İktidar Şehveti İle Putkırıcılık Arasına Sıkışmak

KORHAN GÜMÜŞ

Kasimir Malevitch'in 1926 yılında yayınladığı denemenin başlığı Temsil Edilemeyenin Dünyası’ydı.1 Beyaz Zemin Üzerine Beyaz Kare (1918) adlı eserini yaptığı sırada yazdığı şiir ise tekrarı (sözde resimde) kesintiye uğratmayı önermekteydi. Şiir şöyle başlıyordu:

Asla tekrarlamamaya çalış
-ne ikonda, ne tabloda, ne sözde-
Eğer onun edimindeki bir şey
Sana eski bir edimi hatırlatıyorsa…

Bu tarihlerde kapitalist modernleşmenin yarattığı kriz karşısında iki farklı öznellik biçimi ortaya çıkmıştı. Bir tarafta milliyetçiliklerle hortlayan neoklasik anlayış, diğer tarafta ise Malevitch gibilerinin temsil meselesini ele aldığı “şimdiki zaman” sorunsalı yer alıyordu. İktidar gücünü kullananlar ise etnisite ve milli kültür üzerinden kapitalizmin yarattığı krizi perdelemeye çalışıyordu. Krizin bu şekilde maskelenmesi felaketlerle sonuçlandı. İşaretsizleştirmeye dayanan bu imkansız temsil deneyimi faşizmle noktalandı. Temsilin şiddetiyle motive olan kitlelerin gerçekliğe (kolektif öze) en çok yaklaştıkları aşama oldu. Neoklasisizm “kendisini taklide bağlayan ilişkilerin sökülmesini” bilemediği için temsilin gerçekliğe dokunmasıyla sonuçlandı. Bu temas sonucunda korkunç acılar, savaşlar, kitlesel katliamlar, soykırımlar yaşandı.

Büyük Savaş sonrası her ne kadar sanat müzeleri, tasarım eğitim kurumları ve ulus-ötesi örgütler ve entelektüel çabalarla bir özgürleşme ortamı yaratıldıysa da “şimdiki zaman” sorunsalı, kazanan tarafın stratejik bir unsuru olarak yeniden keşfedildi ve ehlileştirildi. Soğuk Savaş dönemindeki siyasal kutuplaşma içinde bu krizle baş etme arayışının yöntemleri, deneyimleri unutuldu. Sökümün yerini “stilleştirme” motivasyonu aldı ve “şimdiki zaman" sorunsalı hayırseverlik kurumları, sanat müzeleri içine hapsedildi. “Şimdiki zaman” sorunsalı kurumlarıyla, entelektüel mirasıyla, kurumlarıyla bir kalıntıya dönüştü. Bir yüzyıl önce, kökeninde kapitalist üretim ilişkilerini sorgulayarak bilişsel alanı canlandıran pratikler, kurumlar kapitalizmin çelişkilerini perdelemek için bilişsel alanda sistemin yeniden ürettiği kalıplar haline geldi giderek. Kökeninde olduğu gibi temsili sorgulayan değil, kendisini tekrarlayan bir yaşama biçimi, tarzı olarak yeniden inşa edildi. Neoliberalizmin de bu unutkanlık üzerine kurulduğu söylenebilir.

Sedad Hakkı Eldem
Fotoğraf: Cemal Emden - Sedad Hakkı Eldem tasarımı ofis binası

TEMSİLİN CİNNET HALİNİ ALMASI: İKTİDAR ŞEHVETİNİN YARATTIĞI VAHŞET
Malevitch'in yapıtı, dışındaki dünyaya değil, kendisine, bilişsel olana yönelik bir edim olarak okunabilir: Tasarım edimi kimi yerde temsil perdesinin ötesine geçer, keşif üzerine yoğunlaşır. Kimi yerde temsil güçle örtüşür. Keyfi, yıkıcı-yok edici bir işlev halini alır. Günümüzde daha komplike bir ilişkiler yumağı içinde de olsa, güce bağımlı hale gelen ilişkiler, temsil şiddetini yeniden koşullandırdı: Yaratıcı sınıfların hayırseverlik alanında gettolaşması, aynı savaş öncesinde olduğu gibi, kitleleri yeniden temsil siyasetine mahkum etti, tasnif edilmiş (veya edici) taraflar haline getirdi.

Bu açıdan ilginç olan “kültürel miras” gibi kavramların kapitalist modernleşmeyi sorgulamak, onun yarattığı krizle baş etmek için olabileceği gibi, tersine de işlev görebilmesi: Kapitalist modernleşmenin yarattığı krizi perdeleme işlevi. Kültürel mirasın korunması “ihyacılık” akımına dönüşürken “modernlik” de büyük sermayenin bir tarzı halini aldı. Bu antagonizma, bilişsel alanda iki farklı iktidar biçimi, ayrıcalıklı iki toplumsal tabaka yarattı. Örneğin modernlik “milli değerlerimizi tehdit eden, milleti köklerinden koparan, şehirleri kimliksizleştiren, büyük sermayeyi, zenginleri temsil eden” bir tarz olarak; muhafazakarlık ise “tarihe sahip çıkmak adına en pespaye mimarlık ürünlerinin yapılmasını sağlayan bir alt sınıf kültürü” olarak tanımlandı.

Oysa “kültürel miras” kavramı çoğu zaman farklı bilişsel kökenleri karşılaştırmalı olarak sorgulama fırsatı verir. Restorasyon uğraşı, imgelerin (el imalatı ile zihinsel uğraşların birbirine bağlandığı ve aynı zamanda tasarıma eklemlendiği) birbirlerine referans verdikleri, eşi benzeri bulunmayacak örnekler üzerinde çalışır. Oysa pratikleri tarafından temsil edilen tarihsel kimlik, (tıpkı kalıptan çıkma döküm demir parmaklıklar gibi) yapıtın nerede tasarım, nerede betimleme olduğunun arasındaki alışverişi belirsiz kılar, melezliğini imha eder. Böylece tıpkı müziğin bir müzik ustası tarafından imgesel yorumu ile kayıttan tekrarlanması arasındaki fark gibi, tarihsel kimliği ile onun kopyasını aynı şey zanneden müdahalelere sahne olur. (Belki de bu yüzden “tarihi İstanbul'un yıkımı”, pespaye restorasyon uygulamaları ile taklidin gerçekliğe yaklaştığı an oldu.) Rölöve-restitüsyon gibi tekniklerle donatılmış tasarım uğraşı, çok boyutlu bir keşfetme çabasına değil, bürokratik bir ikame etme çabasına dönüştüğü için orijinalini taklit ettirmek (aslına uygun yapmak) ile bir başka şeyle ikame etmek arasındaki fark silinmiş oldu. Şehrin dokunulan her tarafı, tarihi mahalleleri yok oldu. Restorasyon adı verilen müdahalelerle binlerce yıllık varlığı, yokluğa dönüştü. Önemli anıt yapılar bile, orijinaline ne kadar benzetilmeye çalışılırsa çalışılsın, taklit olarak inşa edilmeye mahkum oldu.

Sıradan yapılarda bile, basmakalıp parçaların rölövesini çıkarttırıp tescil eden bölge koruma kurullarının onayı ile anıt yapılarda değiştirilen özgün parçaların yerini, aslına uygun izlenimi verilmiş taklitler aldı. Böylece koruma meselesi modernleşmenin bilişsel dünyasının problematiğinden koparılıp basit bir temsil, projelendirme ve müteahhitlik uğraşı haline geldi. Asıl şaşırtıcı olan şey şu: Kültürel miras kavramı bilişsel işlevini kaybetti. Entelektüel boyutu, basit bir danışmanlık hizmetine indirgendi. Temsil problematiğinin farkındalığını üretmeyen bu tür uygulamalar, “hatalı restorasyon” denerek geçiştirildi. UNESCO krizinde görüldüğü gibi sorun, iktidar paylaşımı mücadelesi içinde örtbas edildi.

TERSİNDEN BAKMAK: MİMARLIĞIN SİYASETİ BOZUCU ETKİLERİ
Modern temsil paradigması bir mit, bunu biliyoruz. (Soru şu: Dışımızdaki gerçekliğin, insani olan ve olmayanın temsili mümkün müdür?) Çoğu zaman da temsilin bir montaj olduğunu bilmezden gelerek bilişsel dünyamızı bunun üzerine kuruyor, inşa ediyoruz. Ancak bu bilmeme halinin bir de öteki yüzü var: Temsil edilemeyenlerin temsil alanına nasıl katıldıkları. Bu bilmeme halinin siyaset için olduğu kadar sanat, mimarlık gibi bilişsel alanlarda bozucu etkiler yarattığını söylemek mümkün. Bunun belirtisi (semptomu) ise bilişsel alanın iktidar alanının gölgesinde kalması, onun gücünden yararlanan tarafların mücadelesine sahne olması.

Evet, “şimdiki zaman” koşullarında siyasetle mimarlığın ilişkisi hep sorunlu ancak sorun yalnızca siyasetin mimarlığı belirlemesi değil, bu ilişkinin kuruluş biçiminde: Bu özcü zihin dünyasının ilişki modeline göre siyaset, mimarlığın dışında ve belirleyici. Çoğunlukla yapılan ise yalnızca “siyasetin bozucu etkileri” üzerinde durulması. Bu ilişki kurma biçiminin başlı başına şiddet içeren bir temsil modeli olduğu söylenebilir. Çünkü sorun, bu ikisi arasındaki (karşılıklı olarak birbirini güçlendiren) temsil ilişkisinin kendisinde olabilir. Temsil şiddetinin her iki koşulda bu bilmeme halinden güç aldığı söylenebilir. Bu nedenle biraz da tersinden bakıp mimarlığın siyaset üzerinde nasıl bozucu etkiler yarattığını görmemiz, karşıtlık üzerine kurulan temsil biçiminin içermediği alandaki izlerini sürmemiz gerekebilir.

Siyasetle bilişsel alan arasındaki çekişme, temsil krizini perdeleme işlevi görüyor. Bilişsel alanın bağımlı hale gelmesi her ikisinin de bozulmasına yol açıyor. Belki de bu yüzden bu bozulmada siyasetin belirleyici olduğu tezinin gözden geçirilmesi gerekiyor. Çünkü sanıldığının tersine, temsil krizinin derinleşmesinde bilişsel faaliyetlerin etkisi daha fazla olabilir. Birkaç örnekle bitireyim:

İktidarın şehvetiyle yoğrulmanın yarattığı temsil şiddetine verilebilecek en iyi örnek, yoksul insanların yaşadığı bir mahallede, Sulukule'de, altında iki araçlık otoparkı, hobi odaları olan villalar inşa edilmeye kalkışılmasıydı. İşin daha ilginç tarafı, kültürel bir kırıma, insan hakları ihlallerine yol açan bu projenin arkasında kamu kişiliğini kullanarak kendilerine çıkar sağlayan uzmanların bulunmasıydı. Oysa aynı tarihte, hiçbir çıkar ilişkisi olmayan London College Üniversitesi (LCU) mahallede çalışarak gözlemler yapmış, yaşam koşullarını iyileştirecek öneriler getirmişti. AB’nin de destek vermek istediği, belediyenin geri adım atmaya hazır olduğu bir aşamada, kamu alanında ayrıcalıklara sahip örgütlü topluluklar elbirliğiyle ezberleri bozan bu çalışmayı kayıtlardan sildiler. Sorunun kaynağında yalnızca siyasetçiler varmış gibi gösterildi ve bilişsel alandaki skandal örtbas edildi.

Buna benzer bir ikinci “sansür girişimi” tersanelerde yaşandı. İstanbul'da genç mimarlarla birlikte Hollanda Mimarlık Enstitüsü'nün tersaneler ve çevresinde gerçekleştirdiği hiçbir yıkım ya da değişiklik içermeyen, deneysel faaliyetler için mekanların kullanım performanslarını geliştirmeyi amaçlayan çalışmalar sunum aşamasında, kamu kişiliklerini kullanarak proje işleri alan mimarlar tarafından imha edildi.

Simgesel şiddetin en trajik olanı ise Taksim Gezi’si için defalarca otoyol kavşak çözümleri, AVM, otel projeleri hazırlayan örgütlü toplulukların her siyasal dönemde süreklilik göstermesi. Bu topluluklar, her siyasal yönetim değiştiğinde, şehrin tarihi merkezindeki bütün meydanları otoyol kavşağına dönüştüren projeler hazırladılar. Çoğu zaman siyasetçiler bile bu projelerin şehirsel peyzaj üzerinde nasıl bir etki yaratacağının farkında değillerdi. Simgesel şiddetin bir başka göstergesi de dünyanın başka yörelerinde mimarlar, pişmemiş toprak ve samanla erişilebilir mekanlar üretmeye çaba gösterirken İstanbul’da binlerce yılda oluşmuş yaşam çevrelerinin, değerli yapı birikiminin çeşitli gerekçelerle yok edilmesi.

Gözümüzün önündeki örnek, herhalde Salıpazarı-Fındıklı arasında, modern dönemin en önde mimarı olduğu tartışılmayacak bir kişinin, Sedad Hakkı Eldem’in tasarladığı ofis binalarının ve antrepoların yıkılması. Burada üzerinde durulması gereken şey, fikir üretiminin yatırım girişimiyle başlaması. Bilişsel alanın, mimarlığın güce bağımlı olması, aynı zamanda farklı bir deneyimin de ortaya çıkmasını engelleyen önemli bir faktör.

Gene önemli bir örnek başlangıçta bölgenin en büyük kültür merkezi olacağı ifade edilen Sütlüce'deki İstanbul Kongre Merkezi. Bir çeyrek asırda tamamlanamayan bu merkez, şehir ölçeğinde bağımsız ve katılımcı bir yönetim örgütlenmesi bulunmadığı için bir kötü yönetim örneğine dönüştü. Şehrin modernleşmesinin önemli belgelerinden biri olan mezbaha binası yıkılmadan korunabilir ve kullanılabilirdi. Proje hataları nedeniyle dünyanın en pahalı kongre merkezine dönüşen bu tarihi yapı, çok amaçlı bir salon ilave edilerek bu süre içinde kültürel etkinliklere ev sahipliği yapabilirdi.

Şehrin Anadolu yakasının kıyı bandındaki az katlı, sağlam yapılarının kırımıyla sonuçlanan kentsel dönüşüm projelerini ise hiç saymıyorum. Çürük çarık binalar dururken Sedad Hakkı Eldem’in kaliteli yapılarını, Sütlüce'de semti ikiye bölen, parçalayan bir tünel açmak için sapasağlam ayakta duran tarihi bir mezbaha binasını, Bağdat Caddesi’nde, Kadıköy'ün deniz kıyısındaki en kaliteli yapı stokunu, apartmanları yok etmek! Kamusal alanları, parkları imara açarak şehri değersizleştirmek, kaynak transferi sağlamak! Dünyada pek az şehrin başına böyle bir şey gelmiş olmalı. Bu tuhaflık yalnızca iktidarların, halkın ve açgözlü piyasa aktörlerinin tercihleri, arzuları ile açıklanabilir mi? Bilişsel alanın bağımlı olmasının, profesyonelliğin gerçekleşme biçiminin bir etkisi yok mu? Belki de sorun neoliberal işleyişten yalnızca siyasetçiler sorumluymuş gibi göstermek. Sorunun yalnızca siyasal tercihlere indirgenmesi, yaşanan temsil krizini içinden çıkılmaz bir hale getiriyor olabilir. Belki de bu cinnet haline dışarıdan bakmamız mümkün olmadığı için, temsil faaliyetini sürekli bir şiddet aracı olarak kullananların hikayelerini dinlemek zorunda kalıyoruz.

Etiketler:

İlgili İçerikler: