Mimarlık Ve Müzik

EZGİ TEZCAN

İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin düzenlediği “Mimarlık ve …” panel serisinin ilki dün akşam Salt Galata’da gerçekleşti.

Bulutsuzluk Özlemi kurucularından Nejat Yavaşoğulları, Baba Zula kurucularından Murat Ertel ve Nekropsi grubunun kurucularından Cevdet Erek’in panelist olarak katıldığı söyleşinin moderatörlüğünüyse Cem Sorguç gerçekleştirdi. Mekan ve ses arasında kurulan ilişkiyi kişisel deneyimleri üzerinden anlatan konuşmacılar, sesin odalarımızdan kente kadar hemen her ölçekte etrafımızı sardığının altını çizdiler. Nejat Yavaşoğulları, mimarlık ve müzik arasındaki en büyük benzerliğin her iki pratiğin de zaman tanımlı ve bilinmeyenli uğraşlar olduğunu belirtti. Mimarlığın, müzik sektöründen farklı olarak zorunlu toplumsal ilişkileri de barındırdığını, oysaki müzikte hareketin ve karşılıklı ilişkilerin belli sınırlar içinde kaldığını söyleyen Yavaşoğulları, bu nedenle de her iki alanda da çalışmaya devam ettiğini anlattı.

Murat Ertel ise müziğin mekansallığını, konser deneyimleri üzerinden, seyirciler arasında dolaşarak yorumladı. Yapılan müziğin, seçilen teknik donatılardan mekanın kendisine kadar pek çok parametreye bağlı olarak oluşturulduğunu, konser salonu ve stüdyo örnekleriyle anlattı. Enstrümanların doğrudan mekanlarla özdeşleşmesinden söz açılması, panelin ilginç noktalarından biri oldu. Elektrosaz duyunca akla pavyonun gelmesi, aslında müziğin mekanla birebir ilişkisine ve dolayısıyla da mekan için tasarlanan müziğe işaret ediyordu.

Cevdet Erek de Nekropsi ile birlikte ortaya koyduğu deneysel çalışmalarla her iki pratiği de deneysel bir kurgu içinde ele almanın yollarını araştırdığını anlattı. “Sahneyi yok etmek mümkün mü?” sorusunun cevabını araştırdığı macerasında “ses enstalasyonu” olarak tanımladığımız işlerinden bahsetti. “Ses mekansız olmuyor, sessiz bir mekan da mümkün değil.” diyen Erek, mekanı sesle süslemenin yollarını araştırıyor.

Panel sırasında yaşadığımız on saniyelik küçük deneyimse ses ve mekan buluşmasına dair daha pek soruyu ve bunun yanında farkındalığı da doğurdu. Kapalı bir salonda, sadece on saniye gözlerimizi kapatıp salonu dinlediğimizde duyduğumuz belli belirsiz sesleri düşününce kent sesleriyle alakalı tavrımı da ister istemez sorguluyorum. “Duyduğumuz ama dinlemediğimiz sesler” nedeniyle girmek istemediğimiz sokakları, yakınından geçip gittiğimiz kitapçıları; tüm bir kenti, ara ara durup on saniyeliğine de olsa dinlemek lazım. Çünkü ansızın duyduğumuz bir ses bile, hayata dair pek çok şey söylüyor.

Etiketler: