Tasarım Lilliputyanizminin Ötesi

OTTO VON BUSCH

Yirminci yüzyıl boyunca tasarım, modernitenin asil pratiği olarak hüküm sürdü. Giderek artan bir güvenle tasarımcılar, en kapsamlı toplumsal planlamadan en küçük gündelik ayrıntılara kadar dünyayı şekillendirme işini üstlendiler. Makineler, şehirler, doğa, hatta zamanın kendisi... Yüce aklın estetik duyarlılığına ve becerilerine göre hiçbir şey, yeniden yapılamayacak kadar büyük değildi. Ve şimdi son onyıllarda tasarım klasik fiziksel formunun ötesine geçerek servis, deneyim ve sosyal etkileşimleri etkilemeye ve hatta kendisini fazla abartılmış, inovasyon merkezli bir “tasarım odaklı düşünme”nin içinde düşünmeye başladı. Tasarımın gücü adeta sınırsız görünüyor.

Yine de ilerleme beklentileriyle birlikte, tasarımın tehlikeleri de iyice gün yüzüne çıkmaya başladı. Tasarım, sürdürülebilir olmayan tüketime, ihmal edilmiş toplumsal grupların marjinalleştirilmesine ve kısıtlı sosyal pozisyonlar üzerinde artan eş rekabetin çoğalmasına katkıda bulunmakla suçlandı. Geçtiğimiz onyıllarda tasarımcılar birkaç ders çıkardı ve gelecek vadeden pek çok yıldız tasarımcı adayı için bu, idollerinin gözden düşmesiyle sonuçlandı. Haddinden büyük idealler ve tasarımın iyiliğine duyulan kör güven, herkes için bir ütopyanın gerçekleşmesi yerine, tasarımdan beklentileri kötüye kullandı ve statüko yeniden üretilmeye devam etti.

Bugün birçok gelecek vadeden tasarımcının yakasını bırakmayan kibrin hayaleti değil, tam tersine Lilliputyanizm* gösterisi. Dünyaya her şeyin daha iyisini sunma vaadiyle bugün birçok tasarımcı, incir çekirdeğini doldurmaz detaylara sığınıyor ve ciddiye alınamayacak kadar küçük projeleri idealleştiriyor. Bu, tasarımın içinden geçtiği tuhaf bir dönüşüm süreci: geleceğin büyük stratejilerini çizmekten, özgeçmişleri ve web siteleri dışında var bile olmayan küçük projelerini “olanaklı” kılan ve “önceden biçimlendiren” bugünün meşhur tasarımcılarına uzanan. Aslında, birçok çağdaş tasarım söyleminde, aldatıcı bir mahcubiyete dönüşme eğilimi gösteren akupunktur hassasiyeti ve etik tevazuları nedeniyle “taktiksel” müdahaleler fikri, mesleği icra edenlere cesaret veriyor, çünkü bir şekilde saf idelizmleriyle muktedire meydan okumaları gerekiyor. Yakın zamanda Parsons Tasarım Okulu’ndaki bir panelde birisinin dile getirdiği gibi, bugünün erdemli tasarımcısı, herhangi bir şey tasarlamaya dahi tenezzül etmeyip dünyanın adaletsizliğine sessizce “tanıklık eden”dir. Bu, küçük değişimlerin bile ötesinde, hiç kavranamayacak kadar alaycı bir tasarımdır.

Belki de bu duruma, çoğunlukla etik olarak doğru kabul edilene, bir nevi “Tasarım Lilliputyanizmi” demeliyiz. Tasarımcılar yetilerini kasıtlı olarak hiçliğe doğru indirgiyorlar. Tasarımcılar bir aşırı güçsüzlük biçimi olarak en iyi pratiğin gücü eline alamayacağın kadar küçük kalmak ve de hiçbir şeyi değiştirmemeye çalışmak olduğuna ikna olmuş durumdalar.

Bu durum tasarım okullarında daha net biçimde okunabilir. Öğrencilerin tasarımın insan hayatında ne kadar önemli olduğuna, ne denli politik olduğuna ve davranışları, insani değerleri biçimlendirdiğine işaret etmeleri; bunun akabinde en değersiz ve mikroskobik kentsel müdahaleyi, kendi basım fanzini ya da bir arka bahçeyi yeniden tasarlamayı önermeleri alışılmadık bir durum değil. Görünüşe göre, mesleki olarak tasarlamak üzere izini sürdükleri politikalar ve güçler -ve tasarımcı olarak kendileri- onları sorumluluk almaktan korkutuyor, mesleki ve sosyal pozisyonlarına yerleşik yetilerden ve avantajlardan isteyerek feragat ettiriyor.

Tasarımın kurnaz politik güçlerini fark etmede elbette yanlış bir şey yok. Benzer biçimde, taktikler ve topluluklarla geliştirilen yerel çözümler orta ölçekli değişim süreçlerini test etmek ve sabitlemek için harika araçlar. Dinleme ve tanıklık etme, yüksek egolu tasarımcı nesli arasında samimiyetle ihtiyaç duyulan özellikler. Aslında, modernizmin büyük hatalarından dersler çıkarmalıyız. Fakat tasarımcılar arasındaki yaygın Lilliputyanizm, tasarımın dünyada gerçek bir fark yaratacağına duyulan arzunun kaybına, politik amaçlar doğrultusunda harekete geçme ve örgütleme konusundaki politik iradenin eksikliğine işaret ediyor olabilir. Hata yapmaya, daha geniş ölçekli toplanmaya ve işbirliği yapmaya karşı duyulan korku, yaparak uygulama metodunu, laboratuvarlarda ya da okullarda dahi kendine yer bulamayacağı şekilde en aza indiriyor. Buradaki risk, en başta tasarımın güçlü olduğunu savunanlarla tasarımın iktidara meydan okuma potansiyeline ihanet edenlerin aynı insanlar olması.

Zorlu, derinleşen ayrışma ve artan adaletsizlik zamanlarında, entelektüel oyunların ve alaycı duruşun imtiyazlı odasında inzivaya çekilmek tasarım disiplini için hata olur. Başarılı gerilla taktikleri büyük stratejilere bağlıdır ve tasarımın "aniden gelişen"in ve mikro-ütopyanın ötesindeki özlemlerinden vazgeçmesi bir hatadır.

Elbette modernizmin büyük naiflik ve şeytanlıklarından ders almalıyız, fakat bu derslerden çıkaracağımız sonuçları savunmacı bir inançsızlık yerine pratiği keskinleştirmeye, politik organizasyondan öğrenerek kendi pratiğimizin tam potansiyelini gerçekleştirmeye nasıl yönlendireceğiz? Bu yalnızca bir taktiksel dinleme meselesi değil; bugün, belki de her zamankinden daha fazla, strateji geliştirme, işlerlik kazandırma ve tasarımın politik önemini geri kazanma meselesi. Özellikle günümüzün tasarım okulları, pratiği dokunaklı nihilizmin narsistik konfor alanına sıkıştıran Lilliputyan eğilimle mücadele etmeli. Tasarımın dünyayı etkileyen maddi potansiyelinden vazgeçmeyin! Ve en azından, sizden minik müdahalelerin, kendi basım fanzinlerin ya da bir bahçenin, daha geniş bir mobilizasyonun, hadi olmadı sosyal değişim için küstahça bir stratejinin parçası olduğundan emin olmanızı isteyebilir miyim?

*Lilliputyanizm kavramı, Jonathan Swift’in 18. yüzyıl İngiltere’si ve Avrupa’sına yönelik siyasi hiciv eseri Gulliver’in Gezileri’nden geliyor. Gulliver'in ilk gezisinde gemisi battıktan sonra ulaştığı, minik insanların hayali ülkesi Lilliput ve orada yaşayan Lilliputyan’lardan ilhamla kullanılıyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: