Kent/Peyzaj’ı Yeniden Düşünmek

BURCU SERDAR KÖKNAR

Çetrefilli bir coğrafyada, süper büyük ilişkilerin ve küçücük anların çelişkileri ile dolu bir kentte yaşar olduk. İster istemez bu çelişkilerin gerilimleri, üretimlerimizi ve düşündüklerimizi etkiliyor. Diğer taraftan coğrafyalar değişiyor ama küresel olarak kentli nüfus artıyor, kırsal hayatlar azalıyor, yaşamlar, akışlar hızla değişiyor. Farklı yerlerde belki farklı biçimlerde ve oranlarda bu durum aynı biçimde yaşanıyor.

Şu dönemde kentlerde yaşayageldiklerimizin; kentli nüfusun kırsalda yaşayan nüfusa oranla yükselmesiyle, küresel iklim değişikliğiyle, zamanın iletişim teknolojisi ile iyice sıkışmasıyla ve kurumsallaşan, kişinin inisiyatifsizleştiği, kapitalin politikalarıyla biçimlenen çalışma ve yaşam ortamlarının ve ilişki biçimlerinin çoğalmasıyla ilişkili olabileceğini düşünüyorum. Bugün sanki kentler ve kentin tüm katmanlarının birkaç onyıla göre anlamı değişiyor, bununla beraber kentlilik de başkalaşıyor gibi. Kent peyzajı veya kent-peyzaj da başkalaşıyor bir bakıma; bununla birlikte bu gerilimler ile yeni yeni içerikler, taktikler, diller ve hatta temsil biçimleri ortaya çıkıyor. Peyzajın kapsayıcı, disiplinler ötesi doğası da bunu çoğaltıyor. Kentin makro ve mikro halleri gündelik yaşamlara bir biçimde yansıyor, eklemleniyor. Kent peyzajının deneyimleri bu hallerin “an”lara sirayetinin bütünlüğünden oluşuyor.

Kentte otlar, Esentepe, 2015 - fotoğraflar: Burcu Serdar Köknar
Oyun olmadan olmaz, Berlin, 2015
Tempelhofer Feld'de, Berlin, 2015
Kentte tarım halleri 1 / suyu tutmak, Prinzessinnengarten, Berlin, 2016
Kentte tarım halleri 2 / dağılacak fideler, Prinzessinnengarten, Berlin, 2016
Ve toprak, Prinzessinnengarten, Berlin, 2016

Bu ortamda gelişen refleksler ile kent müşterekleri, ortaklıklar tartışmaları artıyor. Yan yana durabilme hali, aidiyet, mülkiyet kavramları tekrar tekrar sorgulanıyor. Teknolojik iletişim yolu ile her an yan yana gelebilme haline karşılık bir kapsayıcı gerçek ortam arayışı ortaya çıkıyor. Sanal bir araya getirici ortamlara inat, kolektif arayışlar da çoğalıyor. Temellere dönüş yolları daha çok aranır oldu; birçok kentli-kurumsal dünya insanı temellere, toprağa, üretime dönüyor veya en azından bunu deniyor. Bu bir ihtiyaca dönüştü bir bakıma. Kent peyzajı bir taraftan ölçeksiz, büyük, israfçı, sadece görüntüler üzerine kurulu, ekoloji bilgisi ile ilişkilenmeyen projelere sahne olurken bir taraftan da görünmeyen hikayeleri geliştirecek süreçlerin ön plana çıktığı işlere ortam oluşturabiliyor. Bu şekilde kent peyzajının aktörleri, eğer büyük projelerin tüketim süreçleri içerisinde yitip gitmediyse alternatif katılım süreçlerini, ihtimallerini araştırıyor.

YOL VE BOŞLUK
Kentli için ve hatta kent için akışı sağlayan yollar, bağlayıcılar. Bu bağlayıcılar insanın kendi bedensel hareketiyle birleşmedikçe de kent içerisinde dolaşan kentli için deneyimden uzaklaşan, biran evvel geçilip gidilmesi gereken bir özellik kazanıyor. Karşılaşma ihtimalleri veren yollar, boşlukları da daha anlamlı yerlere dönüştürme potansiyeline sahip.

1965’te Kopenhag’dan gözlem yapmak için İtalya’ya yola çıkan Danimarkalı mimar Jan Gehl ve psikolog Ingrid Gehl’in bugüne Gehl / Making Cities for People inisiyatifiyle erişen hikayesi kamusalın gücünü araştırıyor. İnsanın merkezde olduğu kamusal alanın gücü üzerine odaklanan projeler üretiyor. İnisiyatif her bir Yer’in kendi özel varoluşu ile projeler geliştiriyor. İnsan ölçeğinden ve insanın bulunduğu düzlemden analizler ile projeler üretiyor. Kendilerini şöyle tarif ediyorlar: “Yapılı çevrenin insanın hayat kalitesine nasıl bağlandığına odaklanıyoruz.” Yollar ve boşluklar güçlü kapsayıcılar olarak bu analizler ve projelerde ön plana çıkıyor. Kamusal alan için önerilenler karşılaşmalara katalizör olacak biçimde kurgulanıyor.

Yürümek (aslında yürüme eylemine ben toplu taşımayı kullanmayı da ve hatta belki tartışılır ama bisiklete binmeyi de ekleyebiliriz diye düşünüyorum) kentli için vazgeçilmez bir hak. Aynı şekilde durmak ya da yavaşlamak da. Her ikisi birbirine güçlü bir bağ ile bağlanıyor. Diğer hayatlar ile kesişme, var olma imkanı veriyor. Kent peyzajına dair imgeler bu birbirine eklemlenen akış ve duruşlarda yer alıyor.

PARK YENİDEN
Doğal ile kültürel arasında hep bir çekişme olagelmiş; sanki birbirinden ayrılabilirmiş, bir bütün değilmiş gibi. Taklit edilmiş doğayı çerçeveleyen parklar, içinde var olunan, yaşanan ve değişen yerler değil de dışarıdan izlenen birer sahne olarak ortaya çıkmışlar. Ancak zamanla yavaş yavaş bu sahne de kentin katmanları değişirken anlam değiştirmeye başlıyor. Doğal olan kentin içerisinde olamaz düşüncesi de giderek şüphe uyandırıyor. Bir takım taktikleri ve var olma ihtimallerini araştırma ortamına dönüşüyor. Kentler için parklar farklı bir “nefes alma” eylemine, birlikteliklere, ilişkilere ortam olmaya adaylar. Ayrıca, son on yıldır yeşil altyapılar ve yeşil koridor bağlayıcıları olarak da epeyce kendileri üzerine söz söyletiyorlar. Doğanın her haliyle basbayağı kentin içerisinde de var olabileceği daha çok konuşuluyor, kent ve “yeşil”in tartışmalı ikilemi biraz kenara konuluyor gibi.

Şu günlerde Salt’ın e-yayınlarında PARK: bir ihtimal [hatırlama] yayında. Can Altay, Vasıf Kortun ve Merve Elveren (SALT Araştırma ve Programlar)’in yayına hazırladıkları bu e-yayın ile 2010 yılında gerçekleşmiş serginin yeniden yorumlaması yapılıyor. Parkların ne olduğu ve ne olabileceği üzerine tekrar düşündürüyor, bir hatırlatma yapıyor. Kanıksanmış haliyle içinde yaşadığımız yerlere bir daha bakmamızı sağlıyor. Can Altay'ın küratörlüğü, Future Anecdotes'un tasarımı ve Nils Norman, Ceren Oykut ve Sinek Sekiz'in katılımıyla düzenlenen PARK: bir ihtimal, Mayıs 2010-Ocak 2011 tarihlerinde Nişantaşı Cumhuriyet Parkı'nda yer almış. Serginin sürecini anlatan metinler, görseller ve analizler ile tekrar düşünmeye davet var. Kortun ve Altay’ın, kent mekanı ve katılım üzerine söyleşilerinde sürece ve parkın içeriklerine, var olma hallerine ilişkin tartışmaları bulunuyor. Sergi aslında bir yapma hali; park bir aktif yapma, bulunma, var olma ortamına dönüşüyor süreçte. Söyleşileri okudukça, konvansiyonları da, hem kullanma biçimlerine hem de projelendirme süreçlerine dair tekrar düşünme ihtiyacı hissediyor insan. Parkta bulunmanın edilgenlikten etkenliğe geçme ihtimalleri üzerine epeyce düşündürüyor.

BOSTAN
Üretmek veya “gıda”ya erişmek bir arayış oldu. Neyin gıda olduğu neyin olmadığı konusunda şüpheler ile yaşıyoruz. Gıda konusundaki hassasiyetler ile yaşamaya gayret ediyoruz. Bir de kentlerde tonlarca atığımız var tabi. Bu atıkların da bir üretime dönüşme potansiyelini de düşünmeden geçemiyorum. Gerçek gıdaya erişebilmek ve sağlıklı kalabilmek bir taraftan lüks gibi görünüyor, diğer taraftan var olma hakkı arayışı ile üretme pratiklerine de dönüşebiliyor. Aslında kentlerde gıda üretimi eskilerden beri süregelen bir gelenek ama kentlerin dönüşme baskıları içerisinde üretim alanları da baskı altında kalıyor. Bununla beraber, kent içi üretim biçimlerinin alternatiflerinin çoğalması da pek şaşırtıcı değil. Çatı bostanları çoğalıyor, birçok insan bostanlarda çocuklarıyla bir araya gelip ekip biçiyor ya da bazen sadece doğrudan toprağa örtüsünü serip oturup üretilen bir ortamda olmanın keyfine varıyor.

Aslında basit, çok da karmaşıklaşmayan bütün bu ilişkiler temellere bağlanmakla, gezegendeki yerimizi anlamakla ilişki sanki. Gezegenin yaşayan toprak tabakasını anlamak, döngüleri, suyu, örüntüleri unutmadan insan üretimi yapıları da var edebilmek arayışı gelişiyor. Kağıt üzerine çizemeyeceğimiz pek çok ilişkinin yeniden keşfindeyiz. Bu süreçler ve düşünme/deneyim halleri de kentin peyzajlarının bir uzantısı haline dönüşüyor ya da dönüşebiliyor. Görünmeyen halleriyle süreçlerin kendisi aslında peyzajın anlarını ve düşünsel katmanlarını da içerebiliyor. Ana akım ilişkiler ve projelere rağmen bu olanları da görmek duyguları değiştiriyor, kent peyzajına dahil olan aktörlerin ihtimal arayışlarına umut oluyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: