Bilinç Kurgu 2

AVŞAR GÜRPINAR

Birinci bölümde, geçmişin kavramlarından bahsederken onları bugünün tanımlarıyla tartışmanın bizim için yanıltıcı olabileceğinden bahsetmiştim. Şeyler her zaman şimdi oldukları gibi var olagelmediler, bundan sonra da hep bugünkü gibi var olagelmeyecekler. Bu sadece bu çağın gerçek-sonralı, alternatif gerçekli yapısından kaynaklı bir hal değil, belki bir ihtimal insan hayatı ile tarih arasındaki zamansal orantısızlıktan ortaya çıkan bir durum olabilir.

Geçen hafta masada oturmakta olan aile, halen orada oturmaya devam ediyor. Bu sefer önlerindeki masaya, altlarındaki sandalyelere ve diğer mobilyaya bakalım:

Masa, bizim için çok doğal bir mobilya. Evde IKEA’dan seçtiğimiz plakaya ayaklarını vidaladığımız haliyle, işte ağır, kaba ve donuk duruşuyla, kafede üçüncü nesil kahve dükkanı konseptine uygun bir metal gövde ve sıralı kalas yüzeyiyle sürekli karşımızda, onda yadırgadığımız hiçbir şey yok. Artık akşam yemeklerimizi kucağımıza alıp1 40 dakikalık Amerikan dramalarının ilk 20 dakikasında tüketiyor olsak da masa başında maaile yemek yemek bizim için son derece kanıksanmış bir durum. Peki masa başında yemek yiyen aile resmini ne kadar geri götürebiliriz? Tam bir tarih vermek zor olsa da 1950’lerden önce Anadolu’da herhangi bir evin kapısını çaldığınızda masada analı babalı, çoluk çombalak bir akşam yemeğine buyur edilebilme ihtimalinizin sıfıra yakın olduğunu söyleyebilirim.2 Hatta İstanbul’da bile böylesi seküler ve möbleli bir kurgunun kentin tarihiyle kıyaslandığında yepyeni bir fenomen olduğu iddia edilebilir.3 Ve hatta hatta masa bu coğrafyaya gireli 200 sene4 bile olmadığını hatırlatayım. Şimdi bu bilgiyle, o meşhur dizide Topkapı Sarayı’ndaki masasının başında büyük bir ciddiyetle çalışan Kanuni Sultan Süleyman’a yeniden bakalım.

sarayın iç mekanından bir görünüş, birinci bölümdeki ailenin sofrasıyla karşılaştırılarak
topkapı sarayı
topoğrafyası üzerine yayılmış topkapı sarayı
kubbealt, divan-ı hümayun
sultan 3. ahmed, 1927 yılında topkapı sarayında hollanda elçisi cornelis calkoen'ı kabul ederken; jean baptiste vanmour (1671-1737), 1927, yağlıboya, 90x121cm, rijksmuseum, amsterdam

Topkapı Sarayı, topoğrafyası üzerine yayılmış, neredeyse onun üzerine battaniye misali örtülmüş, dışarıdan sadece bir kulesi görünen, neredeyse mütevazı denilebilecek bir saray. İç mekanları süslemece bonkör, mobilyadan ise eser yok, zira 15. yüzyılda onu inşa eden akılda böyle bir eşya yok. Dolayısıyla iç mekanlardaki tüm oturma, yemek yeme, uyuma, depolama alanları ya duvarlara gömülü ya da onların mekana olan uzantıları olarak var oluyor. Şiltelerin, döşeklerin, örtülerin konduğu dolaplar duvarların içinde, üzerine oturulacak, gıybet ya da savaş planları yapılacak divanlar duvar boyu gitmekte, mobilyaya benzeyen tek eşya taht, o da bir koltuktan ziyade gelişkin bir divan-pavyon-cibinlikli yatak karışımını andırmakta.

Dördüncü Murat bile misafirlerini böylesi alabildiğine de-mobil5 bir mobilya üzerinde karşılar ve ağırlarken kentin ve imparatorluğun geri kalanında farklı bir uygulamanın var olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Rumeli ve Anadolu’nun dört bir yanındaki evler, hacim ve süsleme bağlamında olmasa da iç mekan kurgusu ve ev haline karşılık gelen eşyalar bağlamında benzer bir konfigürasyona sahipti. Tam anlamıyla bir yaşam odası (living room) olan sofa, soba merkezli bir alan olarak oturma, uzanma, yemek yeme, uyuma ve depolama işlerinin tümüne yanıt verebiliyordu:

“Köylerde son yıllara kadar varlığını devam ettiren duvarların ahşap bölmelerine yapılan oyma ve çıkma rafların dolaplara (Anadolu ağızlarında en yaygın adlarıyla terek ve sergen) dönüşmesi mobilyanın da başlangıcını oluşturur.” (Emiroğlu, 2001:154)

“Kırım Savaşı sırasında İstanbul’a gelen İngiliz ve Fransızlar, 1853-55 yıllarında yapımı tamamlanan Dolmabahçe Sarayı’nın etkileriyle, Osmanlı ülkesinde Avrupa tarzı mobilya kullanımı ivme kazanmıştır.” (Emiroğlu, 2001:152)

Topkapı Sarayı’nda yüzyıllar boyunca sürdürülen pratik, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki modernleşme çalışmaları esnasında son bulur. Saltanatın deniz gören bir saraydan denize sıfır bir saraya taşınma isteği doğrultusunda Dolmabahçe Sarayı’nın yapımına başlanır:

Dolmabahçe Sarayı’ndan önce aynı konumdaki Beşiktaş Sarayı, Sultan Abdülmecid (hüküm süresi 1839-1861) tarafından, kullanışsız olduğu gerekçesiyle 1843’te yıktırılır. Aynı yıl, Garabet ve Nigoğos Balyan tarafından tasarlanan sarayın temelleri atılır ve yapı 1856’da tamamlanır. Mabeyn-i Hümayun (Selamlık), Muayede Salonu (Tören Salonu) ve Harem-i Hümayun (Harem) adlı üç kısımdan oluşan Dolmabahçe Sarayı, iç ve dış cepheleri ve süslemelerinde dönemin Batılılaşma eğilimi doğrultusunda neo-barok üslubuna sahip olmakla birlikte, plan düzleminde büyük bir Türk Evi’ni andırır. Hakim süslemeler doğrultusunda seçilen mobilyalar rokoko üslubundadır, iç mekanlar Batılı saraylara uygun olacak şekilde düzenlenir. Dolmabahçe Sarayı’nın mobilyalarının bir kısmı Avrupa, ABD ve Uzak Doğu’dan getirtilir; bunun yanı sıra birçok mobilya da o dönemde Galata, Pera ve Nişantaşı’nda bulunan Narlıyan, Psalty, Hakkı Usta, Mora Biraderler, Refik Bey Marangoz Fabrikası gibi mağaza ve imalathanelerden alınır. Dolmabahçe Sarayı iç mekan düzenlemeleri ve mobilyaları, Tanzimat sonrası Batılılaşma döneminin en önemli örneklerinden biridir. Saray, Batılı tabir edebileceğimiz anlamda mobilyanın ilk kez iç mekan içine girdiği, yapının içinde, onun bir parçası/uzantısı olarak var olan oturma, çalışma ve depolama birimlerinin ilk kez yapıdan koparak kelime anlamını karşılar şekilde mobil hale gelişinin ilk örneklerinden biri olarak kabul edilebilir.6 (Türkiye Tasarım Kronolojileri, 2016)

Dolmabahçe Sarayı ile şehre -ve imparatorluğa- giriş yapan mobilyalı, çalışma odalı, kütüphaneli yaşam tarzı, çok ağır ve dönüşerek de olsa kendini kabul ettirir ve dolaylı olarak tüm toplumu dönüştürür. Bu dönüşüm özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra büyük bir arzuyla, koşulsuz şartsız ve tüm hatlarıyla kabul edilen “Batılı yaşam tarzı” ile tüm ülkeyi etkisi altına alacaktır.

Uzun süredir uzak kaldığımız ailemiz çorbalarını içti, ana yemek olan kuru fasulye ve pilavlarına başlamazdan önce7 sandalyelerinde şöyle bir kaykıldı.

“Sandalyenizde kıpırdayıp durmayın, sizi gaz çıkarıyor veya çıkarmaya çalışıyor sanırlar; yutamadığınız parça olursa arkanızı dönüp yavaşça çıkarın; sofraya oturur oturmaz ellerinizi tabağa daldırmayın.” (Erasmus’tan aktaran Emiroğlu, 2001:98)

Mobilyanın toplum hayatına girişiyle birlikte ona eşlik eden bir kültür, mobilyanın nasıl kullanılması gerektiği bilgisi de ithal edildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde (az evvel bahsettiğimiz modernleşme çabalamaları sırasında) oturmanın kalkmanın, yeme içmenin ve her türlü davranışın nasıl olması gerektiği bilgisi çeşitli kitap ve rehberler vasıtası ile halka anlatılmaktaydı.8 Dolayısıyla nesilden nesle aktarılan (ille de aktarılmak zorunda değildi elbette) yaşama bilgisi kesintiye uğramaya başladı. İnsanlar -ve ilk yazıdan beri bize eşlik eden ailemiz- sandalyede kaykılıp kaykılmayacaklarını, koltukta nasıl oturacaklarını, nesneleri nasıl kullanacaklarını kısacası nasıl yaşayacaklarını üst nesillerden sözlü olarak aktarılan bir bilgi olarak değil, bir dış sesin onlara açıklamasız bir biçimde dayattığı kurallar bütünü olarak öğrendi.

Sözlerime burada son verirken, olgu ve kavramların şimdiki (nesnel ve/veya gerçek kabul ettiğimiz) hallerinin ancak belli bir zaman aralığında -o da alabildiğine muğlak bir şekilde- var olup, ancak belli bir zamana kadar geriye götürülebileceğini, kritik bir eşikten itibaren ise -ki her kavram ve olguya göre değişmektedir bu noktanın nerede olduğu- artık fenotipi değil genotipi9 farklı, aynı parametrelerle değerlendirilip aynı kefeye konamayacak haller aldıklarını anlatmaya çalışıyorum. Dolayısıyla sadece geçmişi düşünür ve değerlendirirken değil, geleceği tahayyül ederken de yeni bir genotipe geçilebilmesi ihtimali, yani hiçbir kavram ve olgunun ezelden beri var olmadığı gibi ebediyen de var olamayacağı akılda tutulmalıdır.

NOTLAR
1 Bugünün yetişkinleri yemeğini tepsiye alıp televizyon karşısına geçebiliyorsa bu, 90’ların çocuklarının sabırsız, ısrarcı ve özverili çabaları sayesindedir.
2 “Mobilyada seri üretim yapan şirketlerin kurulması ve çam, sunta (1954’de Kerimol kardeşlerin İstanbul, Kartal’da kurduğu fabrikada, orman artıklarının sıkıştırılmasıyla üretildi; adını suni ve tahta sözcüklerinin birleştirilmesinden alır, ilk renkli sunta da aynı fabrikada 1972’de üretilip satışa çıkarıldı), formika (fenol formol reçinesine bastırılmış, yüzeyi yapay reçineyle kaplanmış kağıt tabakanın İngiltere’deki ticari adı Formica’dan) gibi dönem dönem moda olan yeni malzemelerin kullanımı ve ‘modül’ uygulamasının başlamasıyla evin en değerli işli yatak takımları, yastık ve şilteler, seccade ve havlularla döşenmiş misafir odasının yerini salona bırakması çakışınca, ev hanımları radyonun, televizyonun, sehpa ve masaların üstünü el işleriyle donatsalar da, yeni tarz teşrifat kendini kabul ettirdi.” (Emiroğlu, K., 2001. Gündelik Hayatımızın Tarihi,153-4.).
3 Tanyeli, U., 2014. “Osmanlı Barınma Kültüründe Modernleşmenin Öntarihi: Yeni Bir Simgeler Dizgesinin Oluşumu”, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları: Ankara.
4 İstanbul üzerinden Türkiye’ye Avrupa tipi mobilya diyebileceğimiz -yani gerçekten mobil olan- masa, sandalye, sehpa, koltuk, dolap gibi eşyanın ilk girişi 1843 yılında yapılan Dolmabahçe Sarayı’nın iç mekanları için verilen siparişler yoluyla olmuştur.
5 Mobilya hareketli olmadığından onun seçim, alım, yerleştirme biçimleri üzerine konuşmak ve tartışmak da pek mümkün değildir. Halbuki Baudrillard (2010), tam de bu eylemlerin sosyal ve kültürel bazı meselelerin ipuçlarını veriyor olabileceğinden bahseder: “Eşyaların yerleştirilme biçimi belli bir dönemin aile ve toplum yapılarını neredeyse olduğu gibi yansıtabilir. Bir burjuva evindeki eşyaların yerleştirilme biçimi ataerkil bir aile tipine özgü olup salon ve yatak odasının birlikte değerlendirilmesi gerekir. Değişik işlevlere sahip olmakla birlikte böyle bir eve yakışan mobilyalar genellikle büfe ya da yatağın çevresine yerleştirilmektedirler. Genelde bu evin hemen her yeri eşyayla doldurulmakta, işgal edilmekte, kısaca eşyalardan oluşan bir duvar örülmektedir. Yerlerinden kımıldamayan bu eşyaların sahip oldukları tek işlev, ev sahibinin toplumdaki hiyerarşik konumunu sergilemektir.”
6 Arıburun, L. N. Ece, (2002). “19. yüzyıl Osmanlı Saray Mobilyaları: Batılılaşma Etkisi ve Biçimsel Açıdan Yemek Kültüründeki Değişim Süreci” (doktora tezi), sf. 92-93. İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul.
7 Üç öğün yemek kavramının ortaya çıkış ve gelişiminin tarihine girmeyecek olsam da her şey gibi onun da oldukça yeni olduğunu söyleyebilirim.
8 Osmanlı devrinde modern bir aile hayatının tarifi için Rehber-i Umur-u Beytiye (Mehmet İzzet, 1903-11, İstanbul), Mirat ül-Beyt gibi ansiklopedi ve kitaplar yayınlanıyor, bunlar insanlara barınma ve ev işleri yanında toplumsal rol, görev ve sorumluluklarını da yazılı ve görsel olarak tarifliyordu.
9 Genetiği aynı, görünüşü farklı; temeli eş olup her örnekte özellikleri farklılaşan çeşitlemeler değil, en başta genetik yapısı birbirinden farklı olan.

Etiketler:

İlgili İçerikler: