Her Şey Politiktir. Mimarlık Da!

KORHAN GÜMÜŞ

68'in sloganı "her şey politiktir!" Cinsellik, insan hakları, sanat, şehir... Evet, ancak bu slogan şöyle okunmalıdır: "Her şey politikadan daha fazla politiktir!" Cinsellik örneğin, politikadan daha fazla politikanın olduğu bir alandır.

Statükonun savunucuları, bunu çok iyi bildikleri için olsa gerek, politikayla bu alanlar arasındaki kapıları sımsıkı kapatırlar. Politikayı merkeze alan, ideal bir toplum yaratma düşlerinin içinde kendi yarattıkları anonim kalıpları dikte ederler. Sanat, mimarlık, şehircilik gibi alanları onun bir yansıması gibi gösterirler.

Çelişki, otoriter iktidarların bu sloganı tersinden okumasındadır: "Sanat politiktir. O yüzden kendini ideolojiden asla ayırma!"

Tam da bu nedenle, her şeyin politik olduğunu ifade eden bu slogan, her şeyi düzenlediğini zanneden, kendisini merkeze yerleştiren bağımlı politika fikrinden kopuşu getirir. Her şeye uzanan bir politikanın, merkezi bir politikadan çok daha fazla radikal bir değişim yaratacağını söyler.

1968 duvar yazılarından

Özellikle piyasaya ve iktidara bağımlılık ilişkilerinin gözden geçirilmesinin önem kazandığı neo-liberal otoriterleşme koşullarında bu sloganı tekrar hatırlamakta zannedersem fayda olabilir. Evet, politika yalnızca bir temsil değil, aynı zamanda bilişsel bir kopuş edimidir. Politikanın temsil iddiası ile bilişsel alanın temsili sorunsallaştırma yetisi karşılıklı olarak çalışırlar. Bu yüzden otoriter yönetimler iktidar ayrıcalıklarını kullanmak isteyenlerle işbirliği yaparlar. Politik alanın genişlemesini, kendi uğraşlarına, erklerinin sorgulanmasına uzanmasını, dokunmasını engellerler.

Bilişsel alandaki işleyişi gizlemek için temsil iddiasına dayanarak devlet iktidarı içine yerleşmeye çalışan politikacıları sorumlu kılarlar. Oportünist bir boyun eğme ilişkisi ile devlet erkini kendi özel amaçları için kullanma biçimi iç içe geçer. Bu iç içe geçmenin özelliği kolektif bir ideal adına devlet erkinin, gücünün örtülü ve tikel kullanımıdır. Kolektif olan ile tikel olan arasında bir çelişki varmış gibi gözükür. Söz konusu olan kolektif ideale, erke itaat gibi gösterilir ancak gerçekte işleyiş bunun tersidir. Erk kişinin ötekilere karşı keyfi bir kullanımına dönüşür. Çünkü politika sürekli devlet erkinin kullanım arzusuna gönderme yapar, bir şeylere karşı çıkarken bile. Böylece bu şizofrenik çelişki dışarıya atılır. Örneğin kolektif idealleri temsil eden liderine dalkavukluk yapan, ona saygı gösteriyormuş gibi gözüken bir kişi, yaptığı işi hiç sorgulamaz. Lideri de onu kendisine bağlı olarak görür. Oysa bu bağlılık ve saygı ilişkisi gibi gözüken duruş, kişinin erki tikel biçimde kullanımını sağlar. Buradaki paradoks, öteki üzerinde iktidar kurmanın bir yoluna dönüşmesidir. Bu karışıklık içeriği öne çıkarır, işleyişi gizler.

DOĞRU YALAN İŞLEVİNİ YERİNE GETİRİR
Slavoj Zizek hakikatin yalanı gizlemek için nasıl kullanıldığına dair örnek vermek için Notorius (Aşktan da Üstün) filminden bir sahne anlatır1: Nazi önde gelenlerinden birinin karısı, belki biraz da kocasından nefrete dönüşen bir ilişki içinde bir başka adama aşık olur. Bu adam aslında bir Amerikan casusudur ve onun karısını tavlayarak bazı bilgiler sızdırabileceğini ummaktadır. İlişki gerçek bir aşka dönüşür ve her ikisi işbirliği yaparlar. Onun gizli arşiv olarak kullandığı şarap mahzenine inerler. Ancak koca haber alır ve aşıkları suç üstü basar. O anda, iki aşık sesleri duyduklarında sevişir gibi yapmaya başlarlar. Böylece gösterdikleri gerçek, gizlemek istedikleri gerçeği örter.

Politikanın yaptığı da temsil iddiasının yarattığı çelişkinin, asimetrinin görünürdeki simetriyle, hasımlıkla gizlenmesidir.

Keyfiliğin gizlenmesi iktidarın yardımına koşar. Çoğu durumda muhalefet de aynı şekilde "politik hasımları" olduğu için iktidarın bunu yaptığını onaylayarak, keyfiliğini gizler. Böylece, her iki taraf da içerik üzerinden fetişist bir tersine çevirme işlemi gerçekleştirir. Burada üzeri örtülen paradoks keyfiliğin gizlenmesidir: "Bir mimarın politikayla ilişkisi bundan başka ne olabilir ki? Bizim politikayla alakamız yok, biz ekmek parası için çalışıyoruz..."

Örtük kural şöyle belirlenir: Eğer bir fikir, bir proje kamusal bir edim halini alacaksa keyfiliği gizli kalmalıdır. Bu kural yöneticilerin mimari projeleri sanki kendi mesaileri gibi göstermek istemeleri ile yürürlüğe konur. Siyasetçiler, yöneticiler halkın karşısına çıkıp kolay kolay "Keyfimin kahyası mısın? Ben istediğim projeyi, mimarı seçerim. Kimse bana karışamaz!" diyemez. Bu yüzden, bu keyfiliği örtmek ve gizlemek için, kendisinin halkın oylarıyla seçilmiş olduğuna, projelere karşı çıkanların ise siyasal hasmı olduğuna ve yalnızca bu nedenle itiraz ettiklerine başkalarını da inandırması gerekir. İşte bu noktada iktidarın iktidar olabilmesi için eleştiri getirenlerin, muhalefetin de bu kurala uyması, onun iktidar olduğunu onaylaması amaçlanır.

Bu tür müdahaleleri şehre dayatanlar, bunların kendi öznel fikirleri olduğunu söylemek yerine tersini yaparlar. Arkalarına kamu gücünü alarak fikirlerinin tartışılmaz olduğunu söylerler. Karşı çıkışın gerekçelerini yaratan da budur. Böylece karşı çıkışın kendisi de bu tür durumlarda karşı çıktığına dönüşür, edimin keyfiliğini gizleyerek, onun kuruluşuna katılır.

HİÇBİR SUÇ TEK BAŞINA İŞLENMEZ
Kiminle konuşsam ki elbette kendi küçük çevremden söz ediyorum, herkes bu Kabataş'taki Martı projesine karşı. Kime sorsam İstiklal Caddesi'nde yer kaplamalarının sürekli yenilenmesine ve proje diye sergilenen canlandırmalara karşı. Narmanlı Hanı'nın mağaza-restoran olmasına karşı, Karaköy Yolcu Salonu'nun ve Sedad Eldem'in tasarladığı binaların vahşice yıkılmasına karşı, AKM'nin kapatılmasına karşı, Sulukule'de yapılan garajlı hobi odalı villalara karşı, Yassıada projesine karşı, 3. Köprü, Havalimanı, Kanal İstanbul falan gibi projelere karşı... Dahasını saymayayım.

Peki, bu projeleri destekleyenler kimler? Yalnızca projeleri yapanlar, yaptıranlar olabilir. Çevremde bu projeleri savunanlara rastlamadım.

Sorun bu projelerdeki keyfilik değil elbette. Bunu herkes yapabilir. Herkes şehir hakkında çeşitli hayaller kurabilir. Söylediğim gibi asıl mesele, tehlikeli olan keyfiliğin gizlenmesidir. Temsilin tek biçimli, tek boyutlu bir hakikat halini almasıdır. Şiddet, temsil edileni temsil edene dahil etme tekniklerinden kaynaklanır.

Sorun bu tür kamusal işlevler üstlenen meslek insanlarının kendi kamu yararı anlayışını temsil eden sivil toplum kılığına girmesidir. Onlar dikkatleri -sanki sorunla ilk defa karşılaşılıyormuş gibi yaparak- irade (tercih) üzerinde yoğunlaştırarak, ihtiyacı karşılarlar. Burada görünüşte bir siyasal antagonizma varmış gibi gözükür ama işleyişin "düşünüm-dışı" olmasında taraflar arası gizli bir anlaşma bulunur.

Birkaç bildik örnek vereyim:

Taksim'i bir otoyol kavşağına çevirmeye çalışan projeye itiraz edildiğinde "bu bilimsel bir konu, tartışılmaz" diye cevaplandırıyorlardı, aynı plan ve projeleri her dönem, her belediye başkanına sunan, kamu kuruluşları adına kapalı ilişkiler geliştiren ayrıcalık sahipleri. Sanki doğaüstü bir güce sahip olduklarına inanmamızı istiyorlardı.

Sütlüce'deki şehrin modernleşme tarihinin en önemli belgelerinden biri olan tarihi mezbaha binasını yıkan ve yerine proje hataları ile dolu olan replikayı tasarlayan mimar şöyle diyordu: "Sütlüce mezbahasında yapılan bir restorasyondur. Beni eleştirenler kendilerine çıkar ve ün sağlamak isteyenlerdir."

Sulukule'de yoksul insanların yaşadığı mahalleyi dümdüz edip, yerine iki araçlık otoparkı ve hobi odaları olan villalar tasarlayan mimarlar yaptıklarının "dünyanın en sosyal projesi" olduğunu söylüyorlardı.

Bu oyunun kuralı şöyledir: Projeyi yapmaya hak kazanan mimar, nasıl seçildiğini, hangi yöntemle işi aldığının sorgulanmasına asla izin vermez. Bu açıdan keyfilik "düşünüm-dışı" bir alandır. Hiçbir zaman sorgulamaz. Keyfiliğinin bilinmesi, sorgulanması yasaklanır. İçerik öne çıkarılarak, politik tercihe odaklanılarak keyfiliğin üstü örtülür.

Ateliers Populaire, 1968 posterlerinden bazıları

MİMARLIK BİR PİYASA FAALİYETİ MİDİR?
Bunun için kamu ile meslek insanları arasındaki ilişkilerin nasıl kurulduğuna bakmak gerekiyor. Türkiye'de kamusal alandaki plan ve projeler genelde iki yöntemle geliştiriliyor: İhaleler ve kamu kuruluşu niteliğindeki üniversitelerle yapılan protokoller.

Önce birincisinden başlayalım: İhale sistemi ancak rekabet koşulları oluştuktan sonra uygulanan bir yöntemdir, hukuk normlarının mantığına göre. İçeriği belli olmayan bir iş, bir hizmet ihale ile temin edilemez. Bu yüzden müdahalenin kamusal niteliğini oluşturacak planlama ve projelendirme işlevleri, kamu karar süreçlerinin bir parçası olduğu için hukuki bir işleyişte piyasa aktörlerine kapalıdır. Meslek kuruluşlarının işlevi kamu ile bu hizmetleri yerine getiren kuruluşlar arasındaki ilişkileri düzenlemektir. Önce proje ihtiyacını ortaya çıkaran müdahalenin çerçevesi, kapsamı meslek kuruluşları, sivil toplum temsilcileri ile birlikte tanımlanır. Sonra bu çerçeve içinde, gene açık uçlu bir süreçte, proje topluluklarının teklifleri istenir ve değerlendirilir. Sonra projeler ortaya çıkar, gerekiyorsa aşamalı olarak tartışılır ve sergilenir. Normal hukuk sistemleri ihaleleri ancak plan, proje, araştırma gibi hizmetlerin, yani karar sürecinin sonrasına yerleştirir. İçeriği belli olmayan bir hizmetin ihale ile elde edilemeyeceği koşulunu getirir. Örneğin şehir planlama hizmetleri, kentsel dönüşüm, tasarım, mimarlık projeleri, arkeolojik, sosyal, kültürel araştırmalar, etkinlikler ihale kapsamı dışındadır. Nasıl kamu, bir anıtın nasıl olacağını kendisi tanımlayıp ihale ile yaptıramazsa, bir mimarlık projesi ya da plan için de durum aynıdır. Gene mimarlık, planlama, kültürel etkinlikler gibi faaliyetler kamu adına bilgi üreten kuruluşlara yaptırılamaz. Çünkü bu kuruluşlar bilgiyi kamu adına üretirler ve bunu herkese açmak zorundadırlar. Yoksa kamu imkanlarını kullanarak kendilerine tekelci imkanlar yaratırlar, mesleki alandaki ifade özgürlüğünü ortadan kaldırırlar.

Hukuk toplumlarında kamu kurumlarını kullanarak plan ve proje işleri üstlenmek yasaklanmıştır ve yolsuzluk olarak adlandırılır. Türkiye'de ise hem mimarlık hem de planlama faaliyetlerinde hukuk-dışı bir sistemin yürürlükte olduğu görülüyor.

Kamu ile sivil toplumun ilişkilerini bu şekilde düzenleyen sistemin ideolojisini ise hala şehirlerin, mekanların kendi başına nasıl olması gerektiğini ve başkaları için neyin doğru olduğunu bilebileceğini düşünen, insanları, toplulukları, canlıları malzemeler, nesneler gibi gören pozitivizm oluşturur. Pozitivizm, tartışıldığında reddedilse bile, otoriter kamu işleyişinin maddi temelidir. Bir taraftan da sisteme katılan bütün aktörler -kamunun altyapısını oluşturan pozitivizmin işlemediğini bildikleri ve farkında oldukları için- bir taraftan onu kabul eder gibi gözükürken diğer taraftan da onu hiç bir zaman ciddiye almazlar. Şehir planları bir taraftan uzmanlık kuruluşlarına yaptırılır, sonra bir kenara atılır. Bütün bürokratik ve politik işleyiş deprem, koruma gibi dar kapsamlı konular da olsa, pozitivist bir yöntemle gerçekleşen bilgi üretiminin nasıl askıya alınacağı üzerine kurulur. Kamu faaliyetleri sanki işi kitabına uydurarak, imkansız gibi gözüken bir işi gerçekleştirmeye çalışmak üzerinedir. Kamunun bu bilişsel asimetriyi üreten temsil rejimi, bürokratik "aklı üreten sol eli" ile bu "aklı tiye alan sağ eli" sürekli gerilim içindedir. Bu gerilim, yaratıcı dinamikleri felç eder, yıkıma, şiddete yol açar.

Bu yüzden "suç" sorumlu görünen/gösterilen topluluklardan ya da kişilerden çok fazlasını içine alır. Varlığını kendi içinde ortaya koyan, ifade eden, eylemde bulunan topluluğun içinde -iktidarını paylaşmaya eğilim göstermeyen başka bir topluluğa karşı hareket etmesini sağlayan- bir edim olarak olumlanır. Mücadele böylece politikanın dışına değil, içine çekilir. Topluluklar devlet iktidarının temsil alanındaki paylaşım mücadelesinde politikaya eşitsiz, asimetrik ilişkilerle bağlanır. Örneğin mimari mirası koruma veya imar hareketlerinin denetimi ile ilgili kamu örgütlenmesinin yararlı bir iş yaptığına kimse inanmaz. Bu kurumlar yalnızca aşılması gereken engeller gibi görülür. Bu yüzden siyasetçiler, bir taraftan denetim gücünü kullanmak için yarışırlarken diğer taraftan da çeşitli patronaj modelleriyle kimlere ayrıcalık sağlayacaklarını gösterip, siyas^^^^al davranışlarını buna göre örgütlerler. Böylece devlet erkini kendi amaçları için kullananlar doğruyu söyler gibi yapıp, çelişkileri gizleme yeteneğine sahip olur. Bu simgesel mübadele alanında çoğu zaman doğru, yalan işlevini yerine getirir.

Not
1 Slavoj Zizek. Yamuk Bakmak, Popüler Kültürden Lacan'a Giriş, Metis Yayınları 1999 sayfa 109.

Etiketler:

İlgili İçerikler: