Bu aydan itibaren yayınlamaya başlayacağımız tefrikamız, Doğan Tekeli'nin geçmişine, işlerine, üretme biçimi ve çalışma yöntemlerine, dönemlerin yapım tekniklerine ve kültüre uzanıyor.

Sait Ali Köknar: 7 Ekim 2016, Doğan Tekeli’nin ofisinin üçüncü katında bulunuyoruz. Doğan Tekeli ile XXI için bir sohbet başlatmak üzereyiz. Daha önceden hazırlayıp kendisine sunduğumuz soruları, müthiş bir tez canlılıkla cevaplamış. Bu kayıt süreci, bu cevaplara bakarken sohbet ederek geçecek.
Doğan Tekeli: Pek güzel efendim. Hoş geldiniz. Ben de bir arada olduğumuz için çok mutluyum. Bu soruların birçoğuyla daha önce de muhatap olduğum için, burada biraz daha özel bir şekilde cevaplamaya çalıştım.

Aydan Volkan: Çocukluğunuzdan hatırladığınız, sizi mimarlık eğitimine ya da mimar olmaya hazırlayan olaylar var mı? Nasıl bir ailede büyüdünüz?
DT: Mimarlık mesleğinden söz edildiğini duymamış olmalıyım. Mesleğin varlığını ortaokulda, özellikle lisede biliyordum. Lisede ayrıca, Le Corbusier’nin 1947’deki İzmir ziyaretini gazetelerden haber olarak okumuştum. Gazete röportajlarında anlatılan kişiliğine hayran olmuştuk. Ama benim mesleğe girişim, lise eğitimimi İzmir Atatürk Lisesi’nde geçirmem nedeniyle olmuştur. Ailem, Isparta kökenli bir ailedir. Annemin de babamın da babaları, hattat imişler. Baba tarafımdan dedem ve ninem, Ispartalı Tekeliler ve Çebişler denilen iki aileden geliyor. Tekeliler’in, Antalya kökenli Tekelioğlu Selçuk Beyliği soyundan gelen, Isparta’ya göç eden bir aile olduğu tahmin ediliyor. Çebişoğulları’nın ise yaklaşık iki yüz yıl önce, Isparta’da mültezimlik (padişah adına vergi toplama yüklenicisi) yaptığı biliniyor. Benim 1929 yılında, içinde doğduğum Çebiş Evi, hicri 1199 yılında yapılmış. Bu, Çebiş Evi’nde bulunan bakır kap kacak üzerindeki yazılardan anlaşılıyor. Ninemin ve dedemin, üç oğulları ve bir kızları dünyaya gelmiş. Babam, bu üç oğlun en küçüğü; daha büyük amcalarım İstanbul’da sırasıyla mülkiye ve eczacılık mekteplerinde okutulmuş. 1900 doğumlu babam ise sırası geldiğinde Birinci Dünya Savaşı’nın, bütün ülkeye getirdiği sıkıntılar nedeniyle İstanbul’a yüksek tahsile gönderilememiş. Isparta İdadisi’ni bitirebilmiş. Buna karşılık bir meslek edinebilmek amacıyla, Ankara’da Maliye Meslek Mektebi’ne giderek, oradan mezun olabilmiş ve maliye memurluğunu meslek olarak seçmiş. Babam, 1927 yılında, Isparta’da Çakırkaya ailesinden ilkokul mezunu, 18-19 yaşlarında bir genç hanımla evlenmiş. 1929 yılında da bu ailenin, ilk çocuğu olarak Isparta’da dünyaya gelmişim. Üç yaşıma kadar Isparta’da, Çebiş Evi’nde dedemin, ninemin evinde büyüdükten sonra, babamın memuriyetlerini izleyerek, dört yaşıma kadar Ankara’da, daha sonra, sekiz yaşıma kadar İstanbul’da, sonra da liseyi bitirinceye kadar İzmir’de, orta halli bir maliye memurunun çocuğu olarak yetiştim. Ailem, dini duyguları yüksek, sorumluluklarının bilincinde, aydın, ilerici, Atatürkçü bir aileydi. Başlıca kaygılarının, benim ve benden sekiz yıl sonra dünyaya gelen kardeşim İlhan Tekeli’nin iyi yetişmemiz olduğunu söyleyebilirim.

AV: Ailenin ilk çocuğu olmak size bir sorumluluk mu yükledi?
DT: Çocukluğumda sadece olduğum durumda başarılı olmayı düşünürdüm. İleriye dair bir amacım olmazdı. Mecburduk zaten, ailem orta halli bir memur ailesiydi. Babamın babası da, hem idadide hoca, hem de hattattı. Yani bürokrat sayılabilir bir aile ama mali imkanları kısıtlı. Bu sebeple, koşullar gereği başarılı olmayı, iyi talebe olmayı düşünüyordum sadece. Yetişme tarzımız, ailemin gelenekleri böyleydi; amcalarımın imkanlar kıt olmasına rağmen üniversite okumaları, babamın okutulamamış ama “bir mesleğim olsun” diye, maliye meslek lisesine girmiş olması gibi.

SAK: Peki, mimarlık okuma fikrinin zihninize düştüğü anın gazetedeki Le Corbusier haberi olduğunu söyleyebilir miyiz?
DT: Aslı, dediğim gibi İzmir Atatürk Lisesi’nde okumamdır. Orada okuyanlar, o yıllarda Teknik Üniversite’nin özel giriş imtihanına hazırlanırlardı. Bugünkü üniversiteye giriş sınavı gibi, o yıllarda Teknik Üniversite’nin özel seçme sınavları, Akademi’nin ayrı sınavları vardı. Bizi, lise hocalarımız, Teknik Üniversite sınavına hazırlıyorlardı. Sebebi de o yıllarda verilen Ragıp Devres Ödülü’ydü. Bu, Teknik Üniversite’ye en çok öğrenci kabul ettiren liselerin, fen hocalarına sunulan ciddi bir ödüldü, kendi maaşlarının üç dört misli gibi. O zamanın koşullarında çok önemliydi bu. Ve bizden evvelki üç-dört yıl, İzmir Atatürk Lisesi 30 öğrencisini Teknik Üniversite’ye soktuğu için hocalarımız bu ödülü almışlardı. Dolayısıyla biz de mezuniyet yılımızda Teknik Üniversite’ye girmek üzere yetiştirildik. Ancak Teknik Üniversite’ye gireceğiz de ben düşünüyorum: “Neresine gireyim, Teknik Üniversite’nin?” Bu hazırlık süreci, matematik, fizik, kimya derslerinin yoğunluğu o kadar bezdirmişti ki beni; “bari mimariye gireyim” dedim. Biraz sanat, biraz düşünce olur diye tahmin ediyordum, yoksa bildiğimden değil. Fakat okulun müdürü, yaz tatilinde beni liseye çağırdı: “Sen mimariye gireceğim diyormuşsun, ama senin gibi çalışkan bir çocuk, ya makineye ya inşaata girer. Mimarlık Fakültesi bizim edebiyat kolu gibi bir şey, Teknik Üniversite’de ciddi sayılmaz!” deyince ben içimden: “A! Daha iyi o zaman, ben mimariye gireyim.” dedim. Mimarlığa böyle girdim neticede.

AV: Isparta kökenli bir ailenin çocuğu olarak tanımlıyorsunuz kendinizi, Ispartalı olarak değil. Isparta’da doğmuşsunuz, İzmir, Ankara, İstanbul var sonrasında.
DT: Isparta’da büyümedim, İzmir’de büyüdüm. İlkokuldan, liseyi bitirinceye kadar İzmir’deydim. Dolayısıyla Isparta’dan çok İzmirliyim. Ama aile kökenlerim Ispartalı.

SAK: İzmir’den İTÜ’ye gelindi, İstanbul’a. Sizin gözünüzden mimarlık eğitiminin bir farkı var mıydı?
DT: Efendim, bizim mühendislik titrimiz Yüksek Mühendis Mektebi’nden geliyor. 1944’te üniversite oluyor, ondan önce adı Mühendis Mektebi. Daha evvel fakülteleri değil, şubeleri var; mimarlık şubesi, inşaat mühendisliği şubesi gibi. Mühendis mektebi mühendis mezun ediyor, mimarlık şubesinden mezun mühendis oluyorsun. Dolayısıyla bize de “yüksek mimar mühendis” deniyor. Akademi’den farkımız, statik dersini biraz daha fazla okumamız. Akademi’de de okuyorlardı. Orhan Bey diye inşaat mühendisi bir hocaları vardı ama biz su getirme, çelik yapılar, topoğrafya vs. bir parça daha fazla okuyorduk. Onun dışındaki mimarlık eğitiminde bir farkımız yoktu bildiğim kadarıyla. Hem gidip geliyorduk hem arkadaşlarımız vardı hem de mezunlar hatta hocalar arasında büyük bir rekabet vardı o sıralar: “Senin mezunun, benim mezunum; senin fakülten benim fakültem…” gibi. Zaten iki okul var, üçüncüsü yok. Yıldız var ama o sayılmıyordu o zaman.

AV: O sırada Akademi’de mimarlık okuyanların arkadaşları resim, heykel bölümü öğrencileri iken, sizinkiler ise inşaat mühendisliği, makina mühendisliğinde okuyanlar. Bu bir eksiklik hissi yarattı mı yoksa bir taraftan da siz zaten ilgili miydiniz?
DT: Bize de serbest resim, modelaj dersi verilirdi. Rudolph Belling mesela, dönemin en önemli heykeltıraşıydı. Diğer hocalar; Paul Bonatz ya da Clemens Holzmeister gibi Almanya’dan gelmişti ve bizde hocaydı. Tabi Akademi’nin bohem bir havası, çok sayıda kız öğrencisi vardı. Bizde de o, Edebiyat Fakültesi’nin kızlarıyla telafi olurdu. Onlar Teknik Üniversite’ye spor salonuna maça gelirler, spor salonu dolar, arkadaşlıklar kurulurdu. Onun dışında sanatsal yönden pek eksiklik sezmedik diyebilirim.

SAK: Lisede varsaydığınız, mimarlığı daha sanat, felsefe olarak düşünmenizin karşılığını gördünüz mü okurken? Var mıymış öyle bir yanı hakikaten?
DT: Mimarlık müfredatında matematik, fizik, kimya yok, halbuki makinede ya da inşaatta devam ediyor o dallar. Yalnız yüksek matematik ve tasarı geometri var ve ikisi de birinci sınıfta bitiyor. Bina bilgisi, proje atölyesi vardı ve haftada iki tam gün, sekizer saatti. Bu atölyede ders çok az verilir hatta neredeyse verilmezdi. Emin Onat -çok sempatik, güzel bir konuşmacıydı, canlandırırdı bizi- birkaç teorik ders verdi. Onun dışında sekiz saat Emin Bey, iki doçenti ve dört asistanıyla yedi kişi, 30 kişilik sınıfa gelirler ve sabahtan akşama kadar her masayı dolaşırlardı.

SAK: Proje stüdyosu şimdi haftada 8 saat. Çok fazla da yan ders var. Akustik, çelik yapılar, yapı malzemesi dersleri. Teorik dersler de çok fazla.
DT: Bizde tabi öyle seçmek, şunu seçeceğim, buna gideceğim yok. Ne varsa, program ve müfredat aynen o okunuyor, seçmesi yok.

AV: O dönemlerde Almanya’dan gelen hocaların etkisiyle de Alman disiplinlinden, eğitim yönteminin baştan bilindiği, programlandığı bir sistemden geçtiniz.
DT: Evet ve bu dönemde biz, yapı yapabilir olarak mezun olduk. Mezun olduğumuzda ben İzmir’de betonarme hesapları dahil olarak bir apartman yaptım. Sonra Sami Bey’le, ortaklığımıza da vesiledir, birlikte bir küçük fabrika binası yaptık. Yine betonarme hesaplarıyla beraber, ruhsatını aldık. Nişantaşı’nda Samanyolu Sokak’ta, bir büyücek apartman yaptık 1956’da. Bunların bende hesapları duruyor, elle yapılmış. Sistem detayları çok yaptığımız için bunları yapabilirdik. Bonatz da yaptırır, Emin Bey de yaptırırdı, 1:10, 1:20 ölçekte hepsi çiziliyordu.

AV: Ve oradaki bilginizle imalat arasında bir fark ve kopukluk yok. Çünkü o sistem detayları güncel inşaat bilgisiyle yapılıyor. Bugün ise teknoloji çok hızlı geliştiğinden güncel malzeme üretim bilgisini öğrenmeye vakit yetmiyor. Konunun uzmanlarından sistem kesiti ya da detay isteyebiliyorsunuz ve gelen o bu bilgiler kadar malzemeye ve detaya hakim olabiliyorsunuz.
DT: Yapı teknolojisi çok basitti. Malzeme hemen hemen hiç yoktu, çimento bile ithal maldı. Tuğla, kireç var, yapılar da betonarme karkas, içi tuğla dolgu hatta harman tuğlası dolgu, üstü de sıva. Bunun için fazla bir teknoloji bilgisine ihtiyaç yok. Yani 1:50 ölçekli plan çizdiğiniz zaman sıvasını, kapısını, doğramasını göstererek; doğramasının ahşap detaylarını çizdiğinizde, betonarmesini gösterdiğinizde fazla bir bilgiye, danışmaya gerek yok. Küçük yapıları, apartmanları hatta fabrikayı bile böyle bir şeye ihtiyaç duymadan yaptık. Ama tabi kimi zaman yapı teknolojisine bizim de yön verdiğimiz oldu. Kimi zaman da öğrenerek geliştirdik ve giderek yapı teknolojisinin gereksinmelerine alıştık. Mesela prefabrike yapı öğrendik, Türkiye’deki ilk prefabrike yapılardan bazılarını yaptık. Gebze’de, bir oluklu mukavva fabrikası, Northen Elektrik Fabrikası ve Bursa’daki Oyak Renault Fabrikası’nda kullandık prefabrikeyi. Kendi kendimize çelik yapıyı öğrenmek zorunda kaldık, yaptık. Teknolojiye, yavaş yavaş öyle ayak uydurduk.

SAK: Erol Kulaksızoğlu, prefabrike yapılar üzerine çalışmış biriydi, sizin stüdyolardaki o birlikteliğinizde böyle bir bilgi alışverişi yapıyor olduğunuzdan mı yoksa zamanın havasından mı prefabrikle ilgilendiniz?
DT: Zamanın havasından. Çünkü keson temelin nasıl kurulacağını, kolonun nasıl dikilip şaküle alınacağını, kirişler, oluklar gibi prefabrike elemanların nasıl kurgulanacağını öğrendiğimiz zaman kendimiz tasarladık hep. Kiriş kolona böyle oturmasın da yanlarında guselerle içine otursun ki daha statik olsun gibi yollarla mesela. Nitekim İzmit depreminde bizim tasarladığımız prefabrike yapılar yıkılmadı, ama hazır alınan prefabrike fabrikalar yıkıldı.

AV: Bizler mezun olduğumuzda önümüzdeki seçeneklerde, çalışılacak yer ya da işveren olarak bir tarafta kamu varken diğer tarafta özel sektörde mimarlık ofisleri vardı. Sizin kuşakta, bugün çok az olan hatta belki hiçbir belediyede olmayan belediye bünyesinde proje büroları vardı ki ben o bilgiyi çok kıymetli buluyorum. Bugün bir mimarın, belediyelerdeki muhataplarının, istisnalar hariç mimari tasarıma ait güncel bilgiden yoksun olduklarını, önlerindeki yönetmelik maddelerini okumaktan öteye gitmediklerini fark ediyorum. Sizin ofisi kurmadan önce İzmir Belediyesi’nde çalıştığınızı biliyoruz. O zamanki belediye başkanı kimdi? Belediyenin yönetim modeli nasıldı? Proje bürosunda yaptığınız işlerden bahseder misiniz?
DT: Benim belediyede çalışmam, kısa dönem askerlik gibi, kısa bir memuriyettir. Amacım, kesinlikle belediye mimarı olarak kalmak değildi. Mezun oluşumla, askerlik döneminin başlaması arasındaki dört aylık süreyi kullanmak istemiştim. Orada da ruhsat işleri vb. belediye mimarlığından ziyade, belediyenin proje bürosunda, Sedat Hakkı Eldem’in yanında çalışmış Feridun Akozan’ın yaşıtı, sınıf arkadaşı Rıza Aşkan yönetiminde proje işleri yapmıştım.

Bunlardan birisi; Birinci Kordon ile İkinci Kordon arasındaki geniş cephesi, bir küçük meydana bakan, dar uzun bir arsada, bir iş hanıydı. Köşeleri yuvarlatılmış, cephesi Le Corbusier’nin, Brezilya’daki Sağlık Bakanlığı binasının kasetli cephesine benzer bir yapıydı. Sanıyorum, fiziki ömrünü doldurmadan, yanındaki bir arsayla birleştirilerek yeni bir yapı yapılması için yıkılmıştı.

Bir başka projem; ünlü bestekar Rakım Elkutlu’nun İzmir’in, Kokluca Mezarlığı’ndaki kabri için, belediyenin yaptırdığı küçük, klasik bir anıt mezardır. Ayrıca, İzmir Fuarı’nda belediye ile o zamanki Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün yaptırdığı müşterek pavyonun projeleri ve uygulaması vardır. Belki de en önemlisi Bahri Baba Parkı’nın, üst kotlarında İzmir Körfezi’ne ve Karşıyaka’ya hakim, güzel manzaralı bir noktada o zamanki adıyla Şark Kahvesi’nin projesidir. Bu proje, İstanbul’daki Sedat Bey’in Şark Kahvesi’nin farklı ve bence daha zayıf bir versiyonudur. Sanırım, Arkitekt Dergisi 1954 yılındaki sayılarından birinde, Rıza Aşkan adıyla yayınlanmış, sonradan da İzmir Anıtlar Bölge Müdürlüğü tarafından mimarlarının, Rıza Aşkan ve Doğan Tekeli olduğu kaydıyla, korunacak eser olarak tescil edilmiştir.

Dönemin Belediye başkanı, Konak’taki tarihi Sarı Kışla binasını yıktırmasıyla hatırlanan, Demokrat Partili Rauf Onursal idi. Belediye başkan yardımcısı, yazı işleri, fen işleri, hesap işleri, sağlık, veterinerlik, zabıta vb. müdürlükleri ve teşkilatı olan bir belediye işleyişi vardı. Ayrıca, ESHOT denen; elektrik, su, havagazı ve otobüs işletmeleri şirketi, fuar müdürlüğü, mezbaha müdürlüğü gibi, belediyeye bağlı şirketleri olan, başlıca kararları belediye encümenince alınan bir yönetimi vardı.

Dolayısıyla İzmir’de belediye bürosunda proje tasarımı yöntemi, detay çizmek vs. açısından iyi koşullar vardı. Ben orada staj yaparken Rıza Bey, belediyeye gelen mimarları getirip masamı gösterir, “Bak bu Teknik Üniversite’de ikinci sınıfta, ne detaylar çiziyor görün.” derdi. Öyle bir büroydu orası. İstanbul Belediyesi’nde de böyle bir büro vardı ama azdı bu sayılar. Rıza Bey’in özel bir niteliğinden, İstanbul Belediyesi’nde de bizim mezun olduğumuz zaman imar planı yapılıyor belediyede; Kemal Ahmet Aru danışman, bizim mezunların bir kısmını belediye imar planı bürosuna aldılar. Kemal Ahmet Bey’in talebeleri olduğu için belediyede iş bulabildiler.

Etiketler:

İlgili İçerikler: