Narmanlı Hanı Başka Nasıl Olabilirdi Ki?

KORHAN GÜMÜŞ

Karşımızda duran yapı, çelik putrel-volta döşemeli ön cepheye bakan ana binası, yanlardaki kimi bölümlerinde tuğla, kimilerinde hımış dolgulu ahşap taşıyıcı iç duvarları ve döşemeleri olan arka bölümleri ile şehirde modernleşme ile yapı teknolojilerindeki değişimi anlatan bir mimarlık müzesine dönüştürülmüş.

Ödül alan bu ilginç mimari proje, basit bir restorasyon ya da tarihi bir yapıyı yeniden işlevlendirme çalışmasından ibaret değil. Tıpkı Venedik'te, François Pinault’nun muazzam güncel sanat eserleri koleksiyonuna ev sahipliği yapan ve büyük kanalın girişini kontrol eden Punto Della Dogane’de, tanınmış Japon mimar Tadao Ando’nun yaptığı gibi yapıyla mesafe koyan, bir taraftan duvarlardaki izlere, dokulara, renklere, tozlara bile dokunmadan, mekanın yeni kullanım olanaklarını keşfeden, yeni mimari fikirlerle gerçekleştirilmiş.

Ortaya çıkan ve çok takdir toplayan bu “baş döndürücü” mimari proje Beyoğlu’nun bu eşsiz mimari yapısına yönelik müdahalenin nasıl gerçekleştiğini gözler önüne seriyor. Yapının mimarı Sinan Genim projeyi şöyle anlatıyor:

“Bu çalışmanın bir hafızalaştırma girişimi olduğunu söyleyebilirim. Bu anıt yapının ancak sahip olduğu bu değerli miras üzerinden geleceğe taşınabileceğini düşündük. Zaten başka nasıl olabilirdi ki? Bunun altını özellikle çizmek istiyorum. Bina yalnızca geçmişe gömülen nostaljik bir yaklaşımla değil, geleceğe yönelen ve etkinlik temelli çalışan bir merkez olarak şehrin hayatına enerji verecek. İçine girdiğinizde karşınıza çıkan izlekler sizi birçok sanatçının, ressamın, şairin, yazarın yaşadığı mekanlara yönlendirecek. Burada şehir kültüründe çok önemli izler bırakmış bu şahsiyetlerin eserlerinden, çalışmalarından örnekler göreceksiniz. Ama bununla sınırlı kalmayacak. Mekan bu işlevini bugün de sürdürecek. Sermaye odaklı olmayan, farklı yerlerden gelen projelere, sanatçıların, inisiyatiflerin çalışmalarına da kucak açacak... Şunu da eklemeliyim: Bu yapı, uzaydan gelip buraya konmuş değil. Bu yapının burada nasıl yer aldığını, bunu sağlayan gelişmeleri de anlatan bir bölümümüz var. Bu bölümde bu tarihi yapının mimarı Fossati tanıtılıyor ve ondan hareketle şehrin modernleşme tarihinde birer yapı taşı olan önemli gelişmeler anlatılıyor. Altta Jamanak’ın hala duvarlarda tasnif edilmiş olarak duran arşivinden şehrin yakın tarihine uzanıyoruz...”

Sokağın sağında, Narmanlı Han’ın yenilenme sonrası arka cephesi; fotoğraf: Dirim Dinçer
15. İstanbul Bienali, şehir içine dağılmış tema posterleri

Gerçekten haftalık programlarla duyurulan etkinliklerle, sergilerle Narmanlı Hanı, Beyoğlu'nun en canlı mekanı haline gelmiş. Eğer bu yapı bundan yirmi sene önceki projede olduğu gibi bir dönüşüm geçirseydi ne olurdu? Yapıyı bir inşaat nesnesi olarak algılayan piyasa odaklı bir özne tarafından alt katlarda mağaza, üstte rezidans olarak dönüştürülmüş olsaydı... Ya da bu proje mahkeme tarafından iptal edildikten ve bina satıldıktan sonra, ortaya çıkan mağaza, restoran projesiyle yıkılıp yeniden yapılsaydı, o zaman ne olurdu? Kim bilir, Beyoğlu neler kaybederdi? Açıkçası Beyoğlu’nda kültür kurumları, semt dernekleri, inisiyatifler bir araya gelip, bir yönetim planı hazırlama ve bunun organlaşmasını sağlama konusunda kamu tarafını ikna etmeden önce bu tür ihtimaller vardı. Böyle bir ihtimalin varlığını dahi tıpkı bir kabus gibi unutmak, aklımdan çıkarmak istiyorum.
...

Yukarıdaki satırlar Narmanlı Hanı ile ilgili olarak yazma anında dile gelen kişisel bir hayali yansıtıyor. Ancak aynı zamanda bu hayal, eksik tarafları tamamlanması gereken, özellikle bazı satırları “boş bırakılmış” bir “bulmaca” gibi de görülmelidir. Tasvir edilen bu Narmanlı Hanı projesinde ne eksik? Hemen ve kolayca tahmin edeceğiniz gibi en önemli şeyin, bu hayalin içinde kendisini var eden öznesinin eksik bırakılmış olduğunu varsayıyorum. Bir taraftan Beyoğlu’ndaki bu eşsiz tarihi binayı, anıtsal bir yapıyı kendi katmanları ile keşfetmeye dayanan bir hayal kurarken onu aynı zamanda hangi öznenin gerçekleştireceğini, yani bu tasvirdeki duruma getireceğini de bir parça bilinçli olarak ihmal etmiş oluyorum. Bu açıdan Salt’ta açılan “İşveren” sergisine de bir göndermede bulunmak istiyorum. Bir mimari fikrin oluşması, gelişmesi ve gerçekleşmesi genellikle bir mimara ait gibi görünür. Ancak bu fikrin oluşmasında işverenin rolü ile mimarın işlevi yakından ilişkilidir. Bir mimari proje yalnızca kendi mantıksal düzenlenişi hakkında değil, onu koşullandıran amaçlar, işleyişler hakkında fikir verir. Ancak çoğu zaman bu ikincisi arka planda kalır. Hatta bilinçli olarak, mesleki rekabet koşulları, işi alanın proje üzerindeki tasarrufları ve hakimiyeti nedeniyle birincisi üzerine odaklanılır. Oysa mimari fikirleri yaratan koşulların sorgulanabilmesi için mimarın özerkliği yeterli değil. Asıl mesele mimarın da süreç boyunca sonsuz bir çaba göstererek, kendisinden de bağımsız olması.

Bunları söylerken Beyoğlu’nda parfümeri zinciri işleten bir yatırımcının işini gücünü bırakıp yalnızca prestij için varını yoğunu bir kültür projesine mi ayıracağını ve bunu başarabileceğini mi hayal ediyorum? Hadi bu girişimci böyle bir çılgınlık yapmaya kalkıştı diyelim, şehrin hayırsever zenginleri bile başarılı bir mimari proje yönetimi sergileyemezken, yüzüne gözüne bulaştırırken kendisinden, hiçbir deneyimi olmadığı halde böyle zor bir işi başarıyla gerçekleştirmesini mi bekliyorum? Elbette ki hayır! Bu girişimcinin ne böyle bir işe kalkabileceğini, ne de kendisini bu şehir için feda etmesini bekliyorum. Amacım tam da bu imkansızlığa işaret etmek.

eğet Mimarlık tasarımı Yapı Kredi Kültür Sanat binasına Galatasaray Meydanı’ndan bakı
Yapı Kredi Kültür Sanat binası içinde yer alan Yapı Kredi Yayınları; fotoğraf: Dirim Dinçer
Yapı Kredi Kültür Sanat, cephe detayı

Yalnızca böyle bir hayalde kamunun yer alması gerektiğini düşünüyorum. Ama bildiğimiz kamunun değil. Benim hayal ettiğim kamu, kamusal niteliğini gücün ele geçirilmesi, fikirlerin bastırılması, sindirilmesiyle değil, mimari düşünümselliğin gücü ve etkisiyle elde eden bir kamu. İşte burada mimarlığın tıpkı bir kaldıraç gibi bu kamusal niteliğin üretilmesinde bir rolü olabileceğini hayal ediyorum. Bu nedenle bu hayali kurarken eksik olan öznenin kendiliğinden harekete geçemeyeceğini, kamusal nitelikli eylemselliklerle inşa edilebileceğini düşünüyorum. Demek ki bu hayalin bir de maddi bir tarafı var: Yalnızca hayal kurmuyorum.

Mimarlıktan ve tasarımsal faaliyetlerden söz ederken aynı zamanda birbirinden çok farklı özneleri yeni bir kavramsallaştırma eşiğine taşıma kabiliyetinden, bunun eylemliliklerinden söz etmemiz gerektiğini düşünüyorum; mimarinin, yaşam çevresiyle ilgili kurgulama faaliyeti olarak, ürünle somutlaşan, ancak içinde farklı aktörlerin yer aldığı bir süreç olduğunu varsayarak.

Düşüncelerin, tercihlerin eylemselliklerle ilişkili olduklarını, birlikte ele alınmaları gerektiği varsayılabilir. Pascal’ın söylediği gibi, düşüncelerin eylemsellikler tarafından koşullandırıldığını varsaymak mümkündür: “Diz çökün, dua eder gibi yapın, inandığınızı göreceksiniz.” Bu yüzden mimarlık, yalnızca bir proje olarak değil, bu temsil sahnesini koşullandıran eylemselliklerin, arkasındaki işleyişlerin bir ürünü olarak ele alınabilir.

Bu durumda mesleki alanı koşullandıran eylemsellikleri, işleyişleri ele almadan mimari eleştiriyi tanımlayabilir miyiz? Mimari ürün eğer bu işleyişlerin içindeki bastırılan çelişkilerin bir semptomuysa, eleştiri ürün üzerinden nerelere uzanmalı, neleri sorgulamalı? Burada önemli bir sorun olduğunu söyleyebilirim. Çünkü mimariyi koşullandıran şeylerin başında hemen görünen bir şey yer alıyor, o da siyaset.

Örneğin bir proje eleştirilirken hemen söylenen şey “Evet, bu bir rant projesi”. Böylece zaten emin olduğunuz, gördüğünüz bir soruna, bir teşhis konması sorumluları rahatlatıyor. Oysa burada projenin ortaya koyduğu çok daha karmaşık bir sorun olabilir. Bu tür bir tanımlama biçimi, mimari eleştiri niteliğini taşımıyor, o zaten görünen şey. “Totolojik” bir önermenin eleştiri mahiyetinde olması mümkün değil. Demek ki mimari eleştiri dediğimizde “görünen şey”den “görünmeyen şey"e uzanmak bu kadar kolay değil ve üzerinde biraz daha çalışmamız gerekiyor. Bir proje ortaya çıkmadan da ortada bir dolu emare bulunur. Hatta çoğu zaman süreç bir dolu fikir verir ve bunlar sonuçlar üzerinde etkilidir. Bu durumda mimari eleştirinin ürün üzerine odaklanması ne kadar anlamlıdır?

Bu tür durumlarda ürünü sorun etmenin, tartışmanın bile fazla bir anlamı yoktur. Üstelik gücün bu kullanım biçimi belli nedenlerle bir süreklilik arz ediyorsa, mimari eleştirinin başka bir tür sorumluluğu bulunur. Süreci ihmal edip, ürün ortaya çıktığı anda eleştiri yapmak uzman olmayan insanların işidir. Mimari eleştiri, uzmanlıkların alanındaki değerlendirmeler uyurgezerlik kaldırmaz. Mimarlığın profesyonel alanındaki sorunlara yalnızca tercihlerin yol açtığı sonuçlar olduğu doğru değildir. Öyle olsaydı, mesele, yani ortaya çıkan mantıksal sorunlar, metafizik bir biçimde yalnızca öznelerin tercihlerine bağlı kalırdı. Oysa mimariyi oluşturan süreçler çok daha komplikedir. Komplikasyon kimi zaman tercihlerin arkasında bir toplumsal hafızanın bulunmasından, bastırılmış çelişkilerin gene kendilerini işaretsizleştiren eylemselliklerle temsil alanına yansımasından kaynaklanır.

İsteyenler için birkaç bulmaca konusu:

GALATAPORT NEYİN BİR SEMPTOMU?
Geçtiğimiz sayıda Galataport için hazırlanan dosyada, şehrin tarihi merkezini çevreleyen kıyılardaki dönüşüm hakkında hiçbir bilginin paylaşılmadığı, şehirlilerin yıkımlarla karşılaştığı anda proje hakkında bir bilgi sahibi olduğu söyleniyordu. Şöyle bir düşünün: Yıkım bölgesinin ortasında kalan İstanbul Modern yönetimi dahi ne olacağını bilmiyor. Bir sene öncesine kadar geçici olarak Paket Postanesi’ne yerleşeceğini söylüyordu. Bu projeyi yapan konsorsiyumla yönetimin ilişkisi göz önüne alındığında, Paket Postanesi'nin bu proje kapsamında yıkılacağını bilmemesinin imkansız ve şaşırtıcı olduğu varsayılabilir. Ayrıca karşımızda öyle basit bir uygulama yok. Ancak bu çelişki önemli bir şeyin göstergesi: Projenin nasıl gelişeceğini, neler olacağını yatırımcı kuruluşun kendisi dahi tam bilemiyor. Peki, kim biliyor? Görünüşe bakarsanız kimse bilmiyor. Buradaki bilinemezlik aslında bir bilgi. Çünkü bu projede nelerin olduğunu bilebileceğimiz bir profesyonel işleyiş yok.

Sonuçta gördüğüm kadarıyla bu karanlık bölgeyi, içi boş temsili nostaljik fotoğraflarla gizlemek için reklamcılara epey bir iş düştü.

YASSIADA’DA NE OLDU?
Bu hafıza mekanının yok edilerek ve hiç de demokratik olmayan bir yöntemle “demokrasi adası” olarak adlandırılması kendi içindeki mantıksal çelişkiye “semptomatik” bir şekilde işaret ediyor. Aynı şekilde bu hafızalaştırma girişimini motive eden arzuyu yok sayarak, işleyişleri dikkate almadan yalnızca “doğasıyla, kültür mirasıyla olduğu gibi kalmasını, korunmasını” istemek de semptomatik bir çelişkiye işaret ediyor. Her iki durumda da mimari sonuçlar tercihlerden öteye, düşünümsel alandaki işlevlere uzanıyor.

EMEK SİNEMASI’NDA NE OLDU?
Projeyi eleştiren uzmanlar “Emek Sineması’nın özgün niteliklerinin kaybolduğunu, bunun bir restorasyon projesi olarak adlandırılamayacağını” söylediler. Belki de “yapıya müdahale edilmemeli değil, nasıl edilmeli” sorusu ile başlanmalıydı. Zeminden bir kat kazanmak ve içerde geniş hacimler elde etmek amacıyla mevcut sağlam sinema yapısı yıkılarak bir dekora dönüştürüldü. Ancak tartışmanın mimari proje üzerinden yapılması pek anlamlı değil. Asıl mesele projenin vizyonu. Eğer planlarda bu tip önemli anıtsal yapılar için farklı işlevler öngörülse, bir kültür kuruluşu bu önemli hafıza mekanını hiç şüphesiz başka bir şekilde dönüştürürdü. Demek ki mimarlık, bir piyasa aktörü olarak mimarın devreye girmesiyle başlamıyor.

YAPI KREDİ KÜLTÜR BİNASI NEYE İŞARET EDİYOR?
Tam mimarlığın kamusal boyutuna işaret etmişken, bunun ispatının yalnızca filantropik kurumlar üzerinden yapılması bir paradoks teşkil ediyor. Düşünümsel alanda eksik olan gerçekte kamu. Şehirden merkezi bütçeye ve kuruluşlara muazzam bir kaynak transferi gerçekleşirken kamunun şehrin geleceğini ilgilendiren piyasa dışı sembolik üretim yapan kurumları desteklememesinin kendi bindiği dal kesmesinden bir fark yok. Bunu söylemişken Yapı Kredi Kültür’ün yerini çok iyi değerlendiren yeni binasına da değinmeden geçmek imkansız. Ne olursa olsun, bir kitap tapınağı gibi pırıldayan kitapçısı, biraz eğreti duran Akdeniz heykeli, çok amaçlı ferah salonları ve sergi alanları ile bu girişimin başarılmış olması biraz da olsun yüreklere su serpti.

SONUÇ: BİENAL YOKSA BİR ŞEHİR HAYALİ Mİ?
Şehrin kamusal hayatını zenginleştiren bu kazanımla birlikte 15. İstanbul Bienali’nin ve paralelinde düzenlenen etkinliklerin şehirde bugüne kadar düzenlenen bienallerden farklı bir etki yarattığını söylemek mümkün. Bu bienalin diğerlerinden çok farklı olduğunu falan söylemiyorum. Bu fark zannedersem bir karamsarlık döneminin arkasından şehirde şaşırtıcı bir bahar havasının yaşandığını gözlemlemekten kaynaklanıyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: