Zaman İçinde Tekeli-Sisa

AYDAN VOLKAN SAİT ALİ KÖKNAR DOĞAN TEKELİ

Tefrikamızın bu bölümünde Doğan Tekeli, siyasi, ideolojik ve ekonomik dalgalanmaların sürekli olduğu bir çevre ve süreçte iş alma modelleri, dünya görüşü ve çağın ruhunun mimari dile yansımalarını paylaştı.

Aydan Volkan: 62 yıllık meslek üretiminizin bir muhasebesini yaparsanız; iyi ki tasarımını yapmışız dediğiniz işler ya da keşke hiç yapmasaydık dediğiniz işlerinizden bahsedebilir misiniz?
Doğan Tekeli: Üretim ile meşgul bir mimar olarak kendi üretimime, dışarıdan bakar gibi tarafsız ve sağlıklı bir değerlendirme yapabileceğimi sanmıyorum. Mimarlık mesleğinin niteliği gereği; mimar, bir konu üzerinde uzun süre çalıştıktan ve birçok alternatif ürettikten sonra bunlardan sadece birini inşa etmek zorunda kalıyor. Acaba, daha başka alternatifler, başka çözümler daha başarılı olmaz mıydı? Ya da vazgeçilen alternatiflerden biri, daha iyi değil miydi? Daima bir kuşku içinde kalıyoruz. Ayrıca uygulanan bir yapının, zaman içinde kendimize göre kusurlarını görüp, hayıflanıyoruz. Bu düşüncelerle, geriye bir eleştirmen gözüyle değil de duygusal olarak baktığımda, uygulanmış 120 kadar büyük yapı ya da yapılar kompleksimiz içinden “iyi ki uygulanmış” diyebileceğim yapıların sayısı, bir elin parmaklarını geçmez. Bunların da Rumelihisarı’nın İç Düzenlemesi, Emin Onat’ın Kabri, Lassa Lastik Fabrikası, Halk Bankası’nın ikinci binası ve Antalya Havalimanı Dış Hatlar Terminali 1. Ünitesi olduklarını söyleyebilirim. Onlar bile, uygulamaya ya da sonraki kullanıma ait nedenlerle, yüzde yüz tatmin duygusu veremiyorlar. Buna karşılık, “keşke hiç yapmasaydık” diyecek kadar yadırgadığım ya da nefret ettiğim bir yapımızı bulamıyorum.

imç yönetim binası, hızır bey katip çelebi kabir alanı
imç 1. blok,kuzgun acar,soyut kompozisyon eser
imç 1. blok, duvarında kuzgun acar’ın 1967 tarihli soyut kompozisyon eseri
1. ve 2. bloklar arası avlu ve süleymaniye’ye bakış
imç’den bir cephe detayı
imç kuşbakışı görünüş
imç vaziyet planı
antalya havalimanı, 1. terminal, kara tarafı
antalya havalimanı, 1. terminal, kuşbakışı görünüş
emin onat kabri
lassa lastik fabrikası, idare ve sosyal bloku
lassa lastik fabrikası, genel görünüş
2. halk bankası doğu cephesi, gece görünüşü
2. halk bankası genel vaziyet planı

AV: İMÇ Blokları mekan kurgusu, var olduğu bölgeye boşlukları-avluları ile nüfuz etme hali, topoğrafyanın iyi kullanımı sayesinde eski bir mahalleye yeni siluetiyle katılımı açısından, hala ofisinizin en beğendiğim işlerinden. İMÇ tasarım sürecinden bahseder misiniz?
DT: İMÇ Kompleksi hakkındaki sözlerinize teşekkür ederim. Gerçekten bu yapı, uzun süre gündemde kalması bakımından şanslı, maalesef iyi kullanılmaması bakımından şanssız bir yapımızdır. Tasarım süreci, çok defa çok yerde anlattığım, defalarca yayınlanan bir süreç. Ayrıca özel bir söyleşi konusu olacak kadar genişçe anlatılması gerek. Burada bir defa daha uzun uzun anlatmayayım ama önemli birkaç tasarım ilkesinden söz edebilirim: Yapı, Fatih ve Süleymaniye külliyeleri arasında yer alan, 19. yüzyıl Osmanlı kentinin küçük yapılı dokusunu yaran Atatürk Bulvarı’nın bir kenarında konumlanıyor. Bir yanıyla bu eski dokuya, bir yanıyla Atatürk Bulvarı’nın geniş boyutuna bakıyor. Bu bakımdan, tarihsel küçük dokulu kent yapısıyla geniş bulvar arasında, kitle büyüklükleri açısından bir geçiş ölçeği gerekliydi. Bu aranmıştır.

Atatürk Bulvarı’ndan bakılınca, yapı Süleymaniye Külliyesi’nin eteğinde kalmakta ve adeta ona bir kaide-sınır teşkil etmekte. Önemli bir tasarım ilkesi, bulvardan Süleymaniye’nin yer yer de olsa görünmesine imkan verecek açıklıkların, avluların sağlanmasıydı. Kütlelerin cephe dokularında Süleymaniye’nin büyüklüğünün algılanmasına imkan verecek küçük ölçekli balkonlar, cumbalar, kafesler kullandık. Topoğrafyanın eğimli yapısından yararlanarak yapının her kotuna, her yönden düzayak girişler sağladık. Parçalı kütle düzeni, kent ile iç içe, kent dokusunun devamı gibi bir kurgu içermekte, böylece daha sonraki yıllarda “mat-ürbanizm” diye adlandırılan bir şehircilik anlayışının öncüsü gibi olmaktadır.

Sait Ali Köknar: Ferhan Yürekli, Team X‘in fikirlerinin henüz dünyada inşa edilmemişken Manifaturacılar’da edildiğini yazmıştı. Haberdar mıydınız burada uygulamaya geçirmeden bunlardan? Yoksa yaparken ya da sonradan mı fark ettiniz?
DT: Sayın Yürekli, o yazıyı yazdığı zaman mat-ürbanizm diye bir şey oluğunu bilmiyordum. Sonradan haberdar oldum. Herhalde bizim o yaşta, kentsel tasarımla ilgili bir kuram geliştirmemiz söz konusu olamazdı. Bunlar, bizim tasarım sürecinde, kendiliğinden gelişen, içimizden gelerek bulduğumuz çözümler. Bu çarşı nasıl tasarlandı? Eski çarşılar, İslam kentlerindeki çarşıların dokusu çalışıldı, onların sonucunda bulduğumuz bir çözüm bu. Ayrıca Süleymaniye’ye yönelmesinden bahsettim, bu çözümün içinde Piccinato’nun şehir plancısı olarak verdiği bir ilke de var. Diyor ki “Bu kütleleri öyle koyun ki Süleymaniye’ye yönelsin.” Ama onun leblebi gibi küçücük kitlelerden oluşturduğu kavramsal dokuyu, biz uygulanabilir hale getirdik. Piccinato’nun fikrinden, kentsel çevreden ve topoğrafyadan yola çıkarak vardığımız sonuç, bize oybirliğiyle birinciliği sağladı.

Neyse, baktık çarşılara; klasik Osmanlı çarşıları, Suriye ve İran’dakiler, Halep çarşısı, İsfahan… Hepsinde sokağa bağlanan avlulu hanlar vardı. Burada da Çakmakçılar yokuşu ve bu yokuşa bağlanan çeşitli büyüklükte hanlar vardı. Biz de avlular içinde dükkanları yaptık, onları da yaya yollarıyla bağladık. Fikir buradan çıkmıştır. Ayrıca eğimli Atatürk Bulvarı’nın her kota düzayak girecek şekilde rampa gibi kullanılması da bir tasarım becerisidir bence.

SAK: Çocukluğumda çok kullandığımı ve çok etkilendiğimi biliyorum, hatırımda kalan bir yer. Mekan ilişkileri çok zengin. Annem halı-kumaş alışverişine giderdi, can sıkıntısından dolaşırdım onun içinde. Bir macera gibiydi.

AV: Doğan Tekeli-Sami Sisa’da en sevdiğim yapıdır. Bende yeri ayrıdır.
DT: “Cami yıkılmış, ama mihrap yerinde” deniyor galiba.

AV: Yarışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Sanıyorum ofisi kurduğunuz yıllarda bir iş alma modeli olan yarışmalar bugünkünden çok farklıydı. O yıllardaki yarışma süreçleri, iş alma şekilleri nasıldı ve kimlerle yarışıyordunuz? Yani rakipleriniz kimlerdi?
DT: Proje yarışmalarının 1950-1980 yılları arasındaki otuz yıllık dönemini, mimarlığımıza katkı yapmış bir dönem olarak nitelemek isterim. Önemli kamu yapılarının, proje yarışmaları yoluyla yaptırılması, bazı meslektaşlarımız tarafından eleştirilmekte, hatta küçümsenmekte ise de yarışmaların hem adil iş dağıtımı, hem de öğrenme ve yaratma açısından çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Rakiplerimiz zaman zaman Sedad Hakkı Bey, Emin Onat, Turgut Cansever, Nişan Yahubyan, Yılmaz Sanlı, Coşkun Erkal, Cihat Fındıkoğlu, Niyazi Duranay, Vahit Erhan, Muhlis Türkmen, Hamdi Şensoy gibi isimlerdi. Hatırlayamadıklarımdan özür dilerim. Mimarlar Odası’nın yayımladığı bir yarışmalar kitabı, bizim otuz yıllık dönemimiz dahil, uzunca bir dönemi kapsayan tüm yarışmaları, jürileri ve kazananlarıyla birlikte içeriyordu.

SAK: Dünya görüşünüzü projelerinizle örtüştürüyor musunuz?
DT: İster istemez yansıyordur o. Mesela biz çok zaman pahalı yapı, malzemesi zengin proje yapamadık. Halk Bankası’nı yapıyoruz, 1990’da brüt beton yapıyoruz. Metal veya granit kaplı çoğunlukla o yükseklikte yapılar. Ama ekonomik olsun diye brüt betondur cephe. Ankara’daki Stat Oteli de öyledir. 90’lı yıllardan sonra biraz daha zengin malzemeli yapı düşünebilmeye cesaret etmiştik. Yapıların yalınlığı, rasyonelliği biraz hayat görüşlerinden kaynaklanıyor tabi. Ben üç dönem, Ağa Han Ödül kurulunda görevliydim. İki dönem jüri üyesi ve jüri başkanı olarak, bir dönem de yönetim kurulu üyesi olarak. Orada sloganlar “mimarlık sosyal bir sanattır”, “mimarlık hizmet sanatıdır” şeklinde hep. Bu bakımdan ben büyük bürolarımızın bazı işlerini yadırgıyorum doğrusu.

AV: Size onunla ilgili küçük bir anekdot anlatayım. Biz bir davetli yarışma süreci geçirdik. Sonunda bir yabancı grupla biz kaldık. İşveren dedi ki projeniz çok başarılı hatta rakibinizinkine master plan ölçeğinde çok da benziyor ama sizinkinde “vaov” olmuyoruz. Ben de “vaov” olmanın onlar için anlamını sordum. Biraz önce siz söylediklerinizle onu anımsadım. Siz de genelde o “vaov” etkisindense, dünya görüşünüzün örtüştüğü mimarlıkta duruyorsunuz.
DT: Tabi, hem mimarlıkta yaklaşımımız “vaov” etkisini aramıyor, hem de bu etkiyle yapılardan çabuk bıkılacağına inanıyoruz. Ve ben mesela Dubai örneğini veriyorum. Oraya gittiğinizde bakıyorsunuz her bina tek başına, Tokyo’da da hissetmiştim bunu. Tek başına binayı alıp bir kağıda basarsanız, etrafından yalıtarak duvara asarsanız ne güzel oranları, gölge-ışık etkisi vs. vardır. Fakat bunların hepsi bir araya geldiğinde kakofoni etkisi yapıyorlar. Bizim Bursa, Safranbolu, İstanbul gibi eski kentlerimizin sakinliği; kendini öne çıkarmayan, diğerlerini de düşünen insanların yapıları gibi, birbirine uyarak yapılmış; teknik de aynı zaten. Kendi yapısını öne çıkarma gayesiyle çalışan mimarların işleri, nihayetinde aynı kaygıdaki diğerlerininkiyle bir araya geldiği zaman hiç de o istenen şaşırtıcı ve güzel etkiyi vermiyor.

AV: Ama bu istenen bir şey. Daha önce Sait Ali de bundan bahsetmişti. Bir mimarlık ofisinin isminden bahsetmeyip kurucu ortağının ismini zikretmek gibi… Gösteri dünyasında yaşıyoruz. Özellikle 2000’den sonra giderek artan bir şekilde imgelerle yaşıyoruz, imlemek istiyoruz bir kişiyi ya da bir binayı.
DT: Şimdi kalıcı yapı, geçici yapı kavramlarına bakarsak; kalıcı yapılar ya da büyük anıtsal yapılar genel olarak pahalı yapılardır. Günümüzde arsa o kadar kıymetli oldu ki kentleşme dolayısıyla… Mesela Tokyo’da 15-20 senede bir, binanın yıkılıp yeniden yapılması önemli değil artık. Daha gösterişli bir yapı, kurumun amacına daha uygun bir yapı yapmak, o kurum arsanın sahibi olduğu ve inşaat da çok ucuz olduğu için yapılabiliyor. Arsa çok pahalı olduğundan, maliyeti dolayısıyla yapının kalıcılığı söz konusu olmayabiliyor artık. Arsa kullanılmak isteniyor.

Şimdi bu meselelerin yanında, o zaman bizim düşündüğümüz sakin, kalıcı mimari ne kadar geçerlidir? Yani Las Vegas etkisi veyahut postmodern, Venturi’nin savunduğu mimari vs… Bunlar da var ve yapılıyor ama bizim yetiştiğimiz dönemde yapı maliyeti çok önemliydi. İsraf olmamasına bağlıydı. Biz çok çalışıldığı takdirde yapının; düzgün, güzel, aynı zamanda ekonomik olacağını bilir, öyle çalışırdık.

AV: Şu anda 21. yüzyılda, 20. yüzyılın başında gerçekleşenin çok benzeri bir ekonomik krize gidiyoruz. Sizin bildiğiniz bir bilgi o, buhranın arkasındaki çocuklarsınız. Bir ekonomik kriz, onun ardından İkinci Dünya Savaşı sonrası nesilsiniz ve galiba sizin o neslin ilk yıllarda gördüklerini biz şimdilerde görmeye başlıyoruz. Bugün sizin söylediğiniz şey demode değil ve belki o ekonomik krizin ardından, tam tersine başka modellerle daha iyi bir dünya için çözümler üretilecek yeniden. Böyle olacağını umut ediyorum. Sizin o zamanlar, hatta belki 90’ların sonu 2000’lerin başında, ekonomik olmak, israf etmemek gibi yaşantınızda koyduğunuz kabuller, ya da 2000’lerden sonra Türkiye’de de çok örneğini gördüğümüz, bir adet yapı üzerinden bir kent okumak, bir yapı üzerinden bir ülkeyi tanımlamak durumunun dönüşeceğini göreceğiz. Olumsuzluktan olumlu şeyler de çıkabilir.

SAK: Bir şey fazla yığılıyorsa ters dalgası da olacaktır. 1940-50’lerden 1970’lere kadar savaş sonrası sosyal devlet anlayışının, herkese eşit ve ucuz eğitim ve sağlık hizmetlerinin önemsendiği dönem politikalarının 1980’den sonra geri alınması gibi, şimdi onun da bir ters dalgası olacağını varsayarak ümitlenebiliriz.
DT: Ben bir örnek vereyim şimdi size; Balıkesir Belediye Binası yarışmaya çıktı ve yeni sonuçlandı. Dün internette gördüm, birinci ödülü kazanan proje, hoş duruyor, kütle plastiği açısından. Ama iki mesele var: Birincisi, şartnameye uymuyor, arsa sınırlarını çok geçmiş, kesin söylüyorlardı arsa sınırları geçilemez, yeşil alan var diye. O aldırmamış, yeşil alanlara da yürümüş. Jüri bence bunları dikkate almamış… İkincisi, mekanlarının büyüklüğü, bolluğuyla yapı, 300 metreyi geçen bir arsaya boylu boyunca kütlelerle yayılmış. Bir sürü pavyon var, irili ufaklı. Bence, Balıkesir Belediyesi’nin kendi imkanlarıyla o yapıyı yapması mümkün değil. Belediyelerle epey ilişkim olduğu için biliyorum. O büyük yapıyı, ne inşa edecek ne de tertemiz işletecek imkanlarımız var. Öyle garip ki ülkemiz, istediklerimizle yapabildiklerimiz arasında çok fark var. Ankara’daki birinci Halk Bankası binasını yaptığımızda, şöyle bir şey gördük: İnşaat kullanılmaya başlandıktan 15 gün sonra bankanın inşaat müdüründen bir telefon aldım. “Hocam bu lavabolar tıkanıyor, sizin tesisat projesinde, giderlere ne konmuş acaba bir sorar mısınız?” Baktık 7,5 cm çapında lavabo giderleri var, zaten bundan büyüğü olmaz. Neymiş? Halk Bankası’nın kadın memurları gecekondu bölgelerinden geliyorlar, çizmeler çamur, odaya bakıyor halı kaplı, herkes lavabolarda çizmelerini yıkıyor şakır şakır… Yani bu koşullarda neden halı kaplanıyor ki? Balıkesir Belediyesi de bu binayı ne yapabilir, ne de işletebilir benim gördüğüm. Çünkü gerçekten belediye imkanlarına uygun değil, mesela bir bakanlık binası olsa neyse.

Biraz da jürilik müessesinde kabahat buluyorum bu durumlarda. Yarışmacıya kabahat bulmuyorum. O hayal etmiş, serbestçe çalışmış, şartnameye ister uymuş, ister uymamış. Ama sonuçta şartnameyi oluşturan da jüri, projelere bakan da jüri. Türkiye’de hep yarışma sonuçlarını konuşuyoruz arkadaş sohbetlerinde ama biraz da jürilik kurumuna eğilmemiz lazım. Jüri, teorik olarak kendi hazırladığı şartnamelere uymazsa elbette büyük düş kırıklığı yaratır.

Belki bu jüri müessesinden ziyade, kişilerin sorumluluk duygusu açısından da önemli. Jürilerde çok bulundum, jüri başkanlığı da yaptım. Hiçbir gün şartnamede yazdığımız şeyin, aksini yapanları kazandırmayı düşünmedim. Halbuki zaman zaman tam tersi yaşanıyor; şartnamede, soru-cevaplarda kesinlikle belirtilen bir istek, karar aşamasında dikkate alınmıyor. Edirne Selimiye Çevre Düzenlemesi yarışması oldu, şartnamesinde “burası arkeolojik alandır, yeraltından geçit kesinlikle yapılamaz” diye belirtilmiş, soru-cevapta da sormuşlar; yapılamayacağı tekrarlanmış. Birinciye bakıyorsunuz, altgeçitle çözmüş projeyi.

AV: Gündelik hayatın ve siyasetin stabil olmadığı, hatta aylık, yıllık değişkenlerden söz ederken şimdi günlük, saatlik değiştiği bir ülkedeyiz. Bugün daha sık belki dün de öyleydi. Bugünden geçmişe baktığımızda ofisiniz, ikisi gerçekleşmiş üç askeri darbe ve 42 hükümetin geçtiği 62 yıl boyunca proje üretti ve var olabildi. Bugün ise yarınlar için çalışmaya devam ediyorsunuz. Hakikaten ekonomisi ve siyaseti stabil olmayan bir ülkede nasıl bu kadar stabil olmayı başardınız?
DT: Türkiye’nin en uzun zaman ayakta kalan mimarlık bürosu olmamızın, bence iki gerekçesi var. İlki; başka bir iş bilmeyişimiz dolayısıyla yılmamak ve sebat etmek zorunda oluşumuzdur. İkincisi ise; büro ölçeğini, belirli bir büyüklüğü aşmayacak şekilde korumamızdır. Biz bir dönem, özellikle 1970-90 arası, belki bugün Emre Arolat’ın, Murat Tabanlıoğlu’nun gördüğü gibi çok talep gördük ama çok iş almadık, kontrol edemeyiz, başaramayız diye “elimiz dolu” dedik. Sekiz kişide kaldık daima. Öyle olunca, kriz dönemlerini atlatmak kolaylaştı. Üç-beş ay, iş olmasa da idare edebilirdik. Halbuki büro, ben bıraktıktan sonra bir ara 30 küsur kişiye kadar çıktı. Ayrıca, Türkiye’de işlerin tümüyle durduğu varsayılan, örneğin 1960 ve 1980 ihtilalleri dönemlerinde, konjonktür gereği devam ettirilmesi zorunlu olan birer büyük işe de sahiptik. Mesela, 1960’da Ankara’daki 2000 kişilik yurdu, 1980’de Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’nı yapıyorduk.

AV: Her buhran sonrasında ülkede genel siyasi eğilimin, sağ siyasi söyleme kaydığı, sol siyasi söylem ve sosyal demokrasiden uzaklaşıldığı birçok iktidar gördünüz. İster istemez konkurlarda, bakanlık ya da daha yüksek düzeylerle bu işleri yaparken kendi kişisel ideolojinizle mi hareket ettiniz yoksa kişisel ideolojinizi arkada bırakıp mı?

SAK: Karamsar zamanlar olmuştur, yarının görünmediği. Ofisin beş ayı görünüyordur ama altıncıyı bilemiyorsunuzdur. Bu dalgalanmalarda nasıl davrandınız?
DT: Mimar ve az çok okumuş yazmış biri olarak; dünyada ne cereyan ediyor, kim kimi sömürüyor az çok hissedebilen, algılayabilen bir insan olarak sosyal adaletsizliğe karşı, adeta doğuştan, aileden de gelen bir tepkim vardı ama ne sağ ne sol iktidarlarla yakın ilişkimiz olmamıştır. Bir tek Bedrettin Dalan zamanında ben belediyede danışmanlık yapmıştım. Yılmaz Sanlı, Dalan’ın arkadaşıymış, belki o vasıtayla beni danışma kuruluna davet etmişlerdi. Bir tek orada Sayın Dalan ile çalışmış oldum ama diğer kurul üyeleriyle birlikte hep kamu yararını düşündük. Çünkü bize, hep büyük yapı projeleri gelirdi. Mesela Süzer Plaza bizim önümüze de geldi ama onaylamadık: “Yapılmaz bu burada!” dedik. Sonradan Dalan, kendi imzalamış, kim bilir nasıl bir baskı altında kalarak.

SAK: İlçe belediye sınırları değiştirilmişti o bina için.
DT: Evet, ama biz onaylamamıştık onu. Ayrıca, büro içinde de arkadaşlarımıza ideolojik açıdan farklı davranmıyorduk olabildiğince. Aşırı sol düşünceleri, her zaman ütopik bulduk; sağ da zaten ticaret kafasıydı, hiç aklımız ermedi. Bunların arasında, adeta ortada gibi ama tarafsız yahut fikirsiz olmadan, belki bir solcu gibi hayatımızı sürdürdük. Hiçbir yönde militan olmadık. Üniversite talebeliğim sırasında siyasete eğilimli sayıyordum kendimi; fakat sağlığım müsait değildi. Uzun toplantılarda canım sıkılırdı, gidip 10 saat kahvede oturup konuşamazdım. Ya da seyahatlere uzun zaman ayıramazdım. Çok şükür ciddi bir rahatsızlığım yok ama gücüm kısıtlı, onun için siyasetten kaçtım ben. Zaten bir teklif de gelmedi. Belki Dalan ile çalışmaya devam etseydim, olurdu. Baktım ki orada bizler danışman olarak biraz da figüranız; çaresiz, ilk yılın sonunda istifa ettim. Israr üzerine bir yıl daha kaldım ve iki yılın sonunda kesin olarak ayrıldım.

Ankara’da Kenan Evren döneminde, kurulmuş bir kurul vardı: “Atatürk Dil Tarih Kültür Yüksek Kurulu” diye. Görevlerinden biri Çankaya ile istasyon arasında “tören alanı” denilen genişçe bölgedeki her yapıyla ilgili kararları oluşturmaktı. Bu kurulda; cumhurbaşkanı, başbakan, genelkurmay başkanı, sekiz bakan ve ayrıca seçilmiş sekiz üye vardı. Ben İstanbul Belediyesi’nde danışman iken galiba Dalan, Başbakanlık Müsteşarlığı’na benim, bu kurula seçilmiş üye olarak atanmamı önermiş. Çankaya’da oluyordu toplantılar. Ya Kenan Evren, ya Turgut Özal ya da Süleyman Demirel idare ediyordu toplantıları. Orada, bu tür üst düzey toplantıların nasıl işlediğini görmüş oldum. Ama Özal zamanında istifa ettim. Çünkü Özal dönemindeki toplantıda, imzalamamız için bir kağıt getirdiler önümüze: “”Nedir bu?” “Hazirun cetveli” dediler. Üç dört gün sonra bir karar yazısı geldi, baktık ki biz almışız gibi kararlar yazılmış, altında da imzalarımız var. Olacak iş değil! Hemen başbakanlığa bir mektup yazdım, bu usulü şiddetle eleştirdim ve istifa ettim. Tabi bir cevap da almadım. Siyasetle, ideolojilerle ilgim bu. Tabi ki herkesin olabildiğinde müreffeh olmasını istiyoruz, etrafa zarar verebilecek yapı yapmamaya çalışıyoruz. Her ne kadar buradaki bakış açısı farklıysa “mimarın ne kabahati var, sen bu kararı almışsın, mimar da bunu uyguluyor” deniyorsa da, imkan varsa öyle işlerin içinde bulunmamaya çalıştık.

AV: Sizin dönemizdeki herkeste bu biraz var zaten. Benzer ofisler ve hepinizin işvereni devlet. O gün ideolojik kimliğinizle işvereninize karşı durmak biraz zor olmuş olabilir mi?
DT: Benim için söz konusu değil o. Çünkü 1979’da Bayındırlık Bakanlığı’na oditoryum, merkez kitaplığı ve rektörlükten oluşan bir kompozisyon ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Akademik Merkezi projelerini yaptığımız sırada öyle bir sıkıntı çektik ki bakanlıktan; onaylanmasında, paranın alınışında vs. dedim ki: “Ben bir daha Bayındırlık Bakanlığı’na gelmem, tövbe.” Ve gitmedim de gerçekten.

SAK: Özel sektörde çok başarılı olan başka kişilerden benzer tövbeyi çok kez duydum.
DT: Gitmedim, bezdim yani. Üç ayda hazırladığımız proje, dokuz ayda onaylanamadı. Paftalar kayboluyor, sekiz takım statik, sekiz takım mimari, sekiz takım tesisat projesi gönderiyorsun, her biri imzalı. Aradan iki ay geçtikten sonra telefon ediyor, bir liste gönderiyorlar ki 38 pafta kayıpmış, onları yeniden istiyorlar. Onları gönderiyorsun, statik bakmış, mimariye göndermiş, mimari statikte not var diye onaylamıyor, tesisatçı başka bir şeyden onaylamıyor. Tesisat projesinde havalandırma kanalı, kütüphane salonunun içinden geçmesin diye dolaştırılmış, salonda gürültü olmasını engellemek için. Buna itiraz ediyorlar: “Havalandırmayı salonun içinden geçir, dolaştırma.” diyorlar. Ben, dolaştırmanın gerekçesini ne kadar anlatsam, kabul edilmiyor. Yeni mezun bir genç arkadaş: “Bakanlığın görüşü böyle” diye, beni dinlemiyor. “Sen daha yeni gelmişsin bakanlığa, ben 30 senedir iş yapıyorum, senden daha çok bakanlığı temsil ederim” dediğim bile olmuştur. O projeleri iki senede onaylatabildikten sonra 300 bin lira istihkakımız için merkez muhasebesine gittiğimizde; “Bütçede karşılığı yok, size bir üç bin lira verelim, sizi gönderelim.” denilmiştir, düşünün; müteahhit her ay para alıyor, mimar kaç ayda alıyor. Yahu mimar sermayedar mı bu kadar yatırım yapacak?

AV: Araba aldığınızı düşünen biri vardı, onun mantığıyla hareket ediyorlar herhalde.
DT: Devamlı şikayet etmek istemem. Biraz da espri olsun diye anlatmıştım.

Etiketler:

İlgili İçerikler: