“Eylemin Bir Başlangıç Yapması İçin Özgür Olması Gerekir”

KORHAN GÜMÜŞ

Çok zaman önce bir toplantıya katılmak için Polonya'ya gitmiştim. Henüz rejim değişikliği yeni gerçekleşmişti. Gdansk’ı dolaşırken tarihi şehrin tersanelerine yakın bir yerde dev bir yapı gördüm. Yapı tamamlanmadan öyle kalmıştı. Biraz yaklaştığımda sorunun yalnızca projenin yarım kalması olmadığını fark ettim. Yapı daha inşa edilirken sorunlar çıktığı belli oluyordu. Bırakın bir mimarın, mühendisin, bir üniversite öğrencisinin bile yapmayacağı tasarım ve uygulama hataları vardı. Ondan sonra bu durum ilgimi çekti ve çevredeki kamu binalarını, toplu taşıma araçlarını… ne varsa başka bir gözle görmeye başladım. Eski rejimin çökmeden önce gerçekleştirdiği her projede, kamu binaları, kamusal alanlarla birlikte rejimin son yıllarında yeni yapılmış ne varsa, vapurlar, otomobiller, otobüsler, trenler… nerdeyse her şeyde birtakım sorunlar, tuhaflıklar vardı. Kendi kendime dedim ki “Halk karşı çıkmasa da bu yönetim zaten ayakta kalamazmış. Yönetim siyasal hasımları tarafından değil, kendi kendine yıkılmış!”

Şimdi İstanbul’daki kamu projelerine bakınca aynı hisse kapılıyorum. Şehrin merkezindeki en değerli rekreasyon alanı ve kültür işlevleri yönetilemiyor. Taksim Meydanı Düzenleme Projesi gibi çalışmalar (bu gidişle) asla bitmez. (Bir kere yüzey kaplamalarını yapanlarla altyapıyı hazırlayanlar arasında hiçbir bağlantı yok!) Kamu yönetimleri, aynı alanda "tesadüfen karşılaşan" kurumlar gibi çalıştıkça Yenikapı Transfer Merkezi hiçbir zaman düzenlenemez. Belediyenin ilk gerçekleştirdiği kamusal alan olan ve bugün otopark olarak kullanılan Tepebaşı Meydanı’na bakalım: Kimse, oraya otomobilini park eden şehir plancıları dahil, şehrin en değerli alanının bir otopark olarak kullanılmasına şaşırmıyor. Sonra Gezi’ye bakalım: Şehrin merkezindeki tek rekreasyon ve kültür alanı, daha yapıldığı tarihten itibaren yönetilemiyor. Parça parça otellerle, kongre merkezleriyle, rezidanslarla yutuluyor... 

istiklal caddesi

Büyükşehir’in sırf bu köhnemiş işleyişi gizlemek ve güya gösteriş yapmak için 20 yıldır yeniden düzenlemeye çalıştığı İstiklal Caddesi gibi bir "prestij projesi" bile yönetilemiyor… Dünyanın parası da harcansa, en iyi müteahhitler bulunsa da, proje üzerine proje de yapılsa yönetim fena halde batağa saplanmış durumda. AKM’yi sorarsanız, azıcık bildiğim için onu da söyleyeyim: Bu proje bu haliyle kamu tarafından asla gerçekleştirilemez. Bundan kimsenin bir şüphesi olmasın. Mesele devlet rantına el koyma mücadelesi olmaktan çıkarılmadığı takdirde, sonunda AKM için de bir formül bulunacaktır. Emek Sineması'nı inşaat şirketine teslim ettikleri gibi AKM’yi de bir yatırımcıya devredeceklerdir.  Topkapı Sarayı’nın halini sorarsanız, bugünkü yönetim modeliyle ne yapılsa, ne kadar önem verilse korunamaz. 

Dünya Mirası Listesi’nde yer alan İstanbul’un en değerli mimari mirası, dünyanın en büyük şehirsel sur varlığı, Süleymaniye, Zeyrek gibi semtler, SİT Alanı olan Tarihi Yarımada bugünkü koruma modeliyle yok olmaktan asla kurtulamaz.

Yılan hikayesine dönen, dünyanın en pahalı inşaatı halini alan ve sonunda proje yönetimi işi bile müteahhide devredilen Sütlüce'deki Kongre Merkezi’nin tasarım hataları, yönetim sorunları asla düzeltilemez. 

Askeri alanları ele alalım. Askerlerin terk ettiği Kuzey Deniz Saha Komutanlığı binası neden on yıldır enkaz halinde? Ya da Kalyoncular Kışlası neden yıkıldı? Tersaneler ne oluyor? Kamunun onları yatırımcılara devretmekten başka bir çaresi var mı? İstanbul'un en değerli alanındaki Kongre Merkezi'ni bir ticari işletme gibi ayrıcalıklı bir otel işletmecisine nasıl verdilerse? Kamu, projeleri yönetmeyi bilmiyor. Bilmesi de beklenmiyor. Projelerin asıl işlevi şehir halkına hizmet vermek, şehirdeki istihdam ve yaratıcılık alanını genişletmek, çoklu bir düşünce ortamı sağlamak değil, yalnızca ayrıcalık akışlarını düzenlemek… 

Eğer şehirde çalışan birkaç işlev kaldıysa, onlar da müteahhitlere, şirketlere devredilen çöp toplama gibi temel hizmetler. Şehrin bir zamanlar metropoliten ulaşım sisteminin omurgasını oluşturan (ve yapıldığı tarihte dünyanın en iyilerinden biri olan) deniz ulaşımı sistemi son günlerini yaşıyor. Onun da nasıl adım adım imtiyazlı kuruluşların eline geçtiğini ve dönüştüğünü hep birlikte izliyoruz. Kamu yöneticileri de yıllardır bu büyük sorunun farkında. Bu nedenle bugün kamu yönetimleri şirketleşerek, kamusal işlevleri ayrıcalıklı piyasa aktörlerine terk ederek, bu farkındalığı başka yollarla ifade ediyorlar. 

Kamusal alanların sahibi yok! Sanki varmış gibi gözüküyor, ama işleyişin neresinden bakarsanız yok. Bildiğimiz kamu işlevleri, yalnızca ayrıcalık akışlarını düzenliyor. İşgal edilmeye hazır "kamusal boşluk" üretiyor. Günümüzdeki imar, koruma, ulaşım, çevre aklınıza ne geliyorsa arka planda işleyen bütün mekanizmalar geçmişte şehri nesneleştirici, tepeden inmeci, yönetim sistemine eklemleyici eskimiş teknokratik bir sistemin kalıntıları… 

Koskoca kamu sisteminin, milyonlarca kişinin istihdam edildiği, gelirlerimizin çoğuna el koyan devlet kurumları dediğimiz şeyin artık bir sıkımlık canı kalmış. Her tarafı dökülüyor. Kamu çoktan çökmüş. Bunun herkes farkında. Ama bu sistemden nemalananlar, sanki hala varmış gibi yapıyorlar.   1980’li yıllarda başlayan bu gelişmeyi zannedersem bir “semptom” olarak okumak gerekiyor. Neoliberal sistem, mekanı nesneleştirici eski otoriter temeller üzerinde iş görüyor. Kamu, kamunun sahibinin olmadığını her özelleştirme uygulamasıyla kendisi de itiraf etmiş oluyor. Bu yüzden, kendi kendisini de tasfiye edemediği için, ayrıcalık akışlarını düzenleyebileceği bir biçimde devleti sivil toplumu inşa etmek için kullanıyor. Ancak kamunun bu şekilde kullanımı siyaseti bozucu, demokrasinin sonunu getiren bir tehlike. Kamu sistemindeki bu dönüşümün felakete doğru bir gidiş olduğu, alarm zillerinin çaldığı söylenebilir.   Herkes farkında: Yönetimler yalnızca “ideolojik” nedenlerle kamusal alanları enkaza dönüştürmüyor. Kendisinden yalnızca ayrıcalık ilişkilerini düzenlemesi beklendiği için projeleri yönetebilecek kapasiteye, yöntemlere sahip olamıyor. Örneğin kamusal kararların içeriğini oluşturan plan ve proje hizmetleri ihale ile yaptırılıyor. Genellikle “üç yerden teklif getir, en düşüğü seninki olsun” yöntemiyle. İktidarlar ile yaratıcı sınıf arasındaki “siyaseti bozucu” bu ilişki biçimine hiçbir itirazın olmaması, sorumluluğun yalnızca siyasetçiler gibi gösterilmesi, kararların içeriğini oluşturan mesleki faaliyetlerin teknik bir işmiş gibi patronaj altına alınmasını ve bu yıkıcı sistemin yeniden üretimini sağlıyor. Diğer taraftan kamuya gerçekten ihtiyaç var. Kamusuz bir hukuk düzeni olmaz. Kamuyu yaşatmak için kendi içindeki hatayı bulup ortaya çıkarmak ve tedavi etmek için başka bir formül bulmak zorundayız. Hasta can çekişiyor. Ama biz eski formülleri, yöntemleri uygulamaya devam ediyoruz. En beceriksiz, en işten anlamayan bir doktor bile bu durumda, baktı ki hasta ölüyor, teşhisini gözden geçirir.   Bu yüzden bugün bir reform hareketinin öncelikle talep etmesi gereken birinci konu güvenlik, ulaşım, imar, eğitim gibi fragmante olmuş, kendi kamu yararı açısından sembolik düzeni inşa eden kamu icra organlarının dışında, katılımcı, misyon odaklı, ilişkisel, fragmantasyonu ve sivil toplumu içine alan, kamusal nitelik üretebilen, çoklu düşünceye alan açan yeni bir örgütlenmenin kurulması. Bu alanda istisnalar yok değil. AKM'de beklenmeyen şey, bağımsız insanların çıkıp sorunu çözmek için uğraşması ve zorla da olsa tarafları ikna etmeyi başarmasıydı. Gerçekleşen yalnızca kamuda eşi benzeri görülmeyen bir restorasyon projesi değil, farklı bir proje yönetimi deneyimiydi. (Bu yüzden iktidar odaklarını fena halde rahatsız etti.) Ayrıcalık akışlarını düzenleyen siyasetçiler ve bürokratlar, iktidar odakları, bu sivil girişimin başından itibaren, her aşamasında karşısında durdular. Engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Bu çabaları anlamsızlaştırmak, kayıtlardan silmek için her yolu denediler. AKM'de bir mimari değişiklik yapılmadığını bildikleri halde geçmişteki kurul onayının yürütmesini durdurarak bu girişimin önünü kestiler. Yalnızca AKM’yi ele alın, ne olduğunu gerçekten sorgulamaya çalışın, söylenenlerle karşılaştırın, bu bile meseleyi anlamaya yeter. Gezi Parkı gibi iktidarların özdeşlik iddiasının kırıldığı bir yarıktan fışkıran (ve soruna dokunan), çelişkiyi teşhis eden “mucize” böyle bir karşıtlık rejimi içinde (ve şiddet kullanılarak) bastırılmadı mı?

Sonuç: İktidar bilgi ile mekan arasındaki mütekabiliyetin hayalini üretir, kendisini değil. Bu nedenle özdeşleşme ile kendilerini var eden iktidarlardan ütopyalarını gerçekleştirmelerini beklemek, aldatılmayı istemekten başka bir şey değildir. Örneğin, geçenlerde düzenlenen “Şehrin Mimarları” başlıklı toplantıda Sayın Başbakan’ın sözleri. (Şimdi tartışılan şu: "Bu zorlama buluşmaya katılır mıydın, katılmaz mıydın?) İktidardaki bir siyasetçi, sanki kendisi sorumlu değilmiş gibi şehirlerin daha iyi planlanmasını, göz tırmalayan binaların yapılmamasını isteyebilir. İktidarlar kendilerini bu şekilde yeniden üretirler. Bunları söylemeleri, olmasını sağlayacakları anlamına gelmez. Aynı şekilde ayrıcalık sahipleri korunduklarını zannederler, bu doğrudur da. Ama bastırma eylemi onları korumaya ne kadar yeter? Daha da kötüsü bu karartma işlemi ayrıcalık sahiplerinin amaçlarına, yani kendilerini korumalarına ne kadar hizmet eder? 

Önemli olan siyasal alana sivil toplumun katılım biçimi ve çoğulcu bir düşünce ortamının olup olmadığıdır. Özgürleştirici düşünce ortamı olmadığı takdirde özdeşlik, anlatı ile gerçekler arasındaki uyumsuzluk her zaman siyaseti bozucu etkiler yaratır. İktidarla özdeşleşme yaratıcı düşünceyi felç eder, siyasete olanak tanımaz, onun sonunu getirir. Bu nedenle asıl mesele uyumu sağlamaya çalışmak değil, bir özdeşlemenin hiçbir zaman olmayacağının farkında olmak ve sorunları baskılardan uzak, özgürce anlamaya çalışmaktır. Ancak bu yolla demokratik bir siyasal alanın korunabileceği düşünülebilir. 

Yalnızca özdeşleşmenin sorgulanabildiği koşullarda boyun eğdirme tekniklerine, patronaj ve ayrıcalık akışlarına, bunların yarattığı sonuçlara, yüz yüze kaldığımız bugünkü karmaşık manzara hakkında kafa yorma imkanı kalır. Mekanı nesneleştirmeyen, şiddet üretmeyen siyaset eylemi sorgular, düşünceyi harekete geçirir. Arendt’in söylediği gibi "eylemin bir başlangıç yapması için özgür olması" gerekir. Çünkü mekan, farklı koşullarda siyasetin yenilendiği, tahakkümün görülebilir olduğu, çözülebildiği yerdir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: