerinden ulaşabilirler.

DEVLET
İkinci bölümde, “Yaşam Biçimi” başlığı altında kısacık ekonomik örgütlenme ve devlet-vatandaş ilişkisindeki güven üzerine inşa edilen hayattan bahsetmiştim. Pek çok şeyin olduğu gibi kentin yaratımı da devletin sıkı kontrolünde. Bugünlerde ekonomik sistem, neoliberal politikaların etkisiyle değişme baskısı altında olsa da yakın zamana kadar şehirde kimsenin mülk sahibi olma hakkının olmadığını hatırlatmak da gerekli. Bu bilgi, güvencesiz bir yaşam hakkı hissi doğurmasın. Devletin ve şirketlerin sahip olduğu konutlarda makul kiralarla oturan vatandaşı o evden çıkartmak neredeyse imkansız. Kiracı olarak o mülkte oturma hakkınızı miras olarak çocuklarınıza da bırakabiliyorsunuz. Bireyleri kazanç odaklı yaşamdan bazı anlamlarda özgürleştiren bu politikalar, neredeyse tek güvencenin zenginleşmek olduğunu dayatan bizim yaşadığımız sistemde ne için para kazandığımızı tekrar sorgulatacak nitelikte.

Kentte konut yaratımının bu denli kontrol altında olması kent merkezini aşırı değerli hale de getiriyor. Belirli mahallelerde konut kiralamak için yıllarca sıra beklemek gerekiyor. Kentin özgün ekonomik sistemi bu kontrollü haliyle bile sosyo-ekonomik ayrışmalara sebep oluyor. Özellikle banliyöler ile kent merkezi kıyaslandığında çarpıcı bir şekilde görünür olan demografik farklılıklar bunun önemli bir göstergesi. Diğer göstergelerden bazıları da kent merkezinde sokakta yaşayan insan sayısının fazlalığı ve hemen hemen her yerde karşınıza çıkan dilenciler.

Devlet, yaşamı biçimlendiren “herkesin ulaşabileceği işlevsel ve güzel olanı yaratma” estetik politikasını geleneğinin bir parçası haline getirdiğinden; bahsedilen İsveç’te yapı yapma standartlarının yüksekliği ve denetleme mekanizmalarının sıkılığı, üretildiği dönemin mimari yaklaşımlarını taşıyan, nitelikli pek çok farklı denemenin yapılmasını sağlamış. Bu kent yaratma geleneği “kendin birleştir” tarzındaki mobilyaların estetiğinden daha fazlası demek. Sürdürülebilirlik ve enerji konusunda özelleşmiş onlarca eğitim ve araştırma kurumu olan ülke, yapı teknolojileri araştırma ve uygulamaları konusunda da oldukça ileride.

On dokuzuncu yüzyılın tarihi apartmanları, yirmili yılların modernist “halk konutları” projeleri, ikinci dünya savaşı sonrasına tarihlenen banliyölerdeki sosyal konut yerleşimleri olan “milyon programı”, kent merkezindeki postmodernist konut ve ofis blokları… Güncel mimarlığın pek çok farklı denemesi ile farklı zamanlara tarihlenen, farklı stillerdeki kültür kurumları, alışveriş merkezleri ve pazarlar... Zaman zaman yapımları ve yıkımları oldukça fazla tartışma ve protestoya sebep olsa da tüm bu katmanlar yan yana, iç içe ve bir arada.

Stockholm, yirminci yüzyıl başında ve ikinci dünya savaşından sonra olduğu gibi, yakın gelecekte yeni bir yoğun inşaat dönemine hazırlanıyor. Kent merkezi ve banliyölerdeki farklı mahallelerin yoğunlaştırılmasını ve yeni kentsel alanlar yaratılmasını amaçlayan bu planlar, devlet ve inşaat şirketleri arasındaki farklı pazarlıklarla, farklı paydaşların da dahil olduğu süreçlerle biçimlendiriliyor. Ancak pek çok kişiden duyduğum kadarıyla, işlerin tatmin edici bir şeffaflık ile ilerlediğinden bahsetmek pek mümkün değil. İnşaat firmalarının devlet arazisini değerlendirmek için geliştirdikleri detay planlar ile imar değişiklikleri yaratarak, kentteki gelişimi tartışmalardan kaçırarak biçimlendirmeye çalıştıklarına dair hikayeler Türkiye koşullarını anımsatıyor.

Ama Stockholm örneğinde, bu süreçlerin denetlenmesinde vatandaşın ve farklı kurumların elini güçlendiren hukuksal mekanizmalar oldukça caydırıcı. Pek çok belediye kurumu içinde kentlinin yönetim ve planlama süreçlerine aktif olarak katılımına imkan veren aygıtlar standartlaşmış. Bu yerel yönetim aygıtlarını çalıştıranlar özel eğitimli kamu görevlileri, akademisyenler, tasarım, planlama, psikoloji, hukuk ve sürecin gerektirdiği desteği sağlayacak tüm meslek profesyonelleri. Bu süreçlerde uzun süredir kazanılmış deneyimler, yerel yönetimde katılım konusuna dair oldukça çok fazla konuyu vakalar üzerinden öğrenme fırsatı sunuyor.

Stockholm doğanın ortasında, teknoloji ve tasarım odaklı sektörlerin yarattığı zenginlikle güçleniyor. “Hipster” denilen moda ve yaşam biçimi akımı, burada kişilerin üzerine giydiği bir rol değil, yaşanılan hayatın yarattığı bir sonuç. Sosyal medya hesaplarında özenilen İskandinav estetiği altı boş zorlama bir yaratım değil, karmaşık duyusal ilişkilerin içinden kurulan hayatın içinden fışkıran bir oluş.

Stockholm’ün karakteri de kentlilerine benziyor; ilk tanışma sırasında rahat ve cana yakın ama uzun soluklu bir samimiyet yaratması oldukça zor. Ama bu durum insanın hevesini kırmaktan çok onu daha çok keşfetmeye davet ediyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: