Köklere Geri Dönmek: Sahi Ne İçin Mücadele Ediyorduk?

KORHAN GÜMÜŞ

Baştan beri benim kafamı kurcalayan soru şuydu: Nasıl oldu da “makine kırıcıları”na kadar uzanan ütopik sosyalist hareket, 20. yüzyıl başında siyaseti, eğitimi, sosyal hayatı, sanatı, mimarlığı bütünüyle dönüştürecek bir güç haline geldi? Nasıl oldu da yüzyıl dönümünde bir karşı çıkış, tepki hareketinden kapitalizmin totaliter işleyişini, neo-klasik öğretilere dayanan köklerini temelden sarstı? Marjinal bir hareket olmak yerine, neredeyse bütün kamu yönetimleri, eğitim, düşünce üretimi alanlarının yeniden yapılanmasına yol açtı? Bunun nedenlerini bugün anlamaktan uzaklarda kaldıysak, belki de onu perdeleyen bir "tarihyazımı sorunu" ile karşı karşıya kalmış olabiliriz. Bu "tarihyazımı sorunu" eğitimle dahil olduğumuz sembolik sınıfı, mimarları, tasarımcıları, sanatçıları... çoğu zaman muhalif meslek insanları olarak sanki her şeyi unutup, ara sıra yalnızca iktidara karşı olduğunu hatırlayan "alzheimer" hastalarına dönüştürür.

Bauhaus binası maketi

Siyasetin yalnızca sembolik bir üretim olduğunu (öznesinin de iktidar olduğunu) bize kabul ettiren bu tarihyazımında, iktidar mücadeleleri öne çıkar. İktidar-dışı hareketlerin yarattığı değişimler, dönüşümler adeta gölgede kalır, görünmez olur. İktidar gücü kullanarak elde edilen sonuçlarla, kullanılmadan elde edilenler arasındaki farklılıklar karanlığa gömülür. Hatta imha edilir.

Türkiye’de muhalefet pratiklerine de damgasını vuran çoğu zaman bu: Devlet iktidarının bir bölgesini, tarafını oluşturan eylemlilikler bir sınıfın iktidar ve ayrıcalık talebine dönüştüğü için değiştirmek şöyle dursun, neo-liberal iktidarın işini kolaylaştırır. Bu nedenle bu izleri yeniden okuma çalışmasının bugün anlamlı olduğunu düşünüyorum.

NEO-KLASİK KAPİTALİZM NASIL DÖNÜŞTÜ?
Almanya’da 1. Dünya Savaşı öncesindeki Werkbund sergileri ve kongreleri endüstriyel ürünler sergisi tasarımda yeni fikirlerin tartışıldığı canlı bir ortamdır. Werkbund’un fikir babalarından Hermann Muthesius’un İngiltere’deki ütopik sosyalistlerden etkilendiği söylenir. İngiltere’de kaldığı süre içinde çok yönlü bir sanatçı-tasarımcı olan William Morris tarafından başlatılan uygulamalı tasarım programını incelemek için yıllarca araştırmalar yaptığı bilinir. Morris’in de fabrikaların ve makinelerin, endüstriyel üretim koşullarının insanı yabancılaştırdığı tezinden hareket eden John Ruskin’in tezlerinden esinlendiği bilinir.

Zanaatkarın gerçekleştirdiği ürünün bilgisi tasarım sürecinde paylaşılmakta ve geri dönüşü olabilecek bir şekilde hem tasarımcı, hem de zanaatkar tarafından daha eşitlikçi bir ilişki içinde tanımlanmaktadır. Bu karşılıklı ilişki, aynı zamanda emeğin basit bir tekrar biçiminde üretim süreci içinde yer almasını değil, insani değerlerini koruyarak gelişmesine yol açmaktadır. Bu deneyimi dizisel üretim çağında pazara sunulan hazır ürünlerin tanınması, seçilerek yan yana getirilmesi ve yeniden anlamlandırılmasına uzanan “ready made/bricolage” tekniklerine kadar uzatabiliriz. Böylece kullanıcı ya da “tüketici” piyasaya mekanizmaları karşısında pasif bir konumda değil, kendi deneyimi ile sürece katılabilen aktif bir üretici halini almaktadır.

Örneğin mimarlığın ve endüstriyel tasarımın kuramsal öncülerinden (Almanya’da 1919’da Bauhaus okulunun kurucusu) Walter Gropius, tasarım ve sanat eğitiminde köklü bir reform yaratan bu okulun programında bu temeli esas alır. Neo-klasik eğitimdeki biçimbilimsel sorgulamanın yerini üretim, kullanım, malzeme bilgisi gibi çok düzeyli bir sorgulama alır. Bunun arkasında ise fikir üretiminde deneyselliği ön plana alan, düşünceyi maddi bir pratik olarak tanımlayan sosyalist fikirler bulunur. Bu deneyim bir tür temsil alanının açığa çıkarılması, görünür kılınmasıdır. Gropius geleceğin tasarımcılarını zanaata geri dönmeye çağırır. Ancak sanıldığı gibi zanaatkar olmaları için değil. Daha çok tasarımı kapitalizmin araçsallaştırıcı boyunduruğundan kurtarmak için. Zannedersem sınıf perspektifini öne çıkaran bu sosyalist fikirler Nazi Almanya'sı ve SSCB gibi devlet kapitalizminin uygulandığı ülkelere karşı Batı’nın bağışıklık kazanmasını sağlayan en önemli argümanları oluşturdu ve oluşturmaya devam ediyor. Bu sistemde piyasa odaklı olmayan üniversite, enstitü, bağımsız kamu alanları gibi işlevler ve kurumlar gelişmedeki, fikir üretimindeki başat rollerini koruyor. Fikir üretiminde kamunun davranışlarını düzenleyen esasları oluşturuyor.

Yirminci yüzyılın en tanınmış sanat tarihçilerinden biri olan Nikolaus Pevsner, Morris’in sanatla zanaatı birleştirme hayalinin Bauhaus’un kuruluşu ile Weimar’da gerçekleştiğini ileri sürer. Morris’in yalnızca bir fikir insanı, yazar kimliği ile öne çıkmadığını çok iyi bildiği halde. Onun el sanatları tutkusunun, zanaatla sanatı birleştirme hayalinin henüz romantiklerin ya da Art Nouveau gibi akımların seçkinci çerçevesini aşıp kitlesel bir harekete dönüşmediğine işaret etmek için. Oysa Bauhaus neredeyse küresel ölçekte tasarım eğitimini, sanatı dönüştürür ve onları endüstriyel bir temelde erişilebilir kılar. Sosyalist mücadele kapitalizmi nasıl modernleştirdi?

Kapitalizmin ve endüstriyel gelişmelerin gündelik hayatta muazzam bir dönüşüm yarattığı bir dönemde, bir tür yeni-zanaatçılık ideolojisinin etkisi ve anlamı ne olabilir? Gropius’un bu okulda uyguladığı yöntemler William Morris’inkilerden esinlenmekle birlikte ondan temelde şu nedenle farklılaşıyordu: Gelişen endüstriyel üretimin biçimlerin saflığını bozduğunu düşündüğü veya dizisel üretimden vazgeçmeleri için değil, tam tersine tasarlama faaliyetinin deneyselliğini, sorgulayıcılığını, bağımsızlığını öne çıkarmak için. Üretim ile bağının nasıl kurulacağını, iktidar ile bağımsız bir ilişkinin kurulmasının zorunlu olduğunu düşündüğü, tasarımın temsil ettiği şeyle (üretimle) ve çevreyle olan ilişkisini kavramaları için. 19. yüzyılda mimarlığın bezemecilik ile özdeşleşerek yapının bütünlüğünü kaybettiğini, “süslemeli salon sanatı” olarak hayattan kopan mimarlığın yeniden toplumsal işlevine kavuşması için sanatla zanaat arasında bir bütünlük oluşturulmasını, böylece mimarlığın yitirdiği “arkitektonik ruhu” yeniden yakalaması gerektiğini söylüyordu.

Gropius öğrencilerine zanaate geri dönmeyi önermektedir. Ancak elbette tasarımcı olmak yerine zanaatkar olmaları için değil. Gropius, mimarların binaların süslemelerini çizen kişiler değil, yapıların bütünlüğünü kavrayan, gerçeğini bilen insanlar olmaları gerektiğini düşünüyordu. Tasarımın yapıların süslemelerini ilgilendiren ve kağıt üzerinde gerçekleştirilen bir biçimlendirme uğraşı olmadığını vurguluyordu. Gropius için mimarlık bir stil, biçim arayışı değildi. Eğer tasarımcıları zanaatı tanımaya çağırıyordu ise, bu malzeme ve üretim bilgisinin yerine geçmek için değil, yapma bilgisini temsil edilebilir bir bilgiye dönüştürmek içindi. Tasarımın gerçekte ürünler üzerinde değil, ürünleri temsil eden, malzemeyi, üretim tekniklerini geliştiren deneyimlerle birlikte gerçekleştirildiğini belirtmek için. Uygulamalı sanatlar kavramı, çoğu zaman anlaşıldığı gibi fikirlerin, tasarımların uygulanmasından çok, tasarım sürecinin malzeme, insani emek, üretim teknikleri gibi koşullarla ilişkili olarak gerçekleştirilmesine işaret etmeyi amaçlamaktadır.

Neo-klasisizm, özcülük, milliyetçilik inkar edilmiş sınıfsal çelişkilerin semptomlarıdır. “Şimdiki Zaman” siyaseti farklılığı, değişimi tercihmiş gibi gösteren, stil anlayışına karşı maddeci (bilginin pratiklerini, altyapısını çözümleyen) bir sorgulamadır. İktidar-dışı boyut ister istemez asimetrik bir işleyişle baş etmek zorundadır. Yani karşısında güç, para, donanım, bilgi kullanan kapitalizme, iktidar-sermaye ittifakına karşı onun güçsüz, zayıf olduğu noktayı bulmak. Olağan koşullarda bu güce karşı direnmek zordur, hatta imkansızdır. Sosyalizmin basitçe bir itiraz hareketi halini aldığında, siyasal işlevinin yetersizliği ortaya çıkar.

Oysa iktidar alanındaki sosyalist hareketlerin tekrar asimetrik temsiller düzenine geri döndüklerini varsayabiliriz. İktidarın elinde donanımlar bulunur. Çıkar gruplarıyla birlikte hareket eder, uzmanları çalıştırır, medyayı denetimi altına alır, vs. Muhalefetin elinde ne var? Yalnızca ezilenlerin, köle gibi çalıştırılanların, yoksulların isyan etmesi, siyasal bilinç sahibi olması ve iktidar mücadelesi... Bu mücadelenin -kendi başına- fazla dönüştürücü bir gücü yok. Bir takım hakların elde edilmesi ile sınırlı. Oysa kapitalizmi dönüştüren dinamiklerin köklerine geri döndüğümüzde, tarihi yapanın "sınıf perspektifi" olduğu anlaşılır. Bu noktada çoğu zaman disipliner çalışmaların ötesine geçen, temsil edilenlerin siyasal süreçlere katılımını düzenleyen, sorun eden yenilikçi şehircilik deneyimlerinde pratiklerinde sosyalist paradigmanın izleri teşhis edilebilir.

ŞİMDİ GEÇMİŞİN MUHASEBESİNİ YAPABİLECEK MİYİZ?
Modernliğin itaat edilmesi gereken bir dogma olarak algılanması sonucunda bir dine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu programın Türkiye’de uygulanması bilindiği gibi seküler olmayan yöntemlerle gerçekleşti. Siyaset ve kültür eliti, işbirliği içinde modernleşmenin normlarını kitlelere zorla dayatmayı bir görev bildiler. Planlama, kültürel ve doğal mirasın korunması konusunda devlet gücünü kullanarak bilim adına kendi kamu yararı anlayışlarını kitlelere dikte edebileceklerini, halk için neyin iyi olduğuna kendileri karar verebileceklerini zannettiler. Sonunda ayrıcalıklı bir elite dönüşen bu kitlenin mutlak iktidarı siyaset eliti tarafından elinden alındı. Türkiye’nin siyasal ortamı, bu iki elitin hakimiyet ve devlet rantını paylaşma mücadelesidir. Bu mücadelede en anlamlı dönüşüm neo-liberal sistemin kurumsallaşması içinde gerçekleşti. Seküler olmayan, devletle iç içe geçmiş bu elit meşruiyetini kaybettiği için iktidar ve piyasa güçlerinin etkisi altına girdi. 28 Şubat süreci bu kırılmanın yaşandığı tarihtir. Diğer anlamlı bir kırılma noktası, “İstanbul’un Anayasası” olduğu söylenen ve bir büyük üniversite kurulmasına yetecek kadar para harcanan İstanbul Çevre Düzeni Planı’nın yalnızca bir helikopter gezisi ile çöpe atılmasıdır. Bu tarihten sonra popülist iktidar iyice gemi azıya aldı ve ayrıcalıklı piyasa güçleri ile kamu alanını tamamen ele geçirdi. Ancak elbette ki dahil olduğu bir devlet soyluları koalisyonu halinde. Seküler olmayan ortamda artık kamu kimliği ile gayrimenkul şirketlerine danışman olan profesörler, koruma kurullarında en pespaye projelere imza atan mimarlar, hiçbir rekabet ortamı olmadan kamu kurumları ve imkanları kullanılarak üretilen planlar, projeler, fikir ortamını kurutan fırsatçılar (artık gizlenerek değil, göğüslerini gere gere) sahnedeki yerlerini aldılar. Böylece geçmişte sol ile sağ arasında gerçekleşiyormuş gibi gözüken devlet soyluları arasındaki iktidar mücadelesinin şekli değişti. İktidar bu süreçte bilgi elitini sisteme nasıl eklemleyebileceğini öğrendiği için konumu itibarıyla iktidardan pay talep etmekten başka bir şey bilmeyen ve onun işini kolaylaştıran bu kesime “sol” demenin bir anlamı kalmadı. Çok partili siyasal hayata geçildiğinden beri konumunu güçlendirmek için devlet bürokrasisine yaslanan bu elit bu defa da iktidara yaslandı.

Bu durumda mücadeleyi daha sağlam bir zemine taşımak için geçmişin bir muhasebesini yapma fırsatının da ortaya çıktığını söylemek mümkün. Belki böylece geçmişte devlet gücüyle, imkanlarıyla sürekli bastırılan bağımsız fikir üretimi kitlelerle yeniden bir ilişki kurabilir. Bir taraftan da yok edilen insanların, yağmalanan değerlerin, çiğnenen hakların, özgürlüklerin acısını yaşayarak.

Etiketler:

İlgili İçerikler: