“Yürür-Çizer” Pratiği ve Mümkün Kıldığı Kentsel-Toplumsal İhtimaller

ERAY ÇAYLI

Senem geçtiğimiz ay bu köşede yer alan yazısında, tehdit altındaki kültür mirasının korunmasına yönelik Mimarlar Odası’nın yaptığı çağrıya cevaben Sakarya Üniversitesi mimarlık bölümü öğrencileriyle birlikte yaptığı çalışmalardan bahsediyordu. Söz konusu çağrı benzeri girişimlerin altını çizdiği “farkındalık” ve “duyarlılığı” artırmaya yönelik çabaların söylemden eyleme geçiş aşamasında yaşanan tıkanıklığa değiniyordu. Kendilerininse, “sıkça tekrarlanan cümlelere ve kavramlara sarılmak yerine, ne yapılabileceğine, nasıl harekete geçilebileceğine öncelik” veren bir yaklaşımı geliştirme niyetinde olduklarını söylüyordu. Bu yaklaşımı da, gündelik yaşamın içerisinde ve halkla temas ederek pratiğe dökmeyi amaçladıklarını ifade ediyordu Senem. Her ne kadar kendisinin bahsettiği örnek kadar tanımlı bir çerçeve dahilinde ve pragmatik bir hedefe yönelik olmasa da, geçtiğimiz haftalarda tanıklık ettiğim ve kendimce katkı sunmaya çalıştığım Amed Kent Atölyesi’nin de benzer niyet ve amaçlarla yola çıktığı söylenebilir. Diyarbakır’da iki hafta sonunu kapsayacak şekilde (23-24 Mart ve 6-7 Nisan tarihlerinde) gerçekleşen ve Temmuz başında düzenlenecek bir yaz okulunun hazırlığı niteliğinde olan buluşmaların tümünden bu kısa yazıda bahsetmem mümkün değil. Ancak bu buluşmalardan ilkinde düzenlenen “yürür-çizer” atölyesinden bahsetmeyi isterim. Zira, bu atölye, Senem’in geçen ayki yazısında vurgu yaptığı belgeleme çalışmalarının sadece çıktıları nedeniyle değil, mümkün kıldıkları toplumsal karşılaşma ve tepkimeler nedeniyle de önemli olabileceği fikri üzerinde biraz daha uzunca durmamıza yardımcı olabilir diye düşünüyorum.

“Yürür-çizer” atölyesi, adını, sanatçı Ahmet Doğu İpek’in daha önce Şirince’deki Nesin Sanat Köyü’nde yürüttüğü bir atölyede geliştirdiği yöntemden alıyor. Atölyenin Diyarbakır’daki versiyonu ise Ahmet Doğu İpek’in yanı sıra Emre Özyetiş ve Pelin Kaydan’ın da kolaylaştırıcılığı ile gerçekleşti. Amed Kent Atölyesi bünyesinde uygulandığı haliyle “yürür-çizer,” Diyarbakır’ın bugün Ofis olarak anılan ve 1950’lerden başlayarak inşa edilmiş olan kısmı ile tarihi milattan önce 8. yüzyıla kadar uzanan Sur ilçesi arasındaki bir hattı (yağmurlu havanın izin verdiği oranda) izledi. Yöntemin amacı, adından da anlaşılacağı üzere, kenti bir yandan yürürken diğer yandan da serbest el çizimi aracılığıyla belgelemek. Tabii bu gibi bir yöntemin uygulamaya dönüştüğü her mekanda aynı şekilde uygulandığını söylemek mümkün değil. Haliyle Diyarbakır’daki versiyonu da -özellikle de takip edilen izlekler anlamında- kente özgün tarihsel, toplumsal ve coğrafi bağlamları da dikkate alarak gerçekleşti. Bu bağlamlar arasında elbette kentin politik tarihi ve yakın geçmişte tanıklık ettiği çatışmalı süreçler de vardı.

Ahmet Doğu İpek'in eskizi
Amed Kent Atölyesi kapsamında "Yürür-Çizer" atölyesinden Silan Doğan'ın eskizi

Benzer süreçlerden geçmiş kentlerde mimarlık ve mekan üzerinden bir belgeleme yapılabileceği fikrinin tetiklediği refleksleri kabaca ikiye ayırabiliriz. Bu reflekslerden birincisi, tam da geçen ay Senem’in yazısında bahsettiği gibi, kayıt alma ile fotoğraf çekmeye yönelik “memleketin içinde bulunduğu siyasal atmosferden de bağımsız olmayan” tepkilerden müteşekkil. Bu refleksin iş ve üretime ket vurduğunu söylemeye herhalde gerek dahi yok. İkinci refleks ise, son yıllarda özellikle uluslararası mimarlık camiasında gittikçe daha sık karşılaşılan ve iyi bilinen bir örneği olan Forensic Architecture’ı birkaç ay önce bu köşe için kaleme aldığım bir yazıda da irdelediğim türden. Bu refleks de şiddet olaylarını nesnellik iddiası ile kayıt altına alan, ancak politik ufkunu da bu tür bir iddiayla çerçevelediği oranda şiddetin mimari kalıntılarını fetişleştirme ve kurban kimliğini kemikleştirme riskini taşıyan yaklaşımlardan oluşuyor. Dolayısıyla, birbirine taban tabana zıt görünen bu iki tür tepkinin ortaklaştığı bir nokta var. O da, Diyarbakır benzeri kentlerin sadece çatışma ve şiddet gibi süreçlerce çerçevelenmiş bağlamlardan ibaret olduğu varsayımı.

“Yürür-çizer” yöntemiyse, ufkunu tam da böylesi bir varsayım ile sınırlamadığı için önemliydi kanımca. Zira, bu yöntem, mevzubahis türden kentlerin kendine özgü bağlamlarının önemini kabul etmekle birlikte bu bağlamlara indirgenemeyeceklerini de vurgular nitelikteydi. Böylesi bir vurgu, Diyarbakır özelinde, bu kentin de diğer tüm kentler gibi sürekli bir değişim, devinim ve dönüşüm içerisinde olduğunu ve türlü ölçeklerde tezahür eden karşılaşmalar, ilişkiler, ihtilaflar ve hak arama mücadeleleri üzerinden şekillenen mekanlardan oluştuğunu belgelemeyi, tartışmayı ve anlamayı mümkün kıldı. Bu imkanı yaratansa, “yürür-çizer”in, Benjaminci flâneur/flâneuse’ü Durumcular’ın dérive’ine bağlayan felsefi hattı takip etmesi, yani kent mekanını gerek konvansiyonel mimarlık ve planlamanın gerekse sansasyonel olayların çizdiği çerçeveye sığmayan bir “aylaklık” üzerinden deneyimleme ve bu deneyimi belgeleme fikrini işlemesi.

Elbette, “yürür-çizer” yönteminin öncülleri olduğu söylenebilecek flânerie ve dérive benzeri pratiklerin tarihlendiği 19. yüzyılın ikinci, 20. yüzyılın ilk yarısından bu yana köprünün altından çok sular aktı. Dolayısıyla, kent mekanını aylakça deneyimleme fikrine o gün içkin olan radikalliği bugün varsaymak hata olur. Zira, bugün kent mekanlarının rant üretimi doğrultusunda tanzimi ve bu rantın tasnifinin başat mecrası olan emlak piyasası dahi flânerie ve dérive gibi pratikleri araçsallaştırıyor ve kendine mal ediyor. Keza Zygmunt Bauman bu türden bir araçsallaştırmaya dair tehlikeye henüz 1990’larda dikkat çekmiş, apolitize edilmiş bir flânerie pratiğinden geriye kalan bireycilik ve bakan-bakılan hiyerarşisine dayanan seyirci pozisyonun tüketim toplumu doğrultusunda şekillenen kent deneyiminin manivelasına dönüşmekte olduğunun sinyallerini vermişti.

Diyarbakır’da deneyimlediğimiz “yürür-çizer” atölyesi de pek tabii bu risklerden tamamıyla azade değildi. Fakat bu riskleri dikkate aldığını düşündüren özellikleri de barındırıyordu. 30 civarı katılımcısının yer yer birleşerek yer yer ise dağılarak tatbik ettiği bir yöntem olması, bir diğer deyişle ufkunu bireyci bir deneyimle sınırlamaktansa belirli bir kitleselliği mümkün kılması bu anlamda not edilmeli. Ayrıca, üretken aylaklığının ürünlerinin belgelenen mekanların içerisinde yer alan özneler ile etkileşim halinde ve aşamalı olarak ortaya çıkmasının kent yaşamını ve kentlileri nesneleştirmeye olabildiğince direnen bir usul olduğu da öne sürülebilir. Yürür-çizenlerin yanına yaklaşan, ne yaptıklarını soran, ilkin şüphelense (örneğin, “arabalara ceza mı yazıyorsunuz?” veya “bir yerde bir bomba mı patlatacaksınız?” gibi sorularla dillendirildiği üzere) ve hatta öfkelense de, çizimlerin ortaya çıkışını sabırla izleyen, çizgiler netleştikçe onları değerlendiren ve eleştirel yorumlarını belirten kentlilerle karşılaştığımız anların sayısı oldukça fazlaydı. Dolayısıyla, “yürür-çizer” pratiği, salt kenti belgelemenin ötesinde bizatihi kendisi bir kentlilik deneyimi olarak vuku buldu ve belirli bir toplumsallığın tohumlarını attı da denebilir. Senem’in öğrencileriyle birlikte geliştirmeye çalıştığı yaklaşımı anımsatması da sanırım bundan.

Etiketler:

İlgili İçerikler: