Yeni Kamusallık, Neo Anıtsalcılık

LEVENT ŞENTÜRK

Ve bir devlet kültürü teşvik ettiğinde, “onu yalnızca kendini teşvik etmek için eder, asla kendi yararından ve varlığından daha üstün bir amaç olduğunu tahayyül etmez.” Gilles Deleuze. 2010. Nietzsche ve Felsefe. Çev. Ferhat Taylan, Norgunk, İstanbul. s. 143. (Tırnak içindeki bölüm, Deleuze’ün, Friedrich Nietzsche’nin Çağa Aykırı Düşünceler adlı eserinden yaptığı alıntıdır.)

İnsan olan değişmedi: tepkisel insan, köle, kendini Tanrı olarak tanıtırken köle olmaktan çıkmayan, kutsallık üretme makinesi. Tanrı olan şey de ondan fazla değişmedi: yine kutsal, yine Üstün Varlık, köle üretme makinesi.

A. e, s. 202.

Eskişehir’de kent merkezi, son yıllarda mekansal bakımdan büyük değişimlere gebe. Kentin gelişiminin belki çeyrek asırdan beri belirleyicisi olan kuzeybatı vektörü, güneyde Meşelik Ormanları’nın varlığı, doğuda Hava Kuvvetleri’ne ait üs alanı nedeniyle ortaya çıkmış bir kuvvettir. Bu vektörün rant bağlamındaki ilk merhalesi, 1990’larda Vişnelik Mahallesi’nin batıya doğru, Sümer ve Orhangazi Mahalleleri yönünde genişlemesiydi. Ardından bostanlar ve bahçeler üzerinde açılan Hasan Polatkan Bulvarı’yla beraber apartmanlaşma batıya yönelimini somutlaştırdı. Kent merkezinde TCDD ve Şeker Fabrikası arazileri kamusal anlamda kentlinin kullanımına kapalı iki büyük heterojen blok tanımlar. Bu bölgelerin, endüstriyel miras kapsamına girmeden, rezidans ve AVM odaklı kentsel dönüşümcülük tarafından asimile edilmesi planlarında bir yükselme var. Kent merkezindeki devlet binalarının boşaltılması ve yeniden işlevlendirilmeleri de gündemde. Merkezde ise, konut parseli ölçeğinde, özel girişimcilik aracılığıyla süregiden tekil ama sistematik yıkım ve yeniden yapım (dönüşüm) süreci son beş yıldır hiç hız kesmeden sürüyor. Merkezin hızlı soylulaştırılması, bazen “öğrenci kenti” bazen de “yaşanası Eskişehir” retoriğiyle pazarlanmaya devam ediyor. Kentteki iki üniversitenin kampüsleri çevresinde oluşan öğrenci mahalleleri veya gettoları, orta kalite yapıların ve zayıf sosyal çevrelerin oluşumuyla kendini gösteriyor. “Üniversite şehri” kavramının ete kemiğe büründüğü barlar sokağı ise, “özgürlüğün” kıpkısa bir sokak boyunca simüle edilmesinden öteye gitmiyor. Kent merkezinde bireysel araç sahipliği, 2000’li yılların başlarında yapılan tahminin iki katına ulaşmış olmasına rağmen, merkezde köklü bir seyrelme gerçekleştirilmesi ihtimal dışı görünüyor. Stadyum alanının “kent meydanına” (veya her neyse ona) dönüşümü yakın; bu da beraberinde kent merkezinde bir yeşil sürekliliği için yeni kapılar aralıyor. Kentte yeşil alanlardaki artış, kapalı sitelerin artışının kamusal tezahürü olmanın ötesinde değil. İki büyük kentsel park alanı tıpkı özel siteler gibi korunaklı ve hijyen/diyet/mülk manyağı yeni orta sınıflarının çıkarlarını pekiştirecek göstergelerle içerikleniyor.

Hızlı tren bağlantısının doğu - batı ekseninde tamamlanıp Ankara - İstanbul sürekliliğinin yeniden kurulması, Konya, Bursa, İzmir gibi yeni bağlantıların oluşmaya başlaması, demiryolunun yeniden tanımlanmasını beraberinde getirdi. Yemekli, içkili, güçlü yolculuk duygusu tümden ortadan kaldırıldı; yerine hızlı, ruhsuz ve güvenli tren yolculuğu geldi. Şehri doğudan batıya ikiye yaran hattın merkezdeki birkaç kilometrelik kesiminin yeraltına alınmasıyla beraber, Hatboyu da hızla soylulaşma yolunda ilerliyor. Bu alanın hemen kuzeyinde, Türkiye’deki sanayileşme tarihinin ilk temsilcilerinin yer aldığı fabrikalar bölgesi hızla rezidansların, lüks otellerin ve trend mekanların geçit resmine dönüşürken merkezdeki AVM’leşme ilk on yılını tamamladı. İlk nesil AVM’ler ticari açıdan işlevsizleşmek üzere. Kentlinin yaya merkezinin kuzeye doğru hareketi on yıllardır devam ediyor: Hamamyolu’ndan Doktorlar’a, Espark’a doğru. Bu durum kuzey çevre yolunun ötelenmesiyle yeni boyutlar alabilir kuşkusuz.

eskişehir, levent şentürk
fotoğraflar: levent şentürk

Porsuk Nehri’nin görsel sürekliliğinin sağlanmasının peşinden, sermayenin Porsuk boyunca şahlanmasının sürekliliği, Eskişehir’de gelecek on yılda yaşanacakmış gibi görünüyor. Kentin Kuzeybatı vektörünün yeni simgesi haline gelen Batıkent, yarım milyon liralık apartman dairelerini sıradan bir olgu haline getirdi bile.

Bütün bunlar olup biterken Eskişehir 2013’te Türk Kültür Dünyası Başkenti seçildi. Projenin kente somut katkılarından biri de Nasrettin Hoca Parkı oldu. Parkın girişinde, Anadolu’nun sözlü kültür tarihindeki en yakası açılmadık nüktelerin mal edildiği bu hayali kişiliğin adına yapılmış yeni bir cami de bulunuyor. Parkta iki “anıtsal” “bileşen” var. Biri, betondan yapılma, altı metrelik bir Dede Korkut heykeli. Geçtiğimiz yıl dikilmesine rağmen, elindeki beton değneğin koparak düşmesi hasebiyle, bu adı (Dede Korkut) fiziken de hak etmiş bir heykel bu. Diğer yapı ise Dede Korkut Oğuznamelerinin mermer levhalara çekiçle kazındığı bir anıt - duvar.

Yekpare afyon mermeriyle kaplı bu “şaheser” için “sağlam” bir bütçe ayrıldığı bir bakışta okunabiliyor: On iki Oğuzname’yi betimleyen el yapımı büyük çini levhalar, her destanın mermere harf harf oyulduğu onlarca metrelik kitabeler, masraftan kaçınılmadığının kanıtı. Anıtsal duvarın yüksekliği dört metreyi geçiyor. Destanları betimleyen çiniler, göz seviyesinin hayli üzerinde olduğundan “göksel” bir etki yaratıyorlar –amaçlanan da bu olsa gerek. Alt tarafta uzayıp giden metinler ise sözlü kültürün canlılığı ve kıvraklığı yerine bir anıt mezar etkisi yaratıyor. Daha çok erken İslam dönemine ait olan bu destanların, yüksek emperyal simgecilikle taçlandırılmaları; şadırvanın kullanımı veya başka mimari fragmanların neo - Osmanlı biçimciliğiyle harmanlanıp sunulması, anakronizmayı derinleştiriyor. (Orta Asya niredir; Kanuni dönemi nire...) Duvarın uzaktan algılanan boyutları ile çini figürlerin küçük ölçeği, görsel algıda tam bir tezat yaratıyor. Sonuç olarak bu yapının gelenekselcilik etkisi veren bir tür ekran veya pano olduğu söylenebilir.

Anıt, sadece yetişkin muhafazakarların göz (ve oy) zevkine hitap ettiği; çocukları göz ardı ettiği için, sözlü kültürü yüceltmek amacından sapıyor ve masraflı bir kiç haline geliyor. Parkın geometrik merkezine hegemonik bir dikeylikle yerleştirilmesi, konu edindiği on iki destanın levhalarının sekizinin eril savaş sahnelerine ayrılması gibi iki temel nedenle, fallik bir obje haline geliyor. Böylece, iletmeyi hedeflediği bütün olumlu değerlerin önüne geçerek faşizan, buyurgan bir toplumsal mesaj panosu olup çıkıyor: Sözlü geleneğinizi nasıl algılayacağınızı biz belirleriz. Dahası, parka koşmak, yürümek, doğayı solumak, çocuklarıyla oynamak için gelen sıradan kentliyi yabancılığıyla afallatıyor.

Oysa anıtsalcı dikeylikle vektörel şiddeti bu sertlikte kurmak yerine, bu mesajlar daha mütevazi, daha etkili ve daha ucuz, daha yaratıcı biçimde verilebilirdi; ki biz buna kısaca “kentsel tasarım” diyelim şimdilik... Destanlar, parkın zemininde muhtelif yerlere mozaikler biçiminde işlenebilir, parkın bütün peyzajı sözlü kültür temasıyla geliştirilebilirdi. Bu kadarını, kentsel tasarım bölümlerinin birinci sınıfında okuyan öğrenciler bile yapabilirdi. Böylece bütün organik malzeme, dilsel bir tasarım olarak yeniden üretilebilirdi. Parkcağız da, “sözel geleneğin gen havuzundan beslenen” benzersiz bir fantazmanın mekanı olabilirdi. Malzeme seçiminde, mezarlıklarda, hamamlarda yaygın biçimde kullanılan gri mermer yerine; traverten, terra kotta, seramik, ahşap, vb. kullanımıyla, insani etkiler elde edilebilirdi. Figürler devasa boyutlarda olmak yerine, insani boyutlarda tasarlanabilir; bunların zaman içinde sanatçılar veya çocuklar tarafından üretimi öngörülebilir; böylece sözel kültürün kentsel ve sanatsal açıdan yeniden-üretimi de başarılabilirdi. Boyutları boyun eğdirmek ve itaate zorlamak için büyütmek yerine minyatürleştirmek, saygıyı ve sempatiyi arttıran bir yöntem olarak öne çıkabilirdi. Parkta, çocuklar ve eğitmenler için sözlü kültüre ve edebiyat etkinliklerine yönelik mimari strüktürler öngörülmesi, belki bunların da mimari yarışmalar yoluyla elde edilmesi, yepyeni, “yaşamcıl” nişler yaratabilirdi. Destanlar hakkında, bir yazarın deneme niteliğindeki kısa yazısının da mermer kitabelerde yer bulması, kalıcılıkla geçicilik, bellekle unutuş arasında doğru tasarımsal tercihler yapılamadığının en müzmin kanıtını oluşturuyor.

“Mermere çekiçle kazınmış söz”, sözlü kültürün değişken, anlatıcıdan anlatıcıya geçerken başkalaştığı canlı haline en karşıt biçimdir. Diğer taraftan, bu tür bir metnin varlığını düşünmek önemlidir; simgesel bir metnin... Ne var ki, bu geleceğin konusudur, geçmişin değil: Toplumun “mermere çekiçle kazınacak” ortak metni, Türkiye’de daha yazılmış bile değil. Hal böyleyken, destanları yeni milli ajandanın politik yapıştırıcısı gibi kullanmak, ideolojik bir aklıevvellik olmanın ötesine gitmez. Anonim bir metni kutsiyetle donatarak sunmak, neresinden bakılsa hamasettir. Zaten kalıcı bir metni, en “kalıcı” biçimlerle anıtsallaştırmak, neo-Osmanlıcılığın siyasal dayatmacılığının bir ifadesidir sadece: Kalıcı ve eski olanı, “sağlam materyalle sağlamlaştırmak”, kendine ve topluma güvensizliğin bir semptomundan başka nedir?

Görünen o ki, Türkiye’de kamusal mekanın üretiminde “çekiçle felsefe yapmak” hiç bu kadar tersinden anlaşılmamıştı. Nietzsche’nin deyimiyle tepkisel insan, gücün yeni sahibi olmasına karşın, köleliği terk etmeyerek, kendisini köleleştiren gücü, erilliğini, eskisinden de sağlam şekilde inşaya hevesleniyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: