Derin Design geçtiğimiz günlerde 2016 koleksiyonunu sundu. Markanın tasarıma olan biriktirici bakışını ve değişen mekanlara mobilya tasarlama biçimlerini Derin Sarıyer ile konuştuk.

HE: Derin Design olarak kendinizi diğer mobilya firmalarından nasıl ayrıştırdığınızı konuşarak başlamak istiyorum. Derin Design’ın bütün ofisi tasarlamak, ofisin her köşesine çözümler üretmek üzerine değil de aslında mekanı zenginleştirecek parçaları sunmak üzerine odaklandığı şeklinde bir marka konumlanması var zihnimde. Bu doğru mu?

cabin workstation, pentagon design
mod, derin sarıyer
shell, aziz sarıyer
ser, aziz sarıyer
jolly, aziz sarıyer
jolly, aziz sarıyer
turn, aziz sarıyer
egal, aziz sarıyer
tab, aziz sarıyer
size, derin sarıyer
grade, aziz sarıyer
grade, aziz sarıyer
grade, aziz sarıyer

Derin Sarıyer: Bu, yüzde yüz doğru. Bunun açıklamasını teknik terimlerden önce şöyle verebilirim: Bizim yola çıkış ya da bu işi yapma nedenimiz, insanların var olan ihtiyaçlarını belirlemek, toplantılar yapıp onlara cevaplar üretmek, sonrasında bu arzın talebi olan tasarımlarla ortaya çıkmak değil, esasen. Hayatla işi birbirinden ayrı tutabilen bir yapıda değiliz. Bir kere yaşıyoruz ve o yaşam içinde belirli bir zamanımız var. İnsanın hayatta kendi için yapabileceği belki de en iyi şey, yeteneklerine göre yapabileceği şeyleri bulmak, yapmak, kendini gerçekleştirmek ve ifade edebilmek. Önemli tek bir şey varsa o da Kubrick’in dediği gibi; insanın, başka bir yerden bir şey aramadan, kendi ışığını kendi yaratması. Örneğin, insanın kendini güvene alması, belirsizlikten kaçması gibi nitelikler bende yok. Ben Heidegger’in terimiyle dünyaya “fırlatıldığımızı” düşünüyorum. O bilinmezlik içinde insan, her zaman kendine tutunacak bir şeyler arıyor. Tamam, tabi ki bu dünyada yaşıyoruz ve insanın fiziksel yapısını düşündüğümüzde, dinlenmesi için oturması da gerekiyor. Bizim de içimizden gelen, bu eylemleri yaparken insanın rahat etmesi ancak bunu yaparken yaşadığımız dönemi anlatmak gibi bir derdimiz de var. İnsan diğer canlılardan farklı olarak biriktirebilen, bilgiyi taşıyabilen bir varlık. Bugünkü teknolojiyi düşündüğümüzde mucizevi bir şey gibi geliyor. Oysa, arkasına baktığımızda tekerleğin keşfinden şimdiye gelen süreci adım adım mikroskopla incelediğinizde bugünkü durum çok doğal gelmeye başlıyor, hatta daha fazla şey olması gerekiyordu diye bile düşünebiliyorsunuz. Bugünün nesliyiz ve tek bir sorumluluğumuz varsa, o da bugünü anlatma yükümlülüğü gibi geliyor. Peki buna ne katacağız? Kendi tavrımızı! Herkesin kanının dolaşım hızı, mizacı, beyin yapısı birbirinden farklı. Onu da içine kattığımızda bizim yaptıklarımız ortaya çıkıyor. Esasen kendimizi ayrıştırmak adına bir hamle yapmıyoruz. Bu söylediğimi disiplinli bir şekilde yaptığımızda çıkan sonuç bu oluyor. O yüzden “Biz piyasada böyle bir açık gördük, o açığı da çok iyi değerlendirip kendimizi şöyle konumlandırdık.” diyemem. Öyle olsaydı, bunu başka bir şekilde yapardık, büyük fabrikalar kurar, başka amaçlar güderdik. Bizim orta çaplı kalmak istememizin sebeplerinden biri de şu: Çok fazla üretmek zorunluluğu olduğunda belirli normlara ayak uydurmanız gerekir. Biz ise bu tavırla, istediğimiz boyutta kalıyoruz ve istediğimizi yapmaya devam edebiliyoruz. İşin, kendimce daha felsefi açıklaması bu olabilir. Fiziksel açıklaması da aslında bununla bağlantılı. Kendimizi ifade etme odaklı çalıştığımızdan, tasarımlar sistemden ziyade, tek parçadır. Ayırıyorum, çünkü birbirlerinden farklı varoluş biçimleri tanımlıyorlar. Tek tek parçalar ise daha ziyade, işlevs.el heykellermiş gibi geliyor bize. O yüzden, tekil parçalar ve tamamlayıcı olarak tanımladığımız ürünlerimiz var; daha melez bir yaklaşımdayız. Böyle de olmalı, çünkü zamanın ruhu bu. Örneğin, son dönemde özellikle çalışma alanlarına, bekleme yerlerine, otel lobilerine vs. baktığımızda insanların birbiriyle sohbet edebileceği şekilde kurgulanmış yerler haline geldiklerini görüyoruz. Artık insanın masada 12 saat geçirmesi için bir neden kalmadığından masalara olan bağımlılığın eskiye nazaran çok daha zayıfladığını gözlemliyoruz. Tabi ki büyük ekranlara ihtiyaç duyulan işler de var, ama sen şimdi buradasın, bugünkü görüşmemiz bittikten sonra burada çalışsan da bütün işini eksiksiz yapabilirsin. Eskiden böyle değildi, herkesin masasında oturduğu farklı bir disiplin anlayışı vardı. Bu yeni durumda, zamanın ruhuyla bizim zaten en başından benimsediğimiz o melez yaklaşım karşılaştı.

HE: 2016 koleksiyonunuza baktığımda sanki bundan önceki yılların koleksiyonlarıyla bir süreklilik içinde olduğunu hissettim. Yeni tasarımlar ekleniyor ama mesele aynı gibi.
DS: Evet, bu doğru bir tespit. Belki, her koleksiyonumuzun arasında 10-15 sene olsa kendiliğinden yeni bir meseleyle karşınıza çıkıyor olabiliriz, bilemiyorum. Biz yenilik yapmış olmak için yenilik yapmadığımızdan, bazı koleksiyonlarımız birkaç adım daha ileri sıçrıyor, bazıları ise belirli bir yaklaşımın devamı niteliğinde oluyor. Derin Design adlı koleksiyonumuzun yanı sıra birçok farklı proje için mimarlarla, iç mimarlarla yaptığımız çözüm ortaklığı sırasında çıkardığımız ürünler de var mesela. Onlar bizim için bir nevi organik Ar-Ge gibi. Ortaya çıkan, birbirinden çok farklı fikirleri bazen birebir alıyoruz, bazen de fikrin üzerine tekrar çalışarak yeni bir ürün haline getirip kenarda biriktiriyoruz. 2016 koleksiyonu da daha çok bu tip ürünlerden oluşuyor. Belki de bu yüzden kendiliğinden, daha ihtiyaca yönelik bir koleksiyon oldu, çünkü önceki yorum içeren koleksiyonumuzun aksine, projeler için tasarladığımız işlerden oluşuyor. Basitleştirerek söylersem; ibre daha çok kullanıma yönelik ama ürünler ikonik. Bu farklı üretim tavırlarından dolayı sıçrama katsayımız her seferinde değişik olabiliyor.

HE: Peki, 2016 koleksiyonunu bir arada tutan bir çimentoyu nasıl tarif edersiniz?
DS: Bir kere genel olarak Derin Design Koleksiyonu’ndan bahsetmem gerekir çünkü bizde pek olamayan varoluş ve başkalaşım gibi kavramlar bu senenin fikrinde de yok. Bir sanat eserinin altına onu açıklayan bir yazı yazılır ya, ben okumam onu, itiraf edeyim. Çünkü sanat eseri zaten benimle doğrudan bağlantıya geçebilmeli diye düşünürüm. Bunu kendi işimiz üzerinden düşünecek olursak; böyle bir hikaye anlatıcısı, filmlerdeki gibi bir dış sesin varlığı yok bizim koleksiyonumuzda. O anlamda belki de sadece insanların diyaloglarının olduğu, dış sesi olmayan bir film gibi. Çünkü ürünler kendi dertlerini anlatabilsinler istiyoruz. Ve ürünlerin herbirinin şöyle bir mesajı var satır arasında: içinden tek bir unsuru çıkardığınızda bütün anlamını kaybedecek saflıkta olmak.

Ama bu senekine ya da geçmiştekilere de baksak, koleksiyonlarda hepsini birbirine bağlayan bir durum var. Adım adım ilerlerken, önceki ürünlerle olan bağını da koparmayan ama aynı zamanda insanlara bir yenilik olduğunu hissettirmeye çalışan ürünler kendiliğinden çıkıyor. Bizi heyecanlandırmayan bir şeyi zaten yapmıyoruz. İlk zamanlarda tasarımla birlikte bir ev imgesi de düşünüyorduk ama artık ev, bir imge olarak kafamızdan hafifçe silinirken çalışma alanları, insanların kalabalık olarak sürekli dolaşım halinde oldukları alanlar, gittikçe belirginleşiyor. Bu değişimin içinde bizim de ürünümüzü bir evin içinde daha az düşünmeye başladığımızı fark ettim. Diğer yandan şöyle bir örtüşme de var: İnsanın yaşadığı ve çalıştığı ortamların farklı olduğu kabulü üzerinden; insan evini, kendini birebir ifade eden bir mekan olarak görürken ofisini, tek başına bir ofiste çalıştığını düşünsek bile, kendisinden ziyade yaptığı işi anlatan bir mekan olarak düşünüyor. En başında bahsettiğimiz insanın o varoluşsal tedirginlik, çaresizliğine karşı bir şeylere tutunma kavramları ile ev mekanının daha bağlantılı olduğunu düşünüyorum. O yüzden de insan evinde daha muhafazakar bir tavırda olabiliyor, psikolojik konfor istiyor. Ancak ofis mekanı için para kazandırması, hızlı olması, geçmişte kalmaması, bugüne ayak uydurmuş olması, kabul görmesi lazım gibi daha çeşitli kodlar var. Bu yüzden bizim ürünlerimiz, içimizden gelen sebeplerle halihazır durumların örtüşmesinden dolayı ofis mekanına yoğunlaşmış durumda. Evlerde ürünlerimiz hiç kullanılmıyor mu? Kullanılıyor, hatta A’dan Z’ye üretim işlerine de giriyoruz. Ancak bu, daha çok ev sahiplerinin bize ulaşması yoluyla olurken şirket içindeki tanıtım ve pazarlamamız “contract” olarak niteleyebileceğim işlere odaklanmış durumda.

HE: Belki bu ev ve ofis karşılaştırmasından devam edebiliriz. Bu en başta sözünü ettiğiniz hareketli olma hali evlerin ofis gibi kullanımı ya da ofislerin evleşmesi gibi farklı yönlerden hayatı etkiliyor. Geleceğe dair herkesin bir fikri var ve bu, bir sel gibi yolundaki her şeyi alıyor. Ama verimli bir sel sanki bir yandan da, alüvyonlu bir ovaya dökülüyor, üstüne başka fikirler de ekleniyor.
DS: Bence insanın yeniliğe açlığı çok önemli. Sürekli yeni bir şey üzerine odaklanma isteği, mevcuttan sıkılganlığı... Bazen bu sıkılganlığa cevap veriyormuşçasına hamleler yapılıyor ama içine baktığınızda boş olduğunu görüyorsunuz. Örneğin her ne kadar ardından çok büyük bir ekonomi olsa dahi bazı fuarlar her sene değil, iki-üç senede bir yapılmalı bence; çünkü yapılan işlerin yenilik iddiası tutarsız kalıyor. Milano Fuarı için benzer eleştiriler yapılıyor son zamanlarda. Mobilya alanının teknolojiyle fazla iç içe olmasına rağmen yenilik ivmesinin sanıldığı gibi yüksek olduğunu düşünmüyorum. Diğer yandan da mobilya sektörü bir kere kabuk değiştirirken moda sektörü dört kere yapıyor bunu. Moda tasarımcısı arkadaşlarım var, “Nasıl gidiyor?” diyorum, “Yeni koleksiyonu yaptım: 2018 Kış.” diyor. 2018 kışının tasarımlarını bugünden nasıl yapabiliyor? O zamana kadar yaşayacak mıyız, o bile belli değil. Bu durumun, işin doğasının gerektirdiği yenilik hızından ziyade, beklentinin çabuk eskimesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Yine insan psikolojisiyle açıklayacağım: Bir şeylerle, temel varoluşsal açlığımızı, tedirginliğimizi sürekli doyuruyoruz. Dört sene öncesiyle bu sene arasında işlev açısından çok fazla değişiklik olduğunu söyleyemem açıkçası, bu bir gerçek. Ama formlar evriliyor, renkler değişiyor... Kim nasıl belirliyor bunları? Bu her zaman bir soru işareti. Pantone senenin rengini çıkarır mesela, bir anda her yeri o renk görürüz. Öyle bir psikoloji yaratılır ki diğer renkleri kullanmak anlamsızlaşır. Tamam, kendimizi de sütten çıkmış ak kaşık noktasında konumlandıramam, biz de bu piyasanın içindeyiz bir şekilde ve ürünlerimizi para karşılığı satıyoruz. Ama merkezine gitmektense en azından burada, çeperinde duralım ki bir elimiz de istediğimiz alanda olsun istiyoruz.

Etiketler:

İlgili İçerikler: