Sanat, Tasarım ve Zanaat Arası Geçişler

DİRİM DİNÇER FARUK MALHAN

Sanat, tasarım ve zanaati atölye çalışmalarıyla bir araya getiren, malzemenin ve üretimin geleneksel nüvelerini yeniden hatırlatmaya çalışan Karya Akademi'yi, tasarımın etki alanı ve Gücünü Tasarım Vakfı'nın başkanı ve akademinin kurucusu Faruk Malhan'la konuştuk.

Dirim Dinçer: Koleksiyon binasında, Karya Akademi Tasarım Atölyeleri başlığı altında bir serginiz var. Sergi ürünlerinin ortaya çıktığı atölye çalışmalarının kuramsal altyapısının çok değerli olduğunu düşünüyorum. O yüzden "Karya Akademi nedir? Neyin eksikliğini hissettiniz ve Karya Akademi'yi kurmaya karar verdiniz?" sorularıyla başlayalım istiyorum.
Faruk Malhan: Koleksiyon Mobilya'da misyonumu tamamladıktan sonra, tasarımcılarla birlikte olabileceğim atölye çalışmaları yapmak üzere Bodrum'da, yedi dönümlük bir arazide bir tasarım köyü kurmaya karar verdim. Bodrum'u seçtim çünkü pek çok tasarımcı, sanatçı ve mimar Fethiye köylerinde, Milas'ta, Gökova'da yaşıyorlar. Böylece üretim yapabilecek aktörlere yakın olma imkanı oldu. Bu çalışmanın gerisinde yaptığım gezilerin de çok etkisi var. Ege, Anadolu, Diyarbakır, Mardin, Midyat, Hasankeyf, Havran, Halep, Şiraz, Fas, Marakeş gezilerim beni çok etkiledi. Ben Bauhaus ekolüyle yetişmiş bir öğrenciydim. ODTÜ'de temel tasarım dersini Bauhaus'un sıkı bir temsilcisi, Gropius'un da arkadaşı olan Fritz Janneba'dan almıştım. Ancak buraları görünce işin, az önce belirttiğim başka boyutları da olduğunu anladım. İlk çizgilerin, formların buralarda yeşerdiğini hatta dünyaya buradan yayıldığını, ilk buğdayın, şarabın burada yetiştirildiğini gördüm. Gördüklerim, tasarımcının da mimarın da bir coğrafyası olması gerektiğini düşündürttü. Belli bir çizgin olabilir, Kenzo Tange ya da Zaha Hadid olabilirsin ama enternasyonalist mimarlık olmaz, her yere kendini inşa edemezsin. İnsanların gittiği yeri fark etmesi ve oranın tarihsel coğrafyasını çalışması lazım. Bunların yanı sıra zanaatla sanat, zanaatla tasarım arasındaki köprüleri de yavaş yavaş hissetmeye başladım. Burada bir üçlü görüyorum: sanat, zanaat ve tasarım. Zanaatkarla sanatçı arasında çok hassas bir geçiş var, bu sorgulamayı yaparken farklılıkları gördüm. Her birinin birbirleriyle olan ilişkilerini sekteye uğratan eksikliklerini belirledim ve nasıl bir araya gelebileceğimizi düşündüm.

Mesela, sanayi toplumuyla beraber yavaş yavaş ezilen, tehdit ve çökme altında olan zanaatkarlıkta öğrenim süreci çok pasif ve yavaştır, insanların içinde sinsi sinsi gelişir. Zanaatkar zaten küçükken büyükbabasından görmüştür, sonra babası onun ensesine bir tokat vurmuş, kulağını çekmiş, şekillendirmiştir. Zanaat, bir şeyleri güzelce yapabilme becerisidir ve daha da önemlisi kazanabilen bir beceridir. Zanaatkarların teknikleri vardır ve bu teknik ne akılsız ne de akıllı bir süreçle değil, genetik bir süreçle edinilir.

Akılsız teknik ifadesini, endüstri süreçlerinin tekniği için, ilerlerken kendi kendisini yenilemeyen, eviremeyen, başka bir özne tarafından değiştirilen teknik için kullanıyorum. Fakat zanaatın tekniğine akıllı bir teknik de diyemeyiz; genetiktir. Testiyi sıvarken, deriyi işlerken farkında olmadan yaşattığı ve yavaş yavaş evirdiği, çok eskiden gelen ve kendi yapısına sinmiş, malzemenin niteliğini de içeren bir tekniktir. Örneğin, bir porselen ustası çamurunu oğluna kullandırmaz, torununa ayırır çünkü oğlu da zaten büyükbabasınınkini kullanıyordur. Çamur bile aktarmalar içinden gelir; çünkü kendi kendine mayalanma süresi vardır. Zanaatkarın eksikliğiyse onların küçük bir özrü olan "bilmişlik". Mimarla, sanatçıyla, tasarımcılarla iletişim kurarken sıkıntı çekiyorlar. Onların kendilerinden iyi bilemeyeceğine eminler. Bu bilmişliğin ileri safhaya gidip arıza haline gelmesinin, oldukça önemli olan iletişimi tamamen koparma tehlikesi var.

DD: Peki çalışmalarınızın mekansal çeşitliliğini bahsettiğiniz gezilerinize göre mi belirlediniz ya da neye göre belirliyorsunuz? Çünkü Bodrum Tasarım köyü haricinde, Mardin ve Yesemek'te de çalışmalarınız var. Bu çeşitliliği artırmayı planlıyor musunuz?
FM: Coğrafyanın her zaman için "tarihsel coğrafya" olarak ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Bunu yaparken tarih ile tasarım arasındaki ilişkiyi de düşünmemiz lazım. Medeniyetlerin kuruluş ve yıkılışları ortak yollardan geçmiş. Bu ortaklık ve orada bulunan teknik, o toplumun içinde bulunduğu alet, edevat, icat paketi; tarihsel devrimlere, yani bir çağı kapatan bir çağı açan devrimlere bakmayı zorunlu kılıyor. Bunun arkasında toplumu götüren itici güç olan kültür var. Bu parametrelerin hepsi birden içinde bulunduğu coğrafyayla birlikte insanın evrilmesinde işe yarıyor. Antropolojik açıklamaya girmeden; Orta Asya kuraklığı, Hunları Orta Asya'dan ötelere götürdü, örgütlü toplum yapısı geldikleri coğrafyadaki niteliği dönüştürdü ve içinde bulundukları tekniği bir evreden bir başka evreye taşıdı. Benim de tarihsel yerlere karşı bir eğilimim var. Özellikle bu coğrafyada tarihin çok büyük bir hazineyi, çeşitliği barındırdığını ve evrilen, çeşitlenen medeniyetleri içerdiğini gördüm. Oralar toplumun döl yatağı, üretimin en fazla olduğu yerler. Mesela Midyat; medeniyetler beşiğidir, birbirinden farklı renkler bir arada durur. Mesela Yesemek, Göbeklitepe, Karya bölgesi... Bu çeşitliliği arttırmak için gözünüzü kapayıp seçebilir, arttırabilirsiniz, Amasya'ya da gider, Karadeniz'e de. Buraların seçilme sebepleri bu ortaklık, ama aynı zamanda birbirlerinden çok farklı yerler. Göbeklitepe'nin bulunmasından sonra tarihin yeniden yazılması gerekti mesela, Mezopotamya farklı, Yesemek, Karya çok farklı bölgeler. Karya'yı seçmemin nedeni dediğim gibi, orada toplumu değiştirici başka aktörlerle sık karşılaşma ve rahatlıkla üretim yapabilme imkanımdır. Orada yaratacaklarımız diğerlerine emsal olacak.

DD: Bu aktörlerle mekanları, coğrafyayı birlikte düşünürsek; çalışma yaptığınız yerlerde bir fark yaratabildiğinize inanıyor musunuz? Bulunduğu alana katkısından ya da katılımcılarda hem kendi üretim pratiklerine hem de coğrafyaya karşı bir farkındalık yaratmasından söz edebiliyor musunuz?
FM: Bundan sonuç aldığımı söyleyemem açıkçası. Ancak benim sıkı bir yapım var, işin ucunu bırakmam. Midyat'ta yerel yönetimi, merkezi yönetimi, belediyeyi, kaymakamlığı, valiliği ve Ankara'yı, hepsini birden ikna edip yol almamız gerekiyordu; bu iki buçuk yılımı aldı ve henüz elde bir şey yok. Ama biz yolculuğa devam ediyoruz. Oradan Artuklular, Urartular, Osmanlı, Süryaniler, Roma geçmiş; bu kadar büyük medeniyetlerin kuruluşları ve yıkılışlarının bir sürü etkileri var coğrafyada. Orada gezerken nesneleri, binaları görmüyorum ben; bir ruh halini, o değişen ruhları görüyorum. Sokak aralarında, taşıdığı değerlerin hepsi gözüküyor, ruhlar oradan oraya kaçışıyorlar. Bu değerleri ortaya çıkarmak istiyoruz.

fotoğraflar: karya akademi

DD: Midyat, ekonomik kalkınmaya da ihtiyaç duyan, oldukça göç veren bir yer. Bunun genellikle para akışını sağlayacak büyük firmaların yerel piyasaya girişiyle yapıldığını, sistemin bu şekilde işletildiğini biliyoruz. Oysa Midyatlıların sermayenin gelişinden ziyade yerel üretim olanaklarının arttırılmasını talep ettiklerini, "biz ne yapabiliriz?" diye sorduklarını belirtmiştiniz daha önce. Kültürün içinde var olan üretim gücünün arttırılması ya da bu yaklaşımı yaymak, içinde bulunduğumuz ekonomik sistem içinde ne kadar rasyonel? Yapılabilir mi?
FM: Doğru. Yapılabilir, en azından yapılacağına inanıyorum. Yerelliğe inanıyorum. Yerelliği yıkan şeyler var evet; dıştan gelen akımlar, işgaller çok baskınsa orayı öldürebiliyor, medeniyetlerde de bunu gördük. Bunun bir örneği de Bodrum. Eski Bodrum şimdikiyle ilgisi olmayan, balıkçısıyla, mandalinacısıyla, güzel kent dokusuyla yaşayan Bodrumdu. Eğer Simni adasına gider, manzarayı görürseniz eski halini düşleyebilirsiniz. İstanbullularla, Ankaralılarla birlikte gelen yapılaşma dokuyu, politikayı, ekonomiyi, imar planlarını değiştirip modern Bodrum'u üretti. Bu değişimin arkasında turistik yatırımlar, büyük marka oteller var ve oraya hala yatırım gelsin diyoruz. Ama Midyatlı, Yesemekli yatırımın gelmesini istemiyor. Çok haklılar çünkü öldürüyoruz onları. Biz tasarımı aynı zamanda kentsel tasarım, sosyal ve ekonomik yenilik olarak da düşünüyoruz ve Midyat için yapmaya çalıştığımız sosyal dönüşüm projesi de var. Dolayısıyla ben onları, onlar da beni yakaladılar; yerel halk tarafından isteniyoruz, "gelin" diyorlar. Ve o kadar da güzel söylüyorlar ki "elimizi tutun" değil, "biz elimizi verelim" diyorlar. Bu çok farklı bir şey, "size el vereceğiz" diyorlar. Dolayısıyla böyle düşünen yerel insanlarla beraber başarabileceğimize inanıyorum. Midyat'ta; özellikle Süryaniler gibi, etnik ve mezhep nedenleriyle evlerini terk edenlerden geriye kalan metruk yapılar var. Sahiplerini geri getirmek kolay olur mu bilmiyorum ama mülkiyetleri hala kendilerinde ve orada yaşayan komşularına, akrabalarına satma ihtimalleri var. Eğer biz oranın kentsel tasarımında da devreye girebilirsek imarda büyük yatırımlara olanak vermeme, küçük parçaları küçük işletmeler halinde yürütebilme imkanımız olur. Oranın insanları, zanaatlarıyla yaşayan aziz insanlar. Küçük aile işletmeciliği yapıyorlar ki bu kendine yetme işidir. Kendine yetmek peynirini kendin üretmek, evini kendin inşa etmek, taş ocağını taştan yapmak, çömleğini çamurdan yapıp pişirip kullanmak demek. Ege bölgesini ailemden biliyorum. Annem, annesinden kalan, kendi yetiştirdiği ipek böceğinden çektiği ipekle dokuduğu kumaştan yaptığı bir elbise giyerdi. Bu Anadolu'da da vardır. Bu insanlarda el sanatı, tasarım geleneği var. Dolayısıyla Midyat’ın kendi yapısı içinde iki yüz civarında pansiyon-ev düşünsek, kültür turizmini tetikleyebiliriz. Bu şartlara lüks turizm gelmez, ben de gelmesini istemem zaten. Ama kültür insanları ve muhtelif dinler nedeniyle inanç turizmi olabilir. Ayrıca zanaatkarların, bakırcıların, dokumacıların olacağı bir sanayi mahallesi de planlıyoruz. Bir de sanatçı misafirhanelerini çok önemsiyorum. Sanatçılar bir toplumda dinamiği sağlayan esas aktörler, onların olmadığı bir toplum hiçbir şeye benzemiyor ve o insanlar da yalnız binalara gelmiyorlar. Bugün Zaha Hadid'in Haydar Aliyev Kültür Merkezi binası bana göre boştur, o toplumla hiçbir alakası yoktur, onun içini dolduramıyorlar. Ama mesela Berlin'de kentsel mekanlar gerçekten kullanılır, toplumun içi doludur ve kentin içinde çok güzel yaşarlar. Dolayısıyla bunu, insanlığın geleceği diye varsayıyorum. Projelerin altyapısını Karya Akademi'de kuruyoruz. Kısacası dört başı mamur planlı bir iş yapmaya çalışıyoruz. Aktörlerden olumlu işaret alıyorum, planlamayı da böyle yapıyorum. Biz kırsal kalkınmayı planlamazsak ve yenilikçi teknikler getirmezsek kentsel dönüşümü kavrayamayız. Kentsel dönüşümün hazırlığı sırasında yerel yönetime, merkezi yönetime, GAP idaresine sundum bunu. Onlar da buna inanıyorlar. Şimdi bürokrasiyi aşmaya çalışıyoruz.

DD: Zanaatı yeniden merkeze koymanın, değerini hatırlatmanın altını çiziyorsunuz. Ancak sonuç ürünleri, tam da bahsettiğiniz kıymetten ötürü belli bir alım gücünün üzerinde olan insanlara hitap eder hale geliyor, mekansal ya da maddi erişilebilirlikleri oldukça az. Karya Akademi'de bu erişilebilirliği ve sürekliliği sağlama yöntemlerini düşünüyor musunuz?
FM: Haklısın. Tasarım, endüstri devrimiyle beraber ortaya çıktığında, endüstrinin kullandığı, üretimle tüketim arasına gelen bir aktördü. Daha sonra kopya ve iletişim teknolojileriyle beraber tasarımcının bayrağı biraz düştü, ardından da tasarımları kullananlar onları seçmeye başladılar. Tasarım, beyaz insanlara ait, seçkin bir öğe olmaya başladı ve bu da fiyatları yükseltti. Ama örneğin biz, Koleksiyon'da hacimli bir iş yapıyoruz. Üç beş kişiye değil, binlerce insana ulaşıyoruz. Daha önce yaptığımız çalışmalardan biliyoruz ki halkla ilişki kurabiliyoruz. Çünkü girdiğimiz fabrikanın güvenlik odasına da mobilya veriyoruz, genel müdürünün odasına da. Bizim Karya Akademi'deki üslubumuz da bu: Ulaşılabilir olacak ve kullanabileceğimiz malzemenin seçkinliğiyle maliyeti dengeli olacak. Ama elbette şalda, yumuşaklık için kaşmir ya da merinos kullanacağız, orlondan bir şal yapamam. Doğal malzeme kullanmak zorundayız. Fakat ticari zinciri örgütlerken aradaki bazı aktörleri kaldırırsak, daha basit bir biçimde, web üzerinden ve doğrudan üreticiden ya da kooperatiften satabilirsek yükü hafifletebiliriz. Mesela halı ve kilimde büyük toptancılar ürünleri yaptırır, depolar ve mağazalara satar, mağazalar da halka satar. Zincir bu denli büyük olmak zorunda değil. Ayrıca biz bir vakıfız ve vakıf kar merkezli değildir, dolayısıyla bunu kırabileceğimizi tahmin ediyorum. Tasarımcı için ayrılan telif hakkı da küçük bir maliyet getirecek ama orada da bir dengeyi bulacağımızı tahmin ediyorum.

DD: İleride bir akademiye bağlanarak eğitim programı olmak da planlarınız arasında. Meslek pratiği ile akademi arasında bir kopukluk var zaten, siz bunu bir de üretim ve zanaat odaklı olarak kurgulamak istiyorsunuz, bunun sistemini nasıl kuracaksınız?
FM: Bunun sistemi herhalde benim genlerimden gelecek çünkü ben bir dikiş makinesinin çağanozunu söküp takabilirim, bir kalınlık makinesinin bıçaklarını takabilir, ayar yapabilirim. Böyle yetiştim, üretimle ilişki kurmuş bir insanım. İnsanların da üretimle ilişki kurmalarına yardımcı olabilirim. Üretimle ilişki kuran insanların başarılarına inanırım. Ülkemizde sanat okulları vardı, köy enstitüleri vardı, Almanya'da Wiemar, Bauhaus okulu vardı, kapanmış olsalar da bunların hepsi başarılıydı. Bu örneklere de bakınca bunun başarısına inanıyorum ve disiplinlerarası olması konusunda da içim rahat. Çünkü gördüğüm kadarıyla bir camcı seramiğe, bir ressam ya da heykeltıraş keçeye çok yakın; olayın doğası buna müsait.

Bizim tüm yapacağımız doğasını serbest bırakmak. Kendi deneyimlerimden bir örnek vereyim; ata binmeyi seviyordum fakat hocam belli bir kalitede binebilmem için eğer ve koşumlarla çalıştırıyordu. Öğrenme süresinde ben o noktaya gelemeyince eğeri kaldırdı, eğersiz bindim; başlığı kaldırdı, "saçından tut" dedi, sadece gemi verdi. O zaman at da ben de disipline girdik. Bunu neden örnek verdim; tasarımcıların, zanaatkarların ve sanatçıların sahip olduğu bir koşum var, atın üstündeki eğer, dizginler, gem, üzengi gibi. Bunlar kalktığı zaman, başka türlü bir geçiş oluyor. Disiplinlerarasından disiplinlerüstüne geçmek yaratıcılığı tetikliyor.

Frank Gehry, Bilbao Müzesi'nin tasarım sürecinde birtakım şeyleri buruşturup karıştırıp bir şekle ulaştırdığını anlatır. Önce yapıyor, üretiyor sonra bakıp yerleşiyor. Buna mimarlık eğitiminde izin verilmez, ama bu kısıtlama ne kadar doğru bilmiyorum. Alfa nümerik eğitimde, 150 metrekare büyük salon, 800 kişilik konferans salonu, şu kadar fuaye diye bir program verilir; araziniz bir dönüm, %30 imar hakkı var, TAKS ve KAKS şudur denir. Bu kadar sayısaldan başladığınız zaman yapılacak şeyin yaratıcı olma şansı azalır. Hele buna bir de karlılık, yararlılık, işlev öğeleri geldiğinde iyice çöker, anlamını yitirmeye başlar. Oysa bu anlamlar büyük anlamlardır. Bugün Türkiye'de bir yapının biçimindeki anlamını konuşuyoruz halbuki bir yapının manası önemlidir, nesnesi değil. Var olduğu değil, bıraktığı alan önemlidir ve kenti, dokuyu oluşturan onlardır. Benim de zaten peşinde koştuğum şey bu, işin doğası. Dolayısıyla onun doğası ile beraberken kendiliğinden ortaya çıkma potansiyeli olduğunu biliyorum, bu anlamda sıkıntı çekeceğimi zannetmiyorum. Peki kolay olacak mı? Elbette hayır.

Etiketler:

İlgili İçerikler: