Neden İstanbul’da Aravena gibi bir mimar ya da Burdett gibi bir şehirci yok?

KORHAN GÜMÜŞ

Mimarlığın bağımlı bir ilişki mantığı dışına çıkarak sorunların çözümünde etkili olabileceğini göstermeye çalışan Alejandro Aravena ile farklı tipteki gelişme biçimleri yaşayan şehirlerin süreç içinde karşılaştırmalı olarak nasıl dönüştüğünü sorgulamaya çalışan Ricky Burdett ekibinin çalışması arasında bir bağ kurulabilir mi? Aravena’nın koşullar ne olursa olsun mimarlık yoluyla, sorunları çözmek için adımlar atılabileceğini söylemesine paralel olarak Burdett de şehirlerin sermaye odaklı dönüşümünün dışında başka alternatiflerin olabileceğini mi göstermeye çalışıyor? Benzer bir mesajı daha geniş kesimlere, farklı aktörlere mi iletiyor? Zor bir soru sorduğumun farkındayım. Ancak mimarlıkla birlikte kentsel meselelere ilgi gösteren, disipliner ayrımların ötesine geçmeye çalışan herkes gibi ben de buna benzer soruların anlamlı olacağını düşünüyorum.

ricky burdett,andrea avezzù,şehirler çağının çelişkileri,
ricky burdett’ın küratörlüğünü yaptığı şehirler çağının çelişkileri, fotoğraf: andrea avezzù

Burdett'in 2006’da küratörlüğünü yaptığı Venedik Mimarlık Bienali’ndeki büyüleyici Şehirler, Mimarlık ve Toplum Sergisi’nden sonra bu derli toplu çalışmada, “Şehirler Çağının Çelişkileri” başlıklı sergide kendimi daha net mesajlar almış gibi hissediyorum. Öncelikle Burdett’in dünya şehirleri analizinde karmaşık bir durum olsa da çok basitleştirildiğinde iki farklı gelişme modelinin belirdiğini ya da ortaya çıktığını söylemek mümkün.

Birincisi, modern dünyanın bildiğimiz normları içinde gelişenler. Bunun nasıl mümkün olduğunu ayrıca tartışmak gerekli. Siyasal tercihlerle mi, yoksa farklı toplumsal sınıflar arasındaki ilişkilerin, sivil toplum-devlet ilişkilerinde oluşturdukları mutabakatlarla mı? Örneğin, bienalin yer aldığı işlevini yitirmiş endüstriyel alanı, yani Venedik Tersanesi’ni İtalya’da merkezi yönetim ayrıcalıklı bir piyasa aktörüne devretmiyor. Plancılar, mimarlar yatırımcıya bağımlı olarak bu mekanın geleceğine karar vermiyorlar. Venedik’te imar izinleri, yenileme alanı, afet alanı, özel proje alanı, turizm alanı falan adı altında Roma’dan verilmiyor. Dünya Miras Alanı’nda araç tünelleri, otoyollar, denize dolgular falan da yapılmıyor. Yapılmamasının nedeni beceriksizlik değil elbette. İkincisi de İstanbul gibi siyasetin, mimarlığın normlarının farklı türde işlediği şehirler. Başlangıçta, bu tipteki şehirlerin modernleşmelerinde benzerlikler bulunsa bile “neo-liberal” dönemde birinci tiptekilerle aralarındaki makas açılıyor. Kamu yönetimleri, kurumları piyasa güçleri tarafından ele geçiriliyor, yönetimlerin kural koyma vasfı kalmıyor, kamu hizmetleri çöküyor. Örneğin, İstanbul’da olduğu gibi kamu alanları yalnızca işlevsel olarak değil, fiziki olarak da şehirsel-olmayan bir boşluğa dönüşüyor ve kamu fikrini canlandıracak bir enerji, deneyim yaratılamıyor. Çelişkilerin üzeri şehirlerin milli bir siyaset içinde anlamlandırılması, araçsallaştırılması ya da yeniden üretilmesi sayesinde örtülüyor. Küresel planda şehirlerde çok daha karmaşık bir durum olsa da, sonuç bu kadar basit. Neoliberal saldırıya direnenler, böylesine bir siyasal işleyiş içinde olmayan, sınıfsal çelişkilerin mutenalaştırıcı süreçlerle araçsallaştırılmadığı şehirler. Bu tür şehirler profesyonel hizmetlerin daha çoklu ortamlarda, bağımsız, piyasa-dışı mekanizmalar içinde üretildiği kamu işleyişlerine sahip.

Bu nedenle kamu işleyişleri daha bilgi yönelimli, daha yenilikçi, daha sürdürülebilir. Sözgelimi Burdett’in karşılaştırmasına konu olan iki şehri ele aldığınızda, son 25 senede birisinde atmosfere salınan karbon miktarının azaldığını, ikincisinde birkaç kat arttığını görebiliyorsunuz. Bu gelişmenin farklı dinamiklerinin olabileceğini, birincisinde yönetimlerin daha bilgi yönelimli süreçleri desteklediğini, ikincisinde ise yönetimlerin kendilerini yalnızca refah dağıtımında rol almakla sınırlandırdığını gösteriyor.

Burada Koolhaas’a referansla, bütünsel tasarım düşleriyle, tekil tasarımların “türdeş” olduğunu fark etmek gerekiyor. Her ne kadar karşı karşıya duruyormuş gibi gözükse de şehirleri nesne gibi algılayan, iktidar gücünü arkasına alarak uzmanlık üst-dilleriyle bütünsel tasarım ideallerini empoze eden plancılarla, sermaye güçlerini arkasına alarak maharetini sergileyen mimarlar arasında bir fark kalmıyor. Bu koşullarda kamusal işlevlerin, kolektif alanda hizmet gören kurumların bürokratik işleyişinin şehirleri ayrıcalıklı piyasa güçleri tarafından ele geçirilmeye hazır boşluklar haline getirdiğini söylemek mümkün. Örneğin, Çin Komünist Partisi de AKP de benzer şekilde, bu boşluğu ideolojik amaçları için kullanan, beyin ölümü çoktan gerçekleşmiş bir kamu düzenini sanki hayattaymış gibi gösteren küresel siyaset sahnesinin bildik aktörleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Dolayısıyla bu siyaset sahnesini veri alıp ona karşı mücadele veriyormuş gibi gözüken teorilerin de iflas ettiği ya da askeri modernleşmenin bilgi ile mekan arasında mütekabiliyet normlarını kullanan post-bürokratik elitin şehirleri felç ederek, şehirsel-olmayan bir boşluğa dönüştürerek bu işgali kolaylaştırdığı, ayrıcalıklı piyasa güçlerinin ekmeğine yağ sürdüğü söylenebilir.

Buna karşılık mimarlık çok daha görünür bir alanda hareket ediyor. Örneğin, sermaye ve iktidar bağımlısı yıldız mimarların birlikte evrildiği ikircikli konumlara (meşhur olma-rezil olma) karşılık, sergide görüldüğü gibi desteğe muhtaç sosyal kesimlere, yoksullara, göçmenlere yönelik işler yapan, onlarla birlikte yaşam çevrelerini biçimlendiren mimarların yaratabilecekleri değişimi görmek çok daha kolay. Ama bu görme kolaylığı kimi zaman yanıltıcı da olabiliyor. Örneğin, benim öğrenciliğim “kaçak yapılaşma” söyleminin baskıladığı bir mesleki alanı gözlemlemekle geçti. Mimarlığı yalnızca bina resmi çizmek ve onaylatmak olarak gören mimarlar, bunun dışında kalanı “kaçak” olarak dışladılar. Şehir plancıları da genellikle bir nesne olarak şehir hakkındaki üst-dilleri oluşturuyordu. Ama karşı taraf, yani mesleğin dışında kalanlar bu üst-dilleri “dil” olarak okuyorlardı. Böylece uzmanlar halka karşı kendi kamu yararını temsil eden bir sivil toplum kesimi gibi algılandı yıllarca. Oysa tarihte ve farklı yaşam çevrelerindeki farklı üretim biçimlerini, emeği nesneleştirmeyen insani koşullar unutulmuş gibi yapılıyor. Mimarlık çoğu zaman bir kolektif ürün olarak karşımıza çıktı. Hatta çoğu zaman resmi mimarlık örnekleri bile dayanışma içindeki yerel işgücünü, teknolojileri, malzeme teminini, insani değerleri ve bilgileri de içine alabiliyordu. Bu dönüşümde rol oynayan en önemli etken, hiç şüphesiz şehirlerin milli iktidar rejimlerin semantiği içinde araçsallaştırılarak anlamlandırmaları. Yani şehirlerin, kolektif alanların siyasal açıdan ikincilleştirilmiş bir yönetim problematiği içinde yönetilmeleri. Bunu İstanbul’un durumunda görüyoruz: Merkezileşen siyaset ise bir üst belirleyici olarak devreye giriyor. Bu durumda aralarındaki fark, yalnızca bu kamu sistemi içinde ayrı iktidar pozisyonu alanlarını ilgilendiriyor. Mimarlığın düşünsel çerçevesini kritik bir eşikte tutan bir ikilem olmadan yalnızca bienalin değil, hiçbir eğitimsel, entelektüel faaliyetin kendisini yenileyemeyeceğini düşünüyorum. Hangi ikilemden söz ediyorum? Kendiliğinden içinde bulunulan ya da edinilmiş durumla, bu edinilmiş olanı kimi zaman sorgulamamıza, değiştirmemize yol açan ve farklı olan arasındaki ikilem.

Kimi zaman tarih bilgisi, kimi zaman gözümüzü açıp "dünyada neler oluyor" diye bakmamız, bu ikilemi yaşamamıza neden oluyor. Basitleştirmek için söylersek: Biri mimarlığın maddi olarak doğru ya da yanlış, kapitalizm dedikleri sistem içinde üretilen biçimi, diğeri de dışında kalan ve bizim anlama çabamızı gerektiren farklı halleri. Sorun, başa dönersek bu ikilemi tespit etmekte değil, okuma, anlamlandırma, karşılığını arama çabasında, elbette. Hala iktidar merkezli değişim, dönüşüm pratikleri ön planda olsa da, her ne kadar "devrim", "yenilik" ya da "koruma" gibi mecazlar ortalık yerde, piyasa koşullarında kullanılsa da kolektif alandaki, yani şehirlerdeki krizlere, yıkımlara, felaketlere karşı bu anlama çabasının etkili olabileceğine inancımız hala güçlü bir şekilde devam ediyor. Mimarlık bienali de, onun gerçekleşmesine yol açan entelektüel dinamikler de zannedersem bunun en önemli kanıtlarından biri. Başından itibaren mimarlık bienalleri sürecine baktığımda, sanki bildik kentsel tasarım ve mimarlık projelerinden çok boyutlu bir mekan anlayışına doğru geçildiği izlenimini alıyorum. Ancak bu, mimarlıktan çok şehircilik çalışmalarına yer verilmesi anlamında değil, elbette. Zor bir durum. Çünkü ikilem, söylediğim gibi bu başkalaşımı tespit etmekte değil, bağlantıları kurma, anlama çabasında. Aravena’nın yaptığı iş tam da kafamdaki bu düşüncelerin üzerine oturuveriyor. Bienal ertesinde gerçekleşen Diyarbakır Sur ziyareti ile kafamdaki hali daha da bu eşikte ya da bu ikilem içinde yeniden depreşiyor. Sur’da, hemen Hevsel Bahçeleri’ne uzanan yamaçlarda planlı kentleşmeye ve onun ürünü olan sitelere direnen informel şehirleşme biçimini görünce, ilk aklıma gelen şey örneğin Türkiye’deki resmi mimarlığın bu informelliği yok sayma eğilimi.

O zaman tekrar başa dönersek, mimarlığın düşünsel alanında ikilemin görmezden gelinmesine, bastırılmasına yol açan koşullar üzerinde durmamız gerektiği kanısındayım. En sık karşılaşılan bastırma çabası, tıpkı bir buzdağının suyun altında kaldığı için görünmeyen kısmı gibi, mimarlığın yalnızca formel bir alana sıkıştırılması. "Öteki" daima rahatsız edici ve imha edilmeli! Binlerce yıldır devam eden bir mimarlık, İstanbul gibi bir şehrin 1960’lara kadar neredeyse yüzde doksanını oluşturan yapı dokusu sanki mimarlıktan reddedilmişti. Tıpkı diğer sosyal konularda olduğu gibi, iktidar alanında da mücadele eden sembolik sınıf kendi kamu yararı anlayışını temsil etmek amacıyla projelendirilmemiş bina üretimini yalnızca sistemli bir biçimde görmezden gelmiyor, kırıma uğratıyor, ötekileştiriyordu.

Kırıma uğrayan yalnızca yaygın şehir dokusu binalar mı? Daha da şaşırtıcı olan mimar eli değdiği söylenen iktidar yapılarının, camilerin, kiliselerin, sarayların da nasıl devşirilen bilgiyle, bir ilişki içinde inşa edildiklerinin mimarlığın resmi kanonları içinde görünmez kılınması, örtbas edilmesi. Bu kanonları üreten kurumlar özellikle bu ilişkiyi örtbas etme görevi görüyorlar. Bu durumda “neo-klasik ihyacılık” akımlarından şehri bir nesne gibi algılayan kapalı uçlu planlama yöntemlerine kadar, bütün modernist söylemleri inkar edilmiş bu sınıfsal çelişkinin (şiddetin) semptomları olarak okumak mümkün. Ancak öznenin kendisini merkeze yerleştirme çabası, çoğu zaman hiç beklemediği şekilde kendisini imha etmesine yol açıyor. Çoğu yıldız mimarın düştüğü durum gibi, kendisini iktidarın, ayrıcalıklı piyasa güçlerinin oyun alanı içinde buluyor. Bağımlı bir araca, otomata dönüşüyor. Bu yüzden bu ikilemi bastırma işlevini sembolik sınıfın kendisini ayırt etmek için kullandığı tekniklerin bir parçası olarak görmeliyiz, diye düşünüyorum. Bu ikilemi ortaya çıkarma, görünür kılma çabasının da iktidar güçlerinin ele geçiremeyeceği, güce, paraya çeviremeyeceği farklı bir sermaye türü oluşturduğunu söyleyebiliriz.

İşte zannedersem burada bir temas kurmak mümkün oluyor. Hem de en derin düzeyde. Mimarlığı, siyaseti semptomatik bir okumaya tabi tutan entelektüel gücün bağımsız olarak kurumsallaştığı yerlerde şiddet olmuyor. Sınıfsal çelişkiler mekan pratikleri üzerinden bastırılmıyor.

Bu yüzden diyebilirim ki Burdett ve ekibinin şehirler üzerine gerçekleştirdiği karşılaştırmalı okuma asla tazeliğini kaybetmeyecek gibi gözüküyor. Belki ileride dönemin üzerine konuşmak için daha da önem kazanacaktır. Entelektüel bir çevreyle etkileşimli olarak geliştirilen bu sunumun arka planındaki yorumbilgisel çalışmaların da bir siyasal değişimi okumak için değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin pavyonunda sergilenen şehirdeki fragmantasyonu inkar etmek yerine kamusal pratiklere dahil eden, kamusal işleyişi şiddetten uzaklaştırmayı amaçlayan yöntembilimsel yaklaşım, ya da Şili Pavyonu’nda sergilenen mimarlık ile temas kurarak gelişen mimarlık-dışı yerleşimler gibi çalışmalar bence evrensel düzeyde bu başta söylediğim ikilemi okuyan, yorumlayan işler.

Söylediklerimi daha anlaşılır kılmak amacıyla bir soruyla bitireyim: Aravena da sonuçta bir yıldız mimar mıdır? Görünüşe göre, mimarlık dergilerinde yayınlanan projelerine, dünyanın en önemli mimarlık etkinliğinin kendisine emanet edilmesine bakıldığında evet, öyledir. Ancak yıldız mimarların beceremedikleri bir şeyi yaptığına göre değildir. Yani bilinçli olarak kendisini meşhurlaştıran mekanizmaların dışında durduğu için. Galiba bazılarının yaptığı gibi Venedik'te kendisini yıldız mimar olarak konumlandırmak ya da imkansızı istemek durumunda kalmak, bilmediğini bilmemekten başka bir şey değil. Bugün hayran olduğumuz şehirlerin hiçbir zaman onları bir kertede düzenleyen imar planları ile biçimlenmediğini, tarihi anıtların yalnızca mimarların çizdikleri projeler ile inşa edilmediğini, şehirlerdeki binaların yüzde doksanının olduğu gibi, eşyaların, giyeceklerin, insanlar tarafından üretilen ne varsa, aklımıza ne geliyorsa tasarlanmadığını düşünürsek, o zaman kafamızda aşağıdaki gibi sorular belirir:

“Bu şehirde yeteri kadar mimar mı yok?” İstanbul’daki havalimanında karşıladığım Fransız bir akademisyen bana şaka yollu ilk bu soruyu sormuştu. “Hayır”, dedim, “Fazlasıyla var! Ama çoğu mimarlığı inşaat yapmak gibi bir iş olarak görüyor.” Belki de soru şöyle sorulmalıydı: “Bu şehirde neden Aravena benzeri mimarlar olmadı? Bu şehirde neden Burdett gibi şehir üzerine çalışan yok? Neden şehirlerin kolektif bir ürün olduğunu unutmayı tercih ediyorlar? Acaba üniversite diploması yerine terzilik yapan bir esnaf gibi kesip, biçip üretebileceğini zannetme eğitimi mi almışlar?” Bu soru belki şöyle de sorulabilirdi: “Neden her şeyin tasarlanabilir olduğu bir dönemde hiçbir şey tasarlanamaz hale gelir? Bilgi üretimi, iletişim teknikleri, teknolojiler geliştikçe bunun tersi olması gerekmez mi? Sorun nedir? Nüfus artışı, göç, ekonomik nedenler, siyasal tercihler midir? Yoksa sorun öznenin kendisini konumlandırdığı, sorunları çözdüğünü zannettiği, merkezine koymaya çalıştığı alanda mıdır? Eğer öyleyse, bu sorunun bildik cevapları dışında, işin içine kendimizi de dahil ederek verebileceğimiz başka cevaplar var mıdır?”

Etiketler:

İlgili İçerikler: