21. Yüzyılda Mimarlık İçin Hayatta Kalma Yolları

AYÇA VURAL-CUTTS

Kırsal alanlarla kentler arasındaki dengenin bozulması, üretimin tarlalardan fabrikalara kaymasıyla başladı ve yanlış politikalardan dolayı çiftçinin toprağını terk etmesiyle ivmelendi. Bu esnada yaşanan göçe karşın kentlerin yetersiz kalması sosyo-ekonomik farklılıkları daha da artırdı. Yatırımların yanlış yönetilmesi ve iktidarların çözüm olarak önerdiği kentleştirme ve soylulaştırma yaklaşımı ise üretimi ve toplumsal dengeyi daha da bozdu. Bu akış yıllardır böylece sürüp gidiyor.

Kentlilerle kırsal sakinler arasındaki büyüyen bu uçurum, Brexit'ten Donald Trump'ın yükselişine kadar hemen her yerde siyaseti şekillendirmeye devam ediyor. Toplumsal bölünme, 16 Nisan 2017’deki referandum sonuçlarında da kendini gösterdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, kişiselleştirilmiş yeni görevine büyük şehirlerden gelen destekle değil, ülke genelindeki yüzde 51’lik oy toplamıyla gelmesi, önerilen otoriter ve dengesiz sistemin büyük şehirlerde istenmediğini gösteriyor. İstanbul, Ankara ve İzmir, Türkiye'nin ekonomik üretiminin yaklaşık yüzde 46'sından sorumlu ve her üç şehir de tek başlı bir hükümet anlayışına karşı oy kullandı. İstanbul’un eski belediye başkanı Erdoğan, şimdiye kadar İstanbul’da hiçbir seçimi kaybetmese de Türkiye'nin ticaret sermayesinin odağı olan kent, Erdoğan’ın anayasa değişikliklerini reddetti. Erdoğan'ın ülkenin en büyük şehirlerini kaybetmesi, kişisel gücü ön plana çıkaran tek başkanlık projesinin aslında sınırlarının olduğunu ve binlerce yıllık geçmişleri, kültür çeşitliliğiyle kentlerin yerel kimliklerinin sonradan yaratılmış ulusal tarzdan daha güçlü olduğunu gösterdi.

Kadınların Yürüyüşü,Women’s March,
Kadınların Yürüyüşü (Women’s March), 21 Ocak 2017, Washington; fotoğraf: flickr - Mobilus In Mobili

Kentler toplumu yansıtsa da iktidar tarafından yaptırılan hükümet binaları, anıtlar, bayraklar, yollar ve köprülerle biçimlendirilir. Kentte iktidarın gücü veya politikası farkında olmasak da hissettirilir. Mimarlığa, tarihte çok kez liderlerin gücünü göstermek için kullandığı bir araç olarak başvuruldu. Diktatör liderler, krallar ve padişahlar vizyonlarını, ideolojilerini ve güçlerini ortaya koyacak kentler, saraylar, hükümet binaları inşa ettiler. Modernizm bile zamanında idari binaların diliydi.

Demokratik olmayan ülkelerde mimarinin gücün sembolü olarak kullanıldığı örneklere sık rastlanır. Günümüzde de otoriter iktidarlar, toplum üzerindeki gücünü kamu yapıları ile gösteriyor. Diktatörler kendilerine saraylar yapıyor, kendi adlarına müzeler ya da kentteki en büyük camiyi inşa ediyorlar. Mimarinin düşünce özgürlüğünü kısıtlayarak kendi ideolojilerini yansıtacak mimari dilleri kabul ettiriyorlar. Krallar bir önceki kraldan daha ikonik bir projeye, şeyhler diğer şeyhten daha yüksek gökdelene, başkanlar kendi adının konulacağı opera binalarına yatırım yapıyor.

Testosteron, para ve gücün etkisiyle şekillenen projeleri daha da popüler yapmak için projeler, tanınmış mimarlara verilir. Sonuçta bölgedeki mimari turizm artsa da ancak Dubai’de gördüğümüz gibi yapay kentler ortaya çıkar. Bu mimari gösteriş, çoğu zaman halkın gerçek ihtiyaçlarını görmezden gelerek, tek bir mevkiinin onayıyla hatta halkın vergisini kullanarak gerçekleşir. Şehrin dokusuna uymayan ya da bir doku yaratmayan bu simgesel projelerin mimari web sitelerinde reklamları yapılırken bizler de projenin halktan götürdüklerini düşünmeden ihalelerde, yarışmalarda birbirimizle yarışırız. Sonuç ise sürdürülemez kentler, sosyal bölünmeler, mutsuz halklar ve ekonomik dengesizlikler olur.

Kamu binaları ve ikonik projeler, mimariyi ve toplumu ileri seviyelere çekebilir ve ikonik kamu binalarına elbette ki ihtiyacımız var. Ancak demokratik toplumlarda projeler, halkın ve kentlerin gerçek ihtiyaçları belirlenip, projelerin fizibilitesi detaylı olarak yapılarak ve şeffaf ihale prosedürleri ile şekillenir. Büyük projeler bilirkişi ve halkoylamasına sunulur ve herkesin katıldığı atölyelerle halk projeye dahil edilir. Çoğu demokratik ülkede çok sayıda ikonik bina olmamasının nedeni, mimarinin gelişmemiş olması değil, devletlerin, yatırımı halkın ihtiyacı olan konut, hastane ve okul gibi günün gereksinimlerine yapmasındandır. Demokratik bir ülkede kilometrelerce duvar yaparak fakir kesimin “çirkin” konutları saklanmaz; nitelikli konutlar geliştirilir. Kullanılmayan yapay kanallar yaparak şehir güzelleştirilmeye çalışılmaz; projenin fizibilitesi ve sürdürebilirliği araştırılır ve yatırımların öncelik sırası belirlenir. Arabalar için yollar, köprüler, tüneller yapılmaz; halk ve doğa için raylı sistemler yapılır, bisikletle ulaşım teşvik edilir. Devletin sürdürebilirlik politikası olur ve çevrenin sürdürebilirliği tartışılır. Sürdürülebilir projeler inşa edilir. Eğitim ideoloji kapsamaz, tarafsızdır; okul binalarının mimarisi yarışmalarla olur, ödüllendirilir. Belediye kar kaygılı onlarca AVM projesine onay vermez; kentte sokak dokusu yaratacak projelerin uygulanması için kurallar koyar, açık alanları ve parkları destekler. Başkentlere gereksiz ve mimari olarak anlamı olmayan kapılar, devasa cumhurbaşkanlığı kompleksleri, şehrin siluetine detaylı olarak fizibilitesi araştırılmadan Sultanahmet taklidi Çamlıca Cami’si yapılmaz. Böylesine büyük ve prestijli yapılar eğer gerçekten gerekliyse tartışılarak, halkın katılımıyla, mimari bilirkişilerin fikirleriyle herhangi bir ideolojiyi yansıtmadan, anlamlı ve gerekli mimari değerler olarak tasarlanır. Halkın parasını devletin nasıl kullandığı açıktır ve yatırımlar halkın onayıyla olur. Sistemde aksaklıklar olsa bile, halkın düşüncesi ve tepkisi dikkate alınır ve kararlarda geri dönüşler yapılabilir. Londra’da uzun zamandır tartışılan, bir bahçe niteliğindeki köprü projesi Garden Bridge, projesine onay verilmesine rağmen maddi götürüleri ve kamu alanına getireceği özelleştirme çelişkileri nedeniyle, tasarımına milyonlarca pound akıtılmış olmasına rağmen, halkın tepkisi üzerine durduruldu. Demokratik toplumlarda halkın itirazına belediye ve devlet kulak verir, destek olur.

Dünyada sonuçları insanlık tarihine yakışmayan siyasi bir rüzgar esmekte ve politik değişimler mimariyi de yakından etkilemekte. Mimari; siyasetin, kültürün, doğanın ve toplumun karmaşıklıkları içerisinde de var olmaya devam ediyor ve milyarlarca lira değerindeki projelerin inşaatı durmuyor. Simgesel binaların, birbirinden yüksek gökdelenlerin, yapay adaların, yapay nehirlerin sayısı demokratik olmayan toplumlarda her gün daha da artıyor. Trump’ın aşırı milliyetçi yaklaşımının sonucunun Meksika ve Amerika arasına yapacağı duvar mı, yoksa otoriter Trump kuleleri mi olacak, henüz bilemiyoruz. Birleşik Krallık’ın Brexit ile Avrupa Birliği’nden çıkma yolunda karar vermesinin sektörü doğuya, Katar, Çin ve Asya’ya mı yönelteceğini şu an kestiremiyoruz. Türkiye’deki yeni başkanlık sisteminin temelindeki demokrasi karşıtı anlayışın sonucunun halkı katmadan, tek elden çıkan projelerin mi olacağını da bize zaman gösterecek.

Sosyal olarak dengesiz, ekolojik olarak sürdürülemez ve politik olarak belirsiz bu dönemde mimarların görevini ve mesleğin içindeki tutarlılığı sağlama yollarını irdelemeliyiz. Alaycı bir karamsarlık içinde durumu kabullenmek yerine mimarlık mesleğini iyimserlik ve tutarlılık politikası içerisinde yürütmeliyiz. Hayatta kalma güdüsüyle mevcut durumun pragmatik kabulü ise iktidarın güç yapısıyla istemsiz bir şekilde ortaklık kurulmasına neden oluyor ve mimariyi de iktidarın güç simgesi haline getiriyor. Dünyada genel olarak aşırı milliyetçiliğin popülerleşmesi ve iktidarların bu yöndeki politikalarını mimari uygulamalarla desteklemek sadece sosyal ve ekonomik kutuplaşma yaratır ve yapıcı bir çözüme katkıda bulunamaz. Böylesi bir politikayı desteklemek, toplumsal ve çevresel dengesizliklere neden olarak kentlere, bizlere ve çevreye fiziksel olarak da zarar getirir.

İktidar ve ideolojiler, mimarlığın amaçlarını şaşırtabilir, üslubunu belirleyebilir ve mimarlığı gücün simgesi haline getirebilir. Günümüzün gerçekleriyle yüzleşip cesur ve yeni alternatifler geliştirmeli, mimarlık görevimize vatandaşlık kişiliğimizi eklemeliyiz. Farkında olmalı, eleştirmeli, tartışmalı ve öğretmeliyiz. Kaliteli ve güvenli mekanlar yaratarak sosyal dengenin korunmasına yardımcı olmalıyız. Mimarlık halkın değerlerini savunmalı ve amacı insanların gerçek gereksinimlerine cevap veren mekanlar yaratmak olmalı; ideolojilerce iktidar için şekillenmemeli. Medya, tasarım dergileri, politikacılar ve yatırımcılar tarafından değiştirilen ve hatta çarpıtılan gerçeklere sahip çıkarak tasarım yapmalıyız. Mimarlık mesleğinin işlevsel yönünü ve sosyo-ekonomik rolünü ön planda tutmalıyız.

Mimarlık okullarında örnek gösterilen birçok başarılı mimar, tasarımlarını ödeyebilecek müşteri bulmanın hevesiyle ya da projelendirdikleri kamu binalarıyla yerel halka yardım edeceğini umarak politikayı görmezden gelir. Ünlü mimarların, mimarlığın politikayla ilişkisi olmadığı hakkında yorumları ya gerçekleri görmezden gelmelerinden ya tarihi reddetmelerinden ya da vicdanlarını rahatlatmak için olsa gerek. Gerçek olan politikanın, mimariyi bilinçli ya da bilinçsiz olarak şekillendirmesi, hatta kullanmasıdır. Devletlerin mimariye olumlu katkıları olabileceği gibi korkunç sonuçları da olabilir, aynı durum mimarlık için de geçerli. Mimari ürün nerede ve hangi rejim altında olursa olsun halka kaliteli ve güvenli mekanlar verebilir ya da liderlerin ideolojik simgesine dönüşerek sürdürülemez kentler, kalitesiz mekanlar ve dengesiz toplumlar yaratabilir. Ekonomik, politik ve hatta manevi inançların yozlaştığı bu günler, mimari aktivizm için yeni yükümlülükler ve yeni fırsatlar yaratmakta. Tasarımı mesleki bir etik içinde, bilgi, fikir ve işlevsellik doğrultusunda yapmalıyız. Günümüz sorumluluk almanın, yaptığımız projelerin ardındaki gerçeklerin farkındalığının, sorgulamanın ve gereğinde projeleri reddedebilecek kadar cesur olmanın zamanı.

Etiketler:

İlgili İçerikler: