Mimarlığı Temsil Edilmeyenin Semptomu Olarak Okumak

KORHAN GÜMÜŞ

Ferdinand de Saussure'ün geçen yüzyılın başında Cenevre'de verdiği derslerin notlarından öğrencileri tarafından derlenen “Genel Dilbilim Dersleri” başlıklı kitabın o zamana kadar yaygın kabul gören platonik gösterge kuramıyla bir kopuş yarattığı söylenebilir.

Ona göre gösteren (signifiant) ile gösterilen (signifié) arasındaki ilişki, nedenli olmadığı için toplumsal bir konsensüse dayanır. İnsanların anlaşabilmesi için bu ikisi arasındaki ilişkinin kolektif bir alanda tanımlanmış olması gerekir. Saussure bu ilişkiyi açıklarken gösterge (signe) adı verilen birimin her iki tarafının, yani gösteren ve gösterilenin sanki “iki ucu sivri bir ok” gibi birbirine bağlanmasından ibaret olmadığını söyler. Örneğin ağzımızdan çıkan ses, yani gösteren, ses imgesine; gösterilen ise nesne imgesine bağlanır. Dolayısı ile göstergenin her iki tarafının da imgesel olduğunu belirtir. Göstergenin anlaşmayı sağlayabilmesi için imgelerin birey-ötesi, kolektif bir bağlamının olması gerekir.

Bu tezin daha kapsamlı bir yorumu sembolik faaliyetin gerçeği temsil etmediği, gerçek hakkında bize bilgi vermediğidir. Gerçek ile ilişki dolaylıdır, gerçeğin kendisine ulaşmak imkansızdır. Örneğin “şehir” sözcüğü yalnızca bir ses değildir, anlaşmak için kolektif bir şekilde benzer sesleri birbiriyle ilişkilendiren bir ses imgesidir. Gösterilen de, aynı şekilde nesne değil, nesne imgesidir. Gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki zihinseldir. Örneğin şehri, kolektif alanı dil aracılığıyla bir şey gibi gösterebilir, kavramaya çalışabiliriz. Ama bir şey gibi inşa edemeyiz, yeniden üretemeyiz. Ancak onunla etkileşimli, ilişkili bir deneyim içinde "şehir" hakkında bilgi sahibi oluruz.

Burada kısaca özetlemeye çalıştığım bu “saussure’cü tez” birçok güncel siyaset bilimi çalışmasında olduğu gibi, şehircilik deneyimlerinde, mimarlık kuramında da önemli yer tutar.

Burada ben de bir gözlemimi aktarmak istiyorum. Yıllar önce, Anıtkabir’deki müzede "Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar" başlıklı vitrinde Saussure'ün (ya da kendisine referanslar olan) kitabı açık vaziyette sergileniyordu. Fransızca bir kitaptaki kırmızı kalemle işaretlenmiş bölüm benim de dikkatimi çekmişti. Tahminime göre 1930'larda Atatürk, birçok devrimci gibi bu teze, dilin birey-ötesi bir yapı olduğuna itirazlarını, kırmızı kalemle koyduğu ünlemlerle dile getirme ihtiyacı hissetmişti. Aynı ihtiyacı, birbirinden haberi olmadan, tahmin ediyorum ki Türk Dil Kurumu çevirmeni Berke Vardar da hissetmiş ve bir yıldız koyarak bu tezi dip notunda eleştirmişti. Bir de bunun karşıtı bir pozisyonun olabileceğini biliyoruz: Eskiyi kalıplaştırmak, kolektif olanı zorlama ile muhafaza etmeye çalışmak. İnsanlar arası ilişkide üretilen kolektif bilgiyi, zor kullanarak prototipleştirmek, kalıptan çıkmış gibi tekrarlamak. Bu durumda biçimleri, görünümleri aynı bile olsa, "koruma" fikrinin artık konu aldığı bilgi ile bir ilgisi kalmış olabilir mi?

Örneğin Tarihi Yarımada’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı “Koruma Planı” raporunda dile getirildiği gibi, “Sahici İstanbul’u inşa etmek.”

Bu durumda muhafazakarların, yani kolektif olanı tanımlama, yeniden inşa etme gayretlerini bu “saussure’cü tez” açısından nasıl yorumlayacağız? Daha açık söylersek, bu tez açısından baktığımızda devrimcilerle muhafazakarlar arasında bu açıdan bir fark var mı? Bu konuyu tartışmak için kısa bir süre önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Yerel Yönetimler Sempozyumu'nda yaptığı açılış konuşmasının önemli ipuçları taşıdığını düşünüyorum.

“İstanbul'da geçtiğimiz hafta Mimar Sinan günü vesilesiyle, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanımız ve ilgili arkadaşlarla bir araya geldik. İstanbul'umuzda da tarihi dokuya, çevreye aykırı olan hiçbir yapılanmaya izin vermeyeceğiz. Dikey mimari yerine, İstanbul'un dokusuna uygun yatay mimariyi esas alacağız…” Davutoğlu şöyle de diyebilirdi: “Bunca yıldır ilgili kurumlar, kişiler görevlerini ihmal etmiş. Tarihi dokuya, çevreye aykırı yapılar yapılmış. Ben de işlerimin yoğunluğu nedeniyle, Mimar Sinan Günü’ne gelene kadar bu şehirde olup biteni fark etmemişim. Bundan sonra bu tür gelişmeler asla olmayacak…” Davutoğlu açılış konuşmasına şöyle devam etmiş: “Bütün tarihi dokuyla bezenmiş şehirlerimizin hepsini kendi özgün mimarisiyle koruyup, geliştireceğiz. Şimdi de TOKİ eliyle yapılan yeni binalar için şehrin tarihi mimarisine uygun olmayı şart getirdik. İnşallah TOKİ artık şehirlerimizin tarihi mirasına uygun binalar inşa edecek. TOKİ Başkanımıza ve ilgili arkadaşlarımıza net talimatlar verdim. Bizzat görmediğim hiçbir TOKİ projesi hayata geçirilmeyecek ve şehirlerimizde şehrin özgün mimarisine aykırı tek bir TOKİ inşaatı yapılmayacak.” Demek ki artık TOKİ projeleri Başbakan’ın önüne konacak, onun izin vermediği projeler yapılmayacak, TOKİ ya da Belediye Başkanı kendi başlarına hareket edemeyecek. Şöyle de söyleyebilirdi, örneğin: “Belediye Başkanı, TOKİ Başkanı, planlama bölümlerinde çalışan mimar ve plancılar, hatta meclis ve imar komisyonu üyeleri… Bunların görevlerini ihmal ettiklerini gördüm. Bundan sonra aldıkları kararları, yaptıkları planları ve projeleri denetleyeceğim. Benim bilgim ve iznim olmadan bu şehirde hiçbir plan, mimari proje yapılmayacak…”

Belli ki Davutoğlu’nun söylediklerinin siyasal bir arka planı var: “Şehirlerimizde mimariyi her yönüyle göz önünde bulundurmak, mekana yansıyan bir estetik oluşturmak bizim görevimizdir. Biz AK Parti iktidarları olarak şehirlerin tarihi kimliğinin bozulmasına asla izin vermeyiz.” Bu sözleri ciddiye alıp şöyle düşünebilirsiniz: “Mademki projeler onun önüne konduğunda şehir estetik kazanacak, tarihi dokuya, çevreye zarar verilmeyecek, peki o zaman Davutoğlu neden bu kararı almak ve bu sözleri sarf etmek için bunca yıl bekledi, şehirlerin mahvolmasına seyirci kaldı? Bunca kaynak boşa harcandı, değerler yok edildi?

Bu soruları sormak yerine bu sözleri ciddiye almayabilirsiniz. Örneğin yönetimler İstanbul’u korumak için birtakım tarihi binaların taklitlerini yaptırabilir ve böylece modernleşmenin şehirlerde yarattığı sorunu “ihya” çalışmaları ile çözdüğünü iddia edebilirler.

Ancak benzer sözleri çeşitli kereler, çeşitli biçimlerde duymuş olanlar, ne anlama geldiğini bilirler. Önemli olan sözlerin doğru ya da yanlış olması, başkalarının inanması veya inanmaması değil, nasıl bir işlev gördüğüdür. Kendisi de bunu hesaba katmıştır ve bunu bilerek konuşmaktadır. Bu koşullarda “söyledikleri külliyen yalan” demenin bir anlamı yoktur. Sözlerin bir tutarlılığa ihtiyacı bulunmaz. İşlevi farklıdır. Totaliter söylemin gücü doğruluğundan, ikna kabiliyetinden değil, ayrıcalık ve şiddet yaratmasından kaynaklanır. Bu yüzden otoriter söylem, sembolik işlevleri yerine getiren uzmanları, mimarları, plancıları kendilerine bağımlı hale gelen otomatlar gibi çalıştırır. Onlardan beklenen inanmak, ikna olmak değil, yalnızca itaattir. Çünkü itaat ikna olunarak değil, zor kullanılarak yapılan bir şeydir. Otoriter söylem, askeri yönetim tekniklerinde olduğu gibi temsil edenle temsil edilen arasında bir itaat (tekabüliyet) ilişkisi kurar.

Bu açıdan bakıldığında devrimcilerle muhafazakarlar arasında fark olmadığı söylenebilir. Devrimciler de, muhafazakarlar da birbirlerine karşıt gibi görünen simetrik pozisyonlarda, kolektif alanı şiddet yoluyla dönüştürmeye çalışırlar. Otoriter yönetimler kolektif alanların temsil edilebilir ve tasarlanabilir işlevler olarak, ayrı uzmanlık alanları içinde tanımlanabileceğini ve düzenlenebileceğini varsayarlar. Kolektif imgeleri yönetimsel sembolik alana eklemler, yeniden tanımlar, içerir ve dışlarlar. Otoriterliğin inşasında dilbilimsel bir şiddet kullanılır.

Örneğin Diyarbekir’in tarihi merkezi Sur’da top atışlarıyla tahrip edilen ve “acele kamulaştırma” kararı alınan yapılardan birinin sahibi olan kuruluşun yöneticisine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın üst düzey yetkilisi şunları söylüyor: “Acele kamulaştırma kararı işleri kolaylaştırmak için alındı. Siz merak etmeyin, gerekirse uygulanır.” Bu sözlerle ifade edilmek istenen nedir? “Ben yapılması gereken şeyi bilirim. Bildiğim için işimi kolaylaştırmak adına güç kullanırım. Size gelince, sizin merak etmenize gerek yok. Sizin yerinize ben düşünürüm. Sizin merak etme hakkınız bile yok.”

Otoriter kamu modeli, askeri yönetim tekniklerinden geliştirilmiştir ve kolektif dünyayı, şehri, mekanı kalıcı bir temsil edilen haline dönüştürmeyi amaçlar. Söylem, dilbilimsel bir şiddet uygulayarak temsil edileni temsil edene dahil eder, hiçleştirir. Kolektif alanı zorla kendi denetimi altına almaya çalışır, onun yalnızca kendi hayallerinden ibaret olmasını arzular. Otoriter söylemin arkasında gizlenmiş bir öznellik bulunur. Örneğin “tarihi çevreye uyumlu bir mimarlık” dendiğinde söylemin kritik işlevi bastırılır ve kurgu, her türlü içeriği keyfi bir biçimde tanımlayabilecek anonim bir kalıba dönüşür. Böylece temsil edilen artık yalnızca şiddetle tanımlanabilecek bir öznellik halini alır.

Disiplinci yönetim ile istisnacı yönetim pratiklerinin koalisyonuna dayanır, genellikle otoriter iktidar yapıları. Birincisi kolektif dünyanın temsil edilebilirliği fikrini üreten yönetimlerin şiddet pratiklerine dayanır, ikincisi bu koşulların yarattığı istisnaları yönetmeye. Bu yüzden totaliter söylem her zaman semptomatik bir okumaya ihtiyaç yaratır. Bu söylemi bastırılmış ve temsil edilmeyene dönüşmüş olanın bir semptomu olarak okumak gerekir.

Örneği herkes bilir: Sezar’ın da bütün dünyayı dize getirdiği ama bir tek Roma’ya sözünü dinletemediğinden yakındığı söylenir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: