Bildiğimiz Planlama-Tasarım Teknikleri Ne Ölçüde Yaşam Çevremizi Temsil Edebiliyor?

KORHAN GÜMÜŞ

Her şeyin kötüye gittiğinin düşünüldüğü koşullarda umutlu olmak için güçlü bir neden var: Bildiğimiz şeylerin ördüğü duvarda gedikler açılması ve bilmediğimiz şeylerin (zaman zaman) yüzümüze çarpması. Bu sayede bildiğimiz şeylerin yarattığı konformizmden sıyrılma imkanlarımızın arttığını bile söyleyebilirim. Bu durumda yaşadığımız şehir, İstanbul, bana birçok alanda bir şeyleri kaybetme üzüntüsü ile öğrenme merakının birbirine karıştığı tuhaf bir haz veriyor.

Bilişsel bozulmalar açısından anlamlı bir konu, kültür mirası ya da doğal miras gibi çelişkilerin su yüzüne çıktığı meseleler. Örneğin bir tarihi ve doğal bir çevrede (sanki tarihi veya doğal olmayan bir çevre varmış gibi) resmi kurumlar, kurullar ya da piyasa aktörleri tarafından gerçekleştirilen belgeleme teknikleri, tescil/envanterleme sistemleri ile “mimari miras” ve “doğal miras”ı ne ölçüde temsil edebiliyor? Bu temsil teknikleri onları konuşturmaya mı, yoksa onun adına mı konuşmaya mı çalışıyor? Bu ikisi arasındaki farkı nasıl anlıyoruz? Bildiğimiz temsil teknikleriyle (rölöve, restitüsyon, raporlama, projelendirme...) restorasyon çalışmaları ne ölçüde söz konusu mimari miras hakkında bize bilgi veriyor? Bu temsil teknikleriyle mimari mirasın özelliklerini nasıl anlayabiliyoruz veya nasıl koruyabiliyoruz? Neyin önemli, neyin önemsiz olduğu nasıl belirleniyor? Yukardan bir bakışla tanımlanan, arşivlenen şehir bilgisi, kültürel ve doğal miras kapsamı bir şeyleri göstermeye çalışıyormuş gibi görünürken acaba kendisini rahatsız eden, sorgulamasını gerektiren birtakım başka şeyleri gizlemeye, örtmeye mi yarıyor? Bildiğimiz planlama-tasarım teknikleri (insanların yaşam çevrelerini biçimlendirmeye çalışırken) ne ölçüde onları temsil edebiliyor ya da anlayabiliyor? Kamusal alanlardaki problemler, çelişkiler bu temsil teknikleriyle ne ölçüde anlaşılabiliyor ve yorumlanabiliyor? Eğitim, deneyim, yetkilendirme teknikleriyle sahip olduğumuz, edindiğimiz bilişsel alan, yaşam alanlarının karmaşıklığını kavramaya çalışmaktan ziyade örtmeye mi yarıyor?

Bu açıdan bakıldığında yaşadığımız sorunların, karşımıza çıkan bilişsel alandaki bozulmaların tıpkı “dil sürçmeleri” gibi, kolektif olarak bilinçaltına itilmiş olan çelişkilere işaret ettiklerini ve anlamlı olduklarını düşünebiliriz.

Örneğin şehrin merkezinde Topkapı Sarayı gibi (korunmuş) müstesna alanlar var. Ama yakından bakarsanız durum gerçekten öyle mi? Saray’ın son zamanlarda ne hale geldiğini biliyor musunuz? Geriye kalanlar gerçekten yönetimler onları korumak istediği için mi korunuyor, yoksa şimdilik dokunamadıkları için mi? Tarihi mimari miras, doğal miras alanlarının bir bölümü hala ayakta duruyorsa, bu onların korundukları anlamına mı geliyor, yoksa yalnızca yönetim erkinin bizim paramızla gerçekleştirmeye çalıştığı tasarruflarını kısıtlayan engeller olduğu için mi öyle kalıyor?

Pierre Bourdieu 90'lı yıllarda “meşru simgesel şiddetin tekelleştirildiği saha olan” devlet içindeki evrenseli temsil etme iddiasına sahip “bürokratik saha” ile halkı temsil etme iddiasına sahip olan siyasal otorite arasındaki rekabeti analiz ederek, toplumsal tabakalar arasındaki ilişkilerin nasıl değiştiğini göstermişti. Günümüzde özellikle piyasa güçlerinin siyasi otorite ile iç içe girmesi sonucunda devletin “sol eli” ile “sağ eli” arasındaki denge sanki ikincisi lehine bozulmuş gibi gözüküyor.1 Bu durumu mimarlık alanında da deneyimlemek mümkün: Yarım yüzyıl öncesinde olduğu gibi, mimarların yukarıdan bakan bir otorite olma hallerini kaybettikleri gözlemlenebilir.

Soru şudur: Erkin bizi (işi bilenleri) dinlemesini isteriz. Peki erk dinliyormuş gibi gözükürken (bile) neden dinlemez?

Birkaç gözlem üzerinden bu çelişkili durumu ele almaya çalışayım:

Yerel seçimlerin ardından bir grup tanınmış mimar bir araya gelir ve şehrin yöneticisi Belediye Başkanı ile düzenli görüşmeler başlatırlar. Görüşmelerin amacı kendisi de bir mimar olan Belediye Başkanı’nın bilgi sahibi olması ve şehirde nitelikli projeleri desteklenmesidir. Başkan ve yeni yönetim kadroları kendilerini dostlukla karşılar ve uzun süren toplantılara bizzat katılarak zaman ayırır. Hatta her görüşmede ortaya konan fikirleri önemsediğini, aynı düşünceleri paylaştığını söyler. Bu ilişkinin sürekli olmasını ve kendilerine fikirleriyle, proje önerileriyle yardımcı olmalarını ister. Ancak zaman içinde yaşanan gelişmeler, bu mimarlar topluluğunun beklediği gibi gerçekleşmez. Bir taraftan şehir için gerekli olduğu düşünülen proje fikirleri konuşulurken ortalığa nereden çıktığı belli olmayan uygulama projeleri atılır. Şehirde gerçekleştirilen projeler, uygulamalar başka kanallar, ilişkiler içinde şekillenmeye başlar. Verilen sözler tutulmadığı gibi ilişkiler de yıpranmaya yüz tutar, toplantılar artık bu mimarlar topluluğu ve yönetim için gereksiz bir uğraşa, bir zaman kaybına dönüşmüştür. Mimarların iyi niyetli girişimi başarısız olmuştur. Bunun üzerine bu topluluk içinde yer alan kişiler kendi aralarında “bu ilişkiden bir şey çıkmaz, bu Belediye Başkanı ile hiçbir şey olmaz” demeye başlarlar. Mimarlar epey bir zaman kaybettikten sonra bu ilişkiden bir şey çıkmayacağını, verilen sözlerin tutulmayacağını anlamışlardır.

Aynı şekilde üniversite hocaları ile İMP adı verilen bir ofis kurulur. Bu ofiste İstanbul’un master planı (çevre düzeni planı) ve büyük ölçekli projeleri hazırlanacaktır. Bu ofis, kamu sermayeli bir şirket (BİMTAŞ) altında kamu gücünü arkasına alır, bir tekel gibi çalışmaya başlar. Güçlüdürler, tıpkı daha önce hazırlanan İstanbul master planlarında, Deprem Master Planı’nda olduğu gibi arkalarına köklü devlet üniversitelerini almışlardır. Belediye Başkanı da onların yardımıyla, kurumların gücünü arkasına alarak şehrin planlı bir şekilde gelişeceğine inanmaktadır. Ancak bu deneyim de tıpkı birincisi gibi hüsranla sonuçlanır. Bu girişimlerin her biri şehirdeki en donanımlı uzman topluluğunun, mimarların kendi kamu yararı anlayışlarını siyasal erke monte etmeye çalışması olarak değerlendirilir. Bundan sonraki aşamada merkezi yönetim, siyasal erk, plan ve projelerde kararları yatırımcılarla alır ve bu topluluğa dikte eder. Bu bir kırılma noktasıdır ve ofisin işlevi bu kararları planlara işlemek şeklinde bir dönüşüme uğrar. Bu aşamadan sonra bazı üniversitelerin Kanal İstanbul gibi projelerde kendilerine gösterilen hedefler doğrultusunda teknik bir çalışmayı yerine getirmeleri istenir. Bu toplulukların artık şehirle ilgili kararlarda, planlarda bağımsız çalışma yürüttükleri dönem sona ermiştir. Böylece “halk adına konuşma yetkisi” bilgi üreten kişilerden, topluluklardan yatırımcılara ve siyasetçilere geçmiştir. Gerçi geçmişte de bu imtiyaz sahipleri hiçbir zaman erk içinde mutlak bir güç haline gelememişlerdir. Buna karşılık imtiyazlı konumlarını da hiçbir zaman bilişsel bir rekabet ortamında elde etmemişlerdir. Buradaki sorun, eleştirelliğini yitiren ya da hiçbir zaman gücünü rekabet koşullarında elde edemeyen bilişsel alanın kolayca başka sermayelerin etkisi altına girmesi ve erkle ilişkisinin bir “boyun eğme” ilişkisine dönüşmesidir.

Uzmanlar genellikle kendi sözlerinin erk tarafından dikkate alınmasını talep ederler. Bunun yönetim için gerekli olduğunu iddia ederler. Oysa asıl sorun burada başlar. Erkin bir topluluğu dinlemesi, gerçekte dinlememesinden ve dışlamasından daha zor bir durum yaratır. Sorun erkin uzmanları dinlememesi değil, dinlemesidir. Zorluk burada başlar. İlişkinin kurulma biçimi önceden belirlenmiştir. Katılım talebi “erkin gücünden pay alma talebi” olarak anlaşılır.

“Acaba bu iş için en doğru kişi ben miyim?” ya da “Bu konuda acaba başka hangi fikirler ortaya konabilir ve tartışılabilir?” diye soracak kişi az bulunur. Piyasa işleyişinde amaç işi almaktır. Hangi yöntemle işin alındığı, projenin hangi koşullarda gerçekleştiği pek sorgulanmaz. Profesyonelliğin kamusal boyutu her zaman enformel bir alanda yer alır.

Bu nedenle bildiklerini iddia eden kişiler, “hakikat üreticileri” bilme biçimlerinin konuşulmasından, sorgulanmasından pek hoşlanmazlar.

Şehircilik, sanat, tasarım, mimarlık, siyaset... Modern dünyayı kuran bilgiler disiplin sınırları üzerinden koşullandırılmış olsalar da, hepsinin ortak bir alanda deneyimlendiğini söyleyebiliriz: Hep gözümüzün önünde durduğu halde üzerinde konuşamadığımız ancak onun aracılığıyla dünyayı anlamlandırdığımız bilişsel alan. Konuşulması, tartışılması istenmeyen ancak varlığıyla sürekli bizi rahatsız eden şeylerin başında bu gelir. Mesele simgeselliğin, gerçeğin bilgisine tam ulaşamayacağını bilmemesi, yani gerçeği bildiğini iddia etmesidir. Oysa bu simgesellik, bilişsellik, gerçek dışta bırakılarak kurulur.

Dolayısı ile erkle yaşanan çelişki (buna çatışma da diyebiliriz) tam bir yok sayılma, devreden çıkarılma hali değildir. Siyasal erk bilginin üretildiği kurumları, üniversiteleri, profesyonelliği kendisine tabi kılarak bir bakıma bilişsel alanın varlığını tanımak zorunda kalır. Bu ilişkide siyasal otoritenin mimarlığı ideolojik bir manivela gibi kullandığı söylenebilir. Sanki siyasal erk mimarinin bilişsel alanına sızmış ya da ona müdahale eder gibi gözükür. Böylece nasıl inkar edilmiş olan sınıfsal çelişkilerin bir tezahürü olarak “silinmiş olanlar” günümüz iktidarı içinde gücün dilini kullanarak tersine temsil ediliyormuş gibi gözüküyorlarsa, disipliner bilgi erkine sahip olanlar da sanki kendi kamu yararlarını temsil ediliyormuş gibi algılanır. Bilişsel alanı temsil ettiğini iddia edenler ile halkı temsil ettiğini iddia edenlerin üzerinde anlaştıkları nokta şudur: Bilişsel alanı imtiyazlı ilişkiler içinde ele geçiren sınıflar devlet içindeki evrenselleştirilmiş bir bilginin toplumsal aktörleri olarak değil, yalnızca temsil mekanizması içindeki bir fraksiyon gibi algılanırlar. Halkı temsil iddiasının yarattığı komplikasyonların üzeri örtülür, temsil edilemeyenlerin silinmiş olan varlığıyla yöneticiler motive olur.

Bu koşullarda kayıtsız şartsız paternalist bir sistemin uygulandığı görülür. Lider halkı temsil ettiğini iddia ederken sanki onun yerine kendisini temsil etmektedir. Keyfi bir şekilde halkı adına temsil yetkisini vermekte veya almaktadır. Burada lider, hem görev verir hem de alırken herkese ne kadar değersiz olduğunu hatırlatmaktadır. Görünüşte lider halkı temsil etmektedir ancak halk bir yerine geçme ilişkisi olarak temsile dahil edilmekte ve hiçleştirilmektedir. Bunun bir kanıtı, kendisini mutlaklaştırması, kendisi yoksa milletin de yokluğunu iddia etmesidir.

Bu durumda yok edilme dürtüsünün bir şekilde iktidarın içine taşınması, gücün dobralık içinde sergilenişi, cehalet tutkusu… Temsil edilmeyenlerin izleri süreçte tamamen silinmiş olarak mı kalır? Yoksa aynı süreçte bunları aşan bir etki mi yaratır?

Bastırılmış olanlar ancak taklit yoluyla güçlü gibi gözükürler. Yani kendileri de aynı gücün içinden bilişsel asimetriyi geçersizleştirecek bir alan yaratmaya çalışırlar. Buradaki mesele bu nedenle temsilin, plan ve projelerin meşruiyetini sorgulamak, yanlış olduklarını söylemek, katılmadığımız yönlerini vurgulamak değildir. Temsiliyet ilişkisinin kendisini dikkate almak ve sorun etmek, onun şiddetten nasıl arınabileceğini (sonsuz bir çaba ile) araştırmak, deneyimlemektir. Çünkü sorun temsil tekniklerinin varlığı değil, onların kamusal alandaki güç odakları, tekelci işleyişler tarafından ele geçirilmiş olmaları, kamu gücünü gasp etmeleridir.

Bu yazıda benim sorun etmek istediğim konu bu gaspın karşısında iktidar alanında nasıl telafi mekanizmaları oluştuğu ve gücün nasıl meşrulaştırıldığı. Bourdieu’nun işaret ettiği gibi devlet alanı (çatışıyor gibi gözüken) güçlerin bir oyun alanı gibi görülebilir. Sorun bu durumda güç ilişkilerinden yoksunlaştırılmış kitlelerin bu işleyişte tamamen pasif bir konumda mı kaldıkları, yoksa onların da bir şekilde bu temsil sisteminin içine mi alındıklardır.

Sonuç olarak bu karşılaşmanın kamu erki içindeki bir rekabet olduğu kadar bir uzlaşma biçimi olduğu söylenebilir. Vekilin uyguladığı şiddet, ancak ve ancak vekaletin, tatbik edilen kişilerin işbirliğiyle teşvik ettiği bir şeydir. Temsilcilerin varlığı, ne şekilde olursa olsun, tahakkümün ve mülksüzleştirmenin kaynağıdır. Görünüşte temsilci, vekaleti verenin hizmetkarıdır. Ancak vekalet, temsil edileni hiçleştirmekte ve onun yok hükmünde olmasını sağlamaktadır. Temsilin işlevi doğrudan bir şiddet uygulayarak, başkalarının söz hakkını elinden alarak, her türlü sermayeden yoksun insanları zapturapt altına almak değil, onları bu asimetrik konumlarını yeniden üretmektir. Kendisi olmadığında vekaleti verenin de “yok hükmünde” olduğunu gösterirken kendisi de sözcü-temsilci-vekil ve başkalarının varlığının vazgeçilmez güvencesi olarak “kutsal” olanın alanına girmekte ve onun bir tezahürü haline gelmektedir. Siyasetçi başkaları namına konuşma hakkını ele geçirdiğinde, vekaleti verene “sen yoksun” demektedir. Ama başkaları namına konuşmak, işaretleme tekeline sahip olmak değil, “her şey” olmak, yani kendisini de hiçleştirmektir. Bu koşullarda temsilcilerin konumu ile ruhban sınıfının kendisini mutlaklaştırma-kutsama stratejisi benzerlikler taşır.2

Buradaki paradoks, işaretsizleştirilenlerin maruz kaldıkları işaretsizleştirme tekniklerini benimsemeleridir. Bu durumda (ruhban sınıfı benzetmesinden hareketle) evrensellik veya tam tersine yalnızca kendi adına konuşması arasındaki farkın ortadan kalktığını görülür: Bourdieu’ya göre ruhban sınıfı kendisini halka adayarak Tanrı adına konuşur. Siyasetçinin elde ettiği halkı temsil etme iddiası ise bir “vantrilog”un konuşturma biçimine benzer:3 “Ben halkım, halkı temsil ediyorum.” Konuşma yetkisinin kendisi asimetrik bir durum yaratır ve her zaman adına konuşulanı hiçleştirir. Bu yüzden ruhban sınıfının iddiası, “halk için neyin doğru olduğunu ben bilirim” varsayımı siyaset tarafından bakıldığında bir toplumsal kesimin kendi kamu yararı ve imtiyazını temsil etme iddiası gibi algılanır. Bir sermaye türü olarak bilgi, bir rekabet ortamında üretilmediği anda başka erklere, çıkarlara boyun eğmek zorunda kalır. Bilişsel alanın kurumları ve kişileri de (kendilerini temsil ederek) tıpkı diğerleri gibi işaretsizleştirilir. İşte bu nedenle şehri, mekanı bir nesne haline getirmeye çalışan, onu konuşturmaya, keşfetmeye dayanmayan şehircilik ve koruma pratikleri, bu komplikasyonla başa çıkamaz.

NOTLAR
1 Loic Wacquant, 1993'te Bourdieu: Bilimsel Kutsamaya Dair bir Vaka İncelemesi, Cogito, Pierre Bourdieu sayısı, Bahar 2014, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 19.
2 Güney Çeğin&Levent Ünsaldı, Bourdieu'nün Şerhleri Üzerinden "Temsiliyet Simyası", a.g.e. sayfa 99.
3 A.g.e., sayfa 102.

Etiketler:

İlgili İçerikler: