Berlin Peyzajlarında Sıradan Olmak

BURCU SERDAR KÖKNAR

Berlin’i turist olarak ziyaret ederken gördüklerimle Berlin’de yaşarken gördüklerim birbirlerinden epeyce farklı. Ya da belki de şöyle demek gerek: Fark ettiklerimle ardından anladıklarım arasında farklılıklar var. Burada yaşadığım zaman dilimi de öyle çok uzun değil aslında; ailemle birlikte, akademik araştırma yapmak için geldiğim Berlin’de, şu anda tam dokuz ayı doldurdum. Basit ve çok sakin bir hayat sürüyoruz burada: Araba kullanmıyoruz, evde ya da kütüphanede çalışıyoruz, her gün belli bir saatte olmamız gereken bir yer ya da durum yok, çocuğumuz okula yürüyerek gidip geliyor…

kentte dolaşan “doğa
kentte dolaşan “doğa" / fotoğraflar: burcu serdar köknar
prinzessinnen garten- oturmak / yemek / içmek / sohbetler için ayrılmış alan
sıradan kullanılan-yaşayan bir yer
“künstlerhaus bethanien” ın önündeki kalabalığa doğru
acker strasse’ye açılan parklardan biri; konut dokusunun arasında, avluların arkasında
kollwitzplatz’da buluşmak; hemen yakında pazar var
kentin orta yerindeki parklardan biri – volkspark am weinberg / mitte
berlin “hof”lerinden birine geçit
hansaviertel - niemeyer binasının altından dışarı bakış
bir “wohnwagen siedlung”, görlitzer park yakınlarında
bir “baugruppe”nin ortak bahçesi; herkese açık, sürekli yapılıyor; değişiyor
bir öğleden sonra; bebek ve köpekle masa tenisi vakti

Daha önceki ziyaretlerimde, daha çok basit karşılaştırmalar yaparak ve hatta etrafıma biraz klişelerle bakarak, bir anlamaya çalışma hali ve hayranlık içerisinde kalmışım. Böyle bir tempo ve kurgu içinden baktığımdaysa, kent ve kent yaşantısına dair önceden göremediğim onlarca detayı fark ettim; bu da birkaç ayımı aldı diyelim. Kentin kamusal alanlar ağının nasıl bir örüntüsü olduğunu, özel mekanların bu kamusal alanlarla nasıl ilişkilendiğini zamanla, yaşayarak sezinledim. Kamusal alanın var olma ve yaşanma biçimlerinin nasıl iç içe geçtiğini anlamak için çok özel bir yer Berlin. Hikayelerin olduğu gibi “dışarıda” olduğu bir kent burası. Kent müştereklerinin sıkı sıkı oluşturulduğu, böylesi küreselleşen ve tüketim hızının her geçen gün durmaksızın arttığı dünyamızda, müştereklerin kayda değer bir şekilde korunduğu bir yer. Ne kadar bu şekilde dayanır, bilinmez.

DIŞARIDA OLMA FİKRİ
Berlin’de “dışarıda” olmak apayrı bir deneyim. Kamusal alan, öyle insanların tesadüfen yan yana geldikleri bir alan değil kentte; tesadüfen yan yana gelmek üzere bilinçli olarak var oldukları bir alan neredeyse. Sanki herkes bir araya gelip de tanımadığı kişilere “Günaydın”, “İyi günler” deme niyetiyle dışarı çıkıyor. Ayrıca kentin her yerinde ve birbirine yürüme mesafesi uzaklığında irili ufaklı parklar var. Hafta sonları ya da çalışma saatleri dışında evde kalmak, pek de istenen bir şey değil. Kışın bile çocuklar su geçirmez kıyafetlerini giyip sokaklara, parklara çıkarılıyor, belki iki yaşından itibaren anne ve babalarının ellerini tutmuyor, sabah erkenden kendi başlarına bisikletleriyle okula gidiyor. Çok küçük yaşlardan itibaren yalnız başlarına hareket eden çocuklar, kent hayatına çok belli kurallarla, birer birey olarak dahil oluyorlar. Bu durumun, ilk etapta alakasızmış gibi görünse de, “dışarıda olma” fikriyle özel ve ince bir bağı olduğunu düşünüyorum. Kentin fiziksel varlığı ile içindeki yaşamlar iç içe geçerek, birlikte var oluyor. Bir süre kentlinin kenti yaşama halini izleyince, bunu anlamak kolaylaşıyor.

İster istemez İstanbul’daki yaşam pratiklerimizle karşılaştırıyorum. Bu kentte, onca insan arasında yaşamaya başlayınca önce garip hissediyorsunuz kendinizi. Belki biraz kıskançlık, çokça karmaşa içinde ve hızlı yaşamaya çalışmaktan ötürü, bazı algı alanlarımızın kapandığını da düşündürüyor bu durum. Sonra yavaş yavaş bir sakinleşme evresine giriyorsunuz. Başta herkesin bir biçimde müzakere edip anlaşmış gibi göründüğü ritüeller -mesela pazarda ya da bir dükkanda ödeme yapmak için kuyruk beklerken sakince durmak gibi- önce çok yorucu ve saçma gelebiliyor. Sonra, “Neden çok acele edeyim ki?” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Dışarıda bir kafede zaman geçiriyor, bir şeyler yiyip içiyorsanız, elinizdeki akıllı telefonu hemen dijital ağa bağlamak üzere wi-fi şifresini sormuyorsunuz; aklınıza bile gelmiyor hatta.

KENTE DAHİL OLMAK, AKIŞ
Kentin hafta içi ve hafta sonundaki yaşam hızı neredeyse aynı hissediliyor, yaşam sürekli aynı hızda akıyor gibi. Koşturmaca içinde olan kentli göremiyorsunuz pek; görebileceğinizin en fazlası, Alexanderplatz gibi kesişimi bol aktarma noktalarının, diğer yerlere göre, daha kalabalık olma hali. Doluluk oranları yer değiştiriyor gibi izleniyor. Kentin gündelik hayat akışında, şehrin içindeki hareket etme biçimleri de belirleyici oluyor. Doğu batı bölünmüşlüğünden de kaynaklanan bir motorlu araç ağı hafifliği var: Kentin içerisinden geçen büyük otoyollar, çevre yolu ya da bunlara bağlı olarak, yavaş akan gündelik hayatı bölen köprüler, yarıklar vs. pek yok. Onun yerine komünist Doğu Almanya’dan kalan büyük izler var ki bu büyük akış izleri de motorlu aracın baskın olduğu bir sistemi hissettirmiyor (tabii her gün araba kullanmıyorsanız). Bazı zamanlarda ve noktalarda daha çok hissediliyor araç yoğunluğu. Toplu taşıma ve bisiklet ise çok etkin kullanılıyor. Kentin en uzak noktalarına, toplu taşımayla bir saat içerisinde erişebiliyorsunuz; bu durum da pek tabii bir yere yetişme yetişememe, yolda sıkışıp kalma endişesinin oluşmasını engelliyor. U-Bahn, S-Bahn, tramvay ve otobüs birbirlerine entegre edilmiş bir biçimde çalışıyor; kimseyi bu sistem içerisinde koştururken, telaş içerisinde görmüyorsunuz. Bu arada kimi zaman bu sistemlerin birbirine çok iyi entegre edilemediği konusunda yakınmalar da duymadım değil. Anlaşılan kentli daha da iyi bir entegrasyon bekliyor, belki bekleme dakikalarının 5 dakikadan 2’ ye düşmesini… Diğer yandan hem yetişkin hem de çocuk bisikletliler sabah ve iş çıkış saatlerinde dahi, yollarda sakin sakin ilerliyorlar. Daha önce Amsterdam gibi yoğun bisiklet kullanımının olduğu kentlerde karşılaştığım bisikletli telaş ve agresyonuyla bu kentte geçirdiğim dokuz ayda pek karşılaşmadım.

Yani kent hayatına dahil olmak, sakin ve akıcı. Belki de tam burada kentin yoğunluğundan da söz etmek gerek. Berlin’in, kentli birey ve yapılı alan yoğunluğu açısından çözünürlüğü düşük: Kentin %44’ü açık alanlar ve rekreasyon alanlarından oluşuyor.1Gündelik hayat da, bu az yoğunluk içerisinde, birbirine eklemlenmiş kamusal alanlar içerisinde akıp gidiyor. Kentin fiziksel varlığıyla kentlinin hayatı birbiriyle sürtüşmüyor, kavga etmiyor.

KENT YAPISINDAKİ BOŞLUKLARDA VAR OLMAK, KENTTE "DOĞA" VE "KENT-DOĞA"
Berlin’in meşhur “department store”u KaDeWe’nin bulunduğu yine meşhur Kurfürstendamm caddesi, hızlıca ve her an Batı Berlin’in ruhunu yansıtıyor. Tüketimin etkin olduğu bu kısımda, alışveriş yapan ya da her an yapabilecek bir kalabalık hakim. Bu kalabalığın büyük bir kısmını da turistler temsil ediyor. Buradan M29 metrobüs hattını doğuya doğru aldığınızda, Batı’dan Doğu’ya müthiş bir kent kesiti görüyorsunuz. Grunewald’in yakınından, yani kentin oldukça batı noktasından başlayıp Doğu’da Hermannplatz/Sonnenallee’ye kadar gidiyor hat. Batı’daki yapı dokusunu izleyerek başlıyor yolculuk: Genellikle avlulu yapı adaları, karışık doku, konut-işyeri, yer yer parklar, boşluklar ve aralarda yeni yapılar… Ardından arada kalan ve savaşta çok etkilenen alanlardan, Potsdamer Platz yakınlarından, geçip uluslararası üne sahip mimarların yapıları eşliğinde, savaş ve ardından birleşme sonrası gerçekleşen yeni yapılaşmayı izliyorsunuz. Bu alanın 90’ları ve bugünkü kurumsal dünyayı çok iyi temsil ettiğini düşünüyorum, kişisel hikayeler pek kalmıyor sanki orada. Burayı da geçtikten sonra vardığınız Doğu’da, dönemin blok yapıları anıtsal ama insanlarıyla birlikte neredeyse aynılaşmış, aralarında kalan büyük boşluklarla tanımlı. Kreuzberg’e doğru yaklaştıkça yine avlulu yapı dokusuna geçiyorsunuz; yine insan ölçeğine yakın, yine aralarda ölçekli boşluklar ve parklar. Eski Doğu ile Batı Berlin coğrafyalarında hem yapısal durumdan hem de belki eski alışkanlıkların sürmesinden ötürü kentsel yaşantının bir miktar farklılaştığını görebiliyorsunuz.

Bu yolculuğu yaparken kent için çok özel yeri olan nehir ve kanallardan birinin, Landwehr Kanal’ın yanından geçiyorsunuz. Spree ve kanallar, kentin içerisine dalmış “doğa” parçalarının taşıyıcısı gibi. Berlin peyzajlarında dolaşan bu “doğa” parçaları, gündelik hayatın tam içinde: kimi zaman kanala doğru uzanmış bir U-Bahn istasyonundan trene binip kanal boyunca gidiyor, kimi zaman kanal kenarındaki kafede bir bira içiyor, kimi zaman ise sadece bisikletinizle geçiyor ya da kenarında oturuyorsunuz.

Kentteki “doğa”, bu kavgasız gürültüsüz gündelik hayata etkileyici bir ortam sunuyor ve böylece “kent-doğa”nın bir parçası oluyor. Bir kentli olarak zamansal geçişleri, mevsimleri, ışık ve havayı her haliyle yaşıyorsunuz. “Kent-doğa” derken sadece yeşil alanlardan söz etmiyorum, ama yeşil alanların yeri de oldukça büyük bu “kent-doğa”nın içerisinde. Tüm yapılı çevresi ve açık alanlarıyla yaşayan bir sistemden söz ediyorum. Kentlilerinin “Green Metropolis” dedikleri2 Berlin’in güncel nüfusu yaklaşık 3,5 milyon ve 2,2 milyon kent insanı, herhangi bir parka yürüme mesafesinde oturuyor. Doku içinde, savaş sırasında açılan boşluklar, bugün serbest zamanları geçirmek için fırsatlar yaratmış bile diyebiliriz belki. Avlular, bahçeler, parklar, çocuk oyun alanları içerisinde var olan bir “doğa”dan söz etmek mümkün. “Doğa” ise zaten kentin içerisine her haliyle girmiş ve kendi başına varlığını sürdürürken, merkezi de kent dışına bütünüyle bağlar durumda.

Parkların bitkilendirme karakterleri de kentin içindeki “doğa”ya yakın dillerde, en azından bazı kısımlarında. Sürekli bakım ve yenilenme içinde olmalarına rağmen çeşitlilik dili başarıyla korunuyor. Yeni tasarlanmış yerlerde de bu geçişleri görebiliyorsunuz. Bu çeşitlilikle birlikte, bahar ve yaz aylarında da kentteki arı popülasyonu gündelik hayatın bir parçası haline geliyor. Şikayet etmek yerine arılarla birlikte yaşamanın basit çözümlerini duyuyor, görüyorsunuz; mesela dışarıda bir şeyler yiyip içerken arılar için de bir porsiyon sunuyorsunuz. Berlin arıları tarafından üretilen en az on iki çeşit bal var: ıhlamur balı, kestane balı, akçaağaç balı, ahududu balı... Arı kolonilerinin yerleştikleri yerlere göre üretimlerinin içerikleri değişiyor.

“Kent-doğa” böylece tüm aktörleri iç içe geçiriyor. Potsdamer Platz’daki bir otelin çatısında sekiz koloni arı olduğunu biliyor duruma geliyorsunuz bir süre sonra. Kentli “doğa”nın her an farkında, aslında ayağını toprağa basmadan da pek yaşamıyor gibi. Doğa, sağlık ve sürdürülebilirlik konuları herkes için belli bir ölçüde gündelik hayatın bir parçası. Bu konularda çocukların da farkındalıkları çok yüksek.

Boşlukları konuşurken, kentte iki belirgin yapılaşma biçiminden söz edebiliriz. Birincisi, birbiri ardına sıralanan avluları biçimlendiren yapıların oluşturduğu büyük yapı adaları. 1870’lerde bir anda 200 binlerden 1 milyonun üzerine çıkan nüfus, yeni konutların inşaatını zorunlu kılıyor ve yola cephesi olan ev sıralarının arkalarına, işçi sınıfının yerleşmesi için konutlar yapılıyor. Bu büyük yapı adaları içerisindeki binalara avlulardan erişiliyor ve kent içi ulaşım için küçük sokaklara gereksinim kalmıyor. Sokaksız, ama yapı yükseklikleri ve cadde genişliklerinin katkılarıyla var olan ilginç bir kent dokusu var. İşte bu caddelerle, ya yapı adalarının içerisindeki avlulara ya da daha geniş boşluklara geçebiliyorsunuz.

Bugün hala sürdürülen ve Berlin için karakteristik bir yapılaşma biçimine dönüşen bu sistem, kent içinde yüzlerce mikrokozmosun oluşmasına fırsat tanıyor. Kentteki akıştan ayrılıp da bu Berlin “Hof”larına girmek, bir tür zamansal ve algısal farklılaşma da yaratıyor gündelik hayatta; daha da sakin, özelleşmiş ama hala kamusal, hala paylaşılan…

Bir diğer önemli bileşen ise, boşluklar içerisindeki serbest yapıların oluşturduğu yapı adaları. Bunların kimileri Doğu Almanya döneminde yapılmış bloklar, kimileri Hansaviertel’deki ünlü 1957 IBA’sı için Niemeyer gibi mimarların ürettiği modern dönem yapıları, kimileri ise Doğu ve Batı Berlin birleşimi, yani 90’lardan sonra tasarlanmış yeni yapılardan oluşuyor. Söz konusu serbest yapı sistemleri, ormanlaşmış vejetasyonlar içerisinde yer alıyor. Doğu Almanya döneminde yapılan “Plattenbau”ların3 bulunduğu konut yerleşkelerinin çevresinde ise kendinizi yalnızlaşmış hissediyorsunuz; oysa ki orada, o birbirini tekrar eden kutucuklar, tek tipleşen kentli birey kabulü üzerine kurgulanmış. İlginç olan, bugün bu yapılaşmaların arasındaki boşlukların yine çok paylaşılan, yine gündelik hayata eklemlenebilen alanlar olabilmeleri.

Geçmişte Doğu Berlinliler özgürleşmek için yazları ya kamplara gitmişler ya da hala varlığını sürdüren “dacha”larına taşınarak toprak, gökyüzü ve su ile ilişki kurmuşlar. Bu “dacha”4> alanları, bugünkü kent dokusu içerisinde özel bir durum tanımlıyor. 25-30 m2’lik basit yapılar, her biri kendine tahsis edilmiş yaklaşık 100-200 m2’lik bir alan içinde oturuyor. İlkbahar gelir gelmez hissedilen renklenme hali ile kentli, “dacha”larına gidip ekim-dikime başlıyor. (Bu arada Berlin’de herhangi biriyseniz ve bir süredir burada yaşıyorsanız kentin griliğinden yakınır oluyorsunuz anladığım kadarıyla; ben sadece çok kısa kış günlerinde hissettim bu yakınmayı getiren duyguyu, sonra baktım ki ilkbaharda başlayan harika günler var, bahar ve yaz süresince devam eden.) Komşuluklar da daha çok bahçeler üzerinden kuruluyor buralarda.

Bu esnada kentte balkonlar da renkleniyor, ekilip biçilen alanlara dönüşüyor. Bu ikinci evciklere gitmeyen ya da gidemeyenler de parklarda vakit geçiriyorlar; sohbetler, yeme-içmeler, doğum günleri, kutlamalar parklarda yapılıyor. Sadece ilkbahar ya da yazın değil, kışın da. Berlin’de mangal oldukça popüler, herkes seve seve mangal yapıyor, kimse kimseyi ayıplamıyor ya da ben hiç karşılaşmadım ayıplayanıyla.

Bugün Berlin kent kültürünün paylaşım yapısından kaynaklanarak geliştiğini düşündüğüm “Baugruppe”ler, (İngilizcede Co-Housing; Türkçede ise bir tür kooperatif ya da ortak konut edinme sistemi gibi düşünülebilir) aslında bir tür konut edinme sistemi; fakat orada yaşayacak olan bireyler, mimarla sürdürülen tasarım sürecine dahil oluyor, yaşam sistemi kurgusuna kadar her şeye birlikte karar veriyor. Bu konutlar, kent yapısı içinde ortak ve kamusal alanlara eklemlenen bilinçli bir şekilde bırakılmış boşluklarıyla da oldukça ilgi çekici. Elbette siz öylesine bir kentli olarak oranın bir “Baugruppe” yapısı olduğunu bilmiyorsunuz belki ama bahçesine girip oturabiliyor, ortak alanlarından faydalanabiliyorsunuz. Orada oturanlarla konuşur ya da mimarla tanışırsanız da, ortak alan ve zamanın paylaşımı üzerine bir sistem kurduklarını anlıyorsunuz. Hatta bu ortaklıklar çevre yapılara da sıçrıyor. Bu işin kolaylaştırıcısı özellikle çocuklar ve yeme-içme aktiviteleri.

Çocuklar kamusal alanların kullanımında çok etkinler. Her yeri kullanır haldeler; zaten her yere, konserlere, açılışlara, sergilere vs. gidiyorlar. Sadece çocukların kullandığı ve geliştirdiği oyun-yaşam alanları da var: “Abenteuerliecher Spielplatz”lar5. Bu alanlar dernekler tarafından yönetiliyor ama söz sahibi çocuklar. Yetişkin eğitimcilerin gözetiminde, kendilerinin oluşturduğu bir kurallar kurgusu içinde, özgürce istediklerini yapıyorlar: mutfaklarında pişiriyor, inşa ediyor, söküp tekrar yapıyor, ekip biçiyorlar...

Bunlardan biri de Kollwitzstrasse’de bulunan Abenteuerlicher Bauspielplatz Kolle 37.6 Herkesin çocuğu gidebiliyor buralara. Buraların çocuklar tarafından kullanılabilmesi ve sürdürülebilmesi için çeşitli miktarlarda bağışlar yapabiliyor ya da orası için çalışabiliyorsunuz. Yine paylaşmak esas. Bu alanlara her baktığımda böylesi yapıların sürdürülebilirliğindeki en kritik değerlerden birinin “kendin yap” (DIY- Do It Yourself) kültürü olduğunu düşünüyorum.

Paylaşmak demişken tabii ki bitpazarlarından ve paylaşım ekonomisinden de söz etmek gerek. Kapıların önlerinde “zum verschenken” (armağan olarak) yazısı konmuş eşyaları görüyorsunuz; isteyen oradan istediğini alıp götürüyor. Bitpazarlarında, okul kermeslerinde eski eşyalar satılıyor. Diğer yandan o alışverişlerde uzun sohbetler var; yine kimseler koşturmaca içerisinde değil, yağmur çamur da olsa insanlar o anı içtenlikle yaşar haldeler. Yeme içmenin de birleştirici halini izleyebiliyorsunuz her yerde. Burada da kaldırımlar ve pazarlardan söz etmek iyi olacak; bu kamusal alanlar örüntüsü içinde pazarlar haftanın bazı günlerinde içine dalınıp oradaki herkesle birlikte yaşanacak özel alanlara dönüşüyor. Tezgahlardan birkaçı eksik olsa o duygu kaybolur mu diye endişeleniyorsunuz, öyle bir denge ve bir araya geliş hali mevcut ki üretimin paylaşılmasındaki gücü iyice hissediyorsunuz.

Üretim, özellikle de ortak üretim, kent için kritik bir değer oluşturmuş ya da kentin kendisi bu ortak değeri oluşturmuş. Örneğin, bir sivil inisiyatif tarafından kiralanmış bir parselde yer alan Prinzessinnengarten7 ya da eski havaalanının serbest alana dönüştürüldüğü Tempelhofer Feld’de8, topluluk bahçelerinde ortak üretimin nasıl bir ciddiyetle yapıldığını görebiliyorsunuz. Buralardaki üretimlere katılabiliyor ya da orada yetiştirilenlerle pişirilip taşırılan mutfaktan yemek yiyebiliyor, yine sohbetler ve tanışmalar eşliğinde çay, kahve ve bira içebiliyorsunuz. Garip bir ciddiyet ve samimiyet duygusu bir arada bulunuyor buralarda. Estetik değerler anlamında yeni tartışmaları beraberinde getiren, daha çok geri dönüştürmenin hakim olduğu, kendiliğinden tasarlanagelmiş alanlar buralar.

Burada bu kente özel yerleşim alanlarından, “Wohnwagen Siedlung”lardan (Karavan Yerleşkeler) da söz etmek gerek: Genellikle mülkiyete karşı olan insanların kurduğu, kendi içlerinde sürdürülebilir bir düzen kurulan yaşam alanlarından. Hem kültürel hem de ekolojik olarak bütüncül bir ortam kurgusu içeriyorlar, minimum metrekarelerde yaşanıyor, belli bir düzen kurgusu ve paylaşım esas. Kendilerine özel peyzajları, ortak kullanım alanlarıyla birlikte geliştiriyorlar. Bazılarına dışarıdan biri olarak girebilirken bazılarına girmek, hatta dışarıdan fotoğraflarını çekmek bile yaşayanlarca yasaklanmış. Bir Cumartesi, kent içerisinde yürüyüş yaparken yanından ya da içinden geçiyorsunuz bu yerleşkelerin, sonra ileride bir kalabalık görüyorsunuz, katılıvermek geliyor içinizden. Bir müzik okulunun ve sanat atölyelerinin bulunduğu Künstlerhaus Bethanien9’ın açık-kapı günü olduğunu anlayıp içeri giriyorsunuz. İçeride pusetli aileler, yaşlı teyzeler, genç insanlar bir arada: Küçük konserler, sergiler, buluşmalar, atölye çalışmaları, ne varsa her şey açık. Dışarısı ve içerisi bir olmuş…

Bu iç-dış sürekliliğinden konuşurken, Berlin’in sokak hayatından da bahsetmemek olmaz. Kaldırımlar gerçek bir paylaşım sahası. Yeme-içme ve özellikle içme konusunda her an dönüşmeye müsaitler. Ünlü bira bahçesi bankları her yerde, bir arada olabilmek için konuvermişler. Bazen kendimce buraların işgal edilmiş olduklarını, nasıl daha fazlasının engellenebileceğini düşünüyorum, ama öyle bir problem yok: Zaten geçilebilir yerler kalıyor, zaten belli bir oranda masa var, zaten herkes birbirini sanki kendisinden daha fazla kolluyor. Bu kaldırımlar günün her saatinde böyle yaşıyorlar; geceleri kulüplerin uzantıları oluyorlar. Bu kentte kulüp kültürü de herkesi içine alan açık bir kent kültürünün uzantısı.

Bunca açık, yeşil ve kamusal alan örüntüsü içerisinde yeni tasarlanmış, biçimlerin fazlaca öne çıktığı peyzajlardan söz etmemiş oldum şu noktaya kadar. Elbette Gleisdreieck projesi gibi büyük dönüşüm alanlarının içerisinde bulunan, tasarımlarıyla öne çıkan projeler de var; bu projelerde de boş alanları, doğal geçişleri görebiliyorsunuz. Gleisdreieck projesinin fiziksel biçimlenişinden çok bu biçimlenişin ardındaki mekanizma daha dikkat çekici görünüyor. Projenin kamusal bir alan olarak şekillenmesi için çevrede yaşayanlar çok çaba sarf etmişler. Aynı şekilde, Tempelhofer Feld için de benzer bir mekanizma gelişmiş. Projelerin üretim mekanizmalarının açık olması da bu durumu sağlıyor tabii. Belki de bu bütünlüklü peyzaj içinde, kentte yürürken onu da hissediyorsunuz: Sizin ya da herhangi birinin olan bitene etkisini.

KAMUSALLIK VE MÜŞTEREKLERİN PEYZAJI
Bugünün çağdaş estetik değerleriyle tasarlananlar, kendiliğinden topluluk kararlarıyla ortaya çıkmış yeni peyzajlar, modern yapılaşmaların çevresindeki bahçeler, ormanlar… Böyle saymaya devam edebileceğimiz her çeşit açık alanın tüm yeşil sistemiyle bir bütün oluşturduğunu, kentli yaşam üzerinden okumak çok mümkün. Bu yaşamlar, kentin müşterekleriyle bir bütün olarak sürüp gidiyor. İç ve dış, kendine özel örüntülerle birleşmiş; parklar sanat galerilerinin, müzelerin, yolların ve kaldırımların uzantısı olmuş. 1748’de Giambattista Nolli’nin Roma için hazırladığı haritada, kamusal alanlar iç-dış sürekliliği içerisinde gösterilmişti. Bu süreklilik kentin yaşamı açısından çok etkin bir yerde durmuş hep. Berlin için bu bakışla yeni bir haritalama yapacak olursak, günün her saatinde ve mevsimsel olarak farklılaşacak bütünlük haritaları üretebiliriz. Hatta sadece kent merkezini de içermez bu harita; çevresindeki kırsal alanları, ormanları da içerir.

Diğer yandan böylesi büyük bir örüntüler sistemi içerisinde birbirine geçmiş kamusal alanların varlığı, görünmez yapılarla da korunuyor diye düşünüyorum: Bir kent kültürü ve bu kültürün yaşamsal altyapısı, iç içe geçmiş müşterekler sistemi, yerel olanın en iyi şekilde deneyimlendiği, mikro yapıların oluşturduğu belki de bitmemiş bir kent yapısı. Bu bitmemişlik ve ortaklıklarla müzakere etmiş ve anlaşmış kentlilerin yavaş ve sıradan olma lüksüne sahip hayatları ve bu hayatların çeşitlilikleri Berlin’in yaşam kalitesini artırıyor; kaldırımlar, köşeler, avlular, parklar ve boşluklar “yerlere” dönüşüyor. Berlin’in her zaman diğer Almanya kentlerine göre daha fakir bir kent olmasının da bu durumun sürdürülebilirliğini desteklediğini düşünmeden edemiyorum.

NOTLAR:

1 http://www.stadtentwicklung.berlin.de/planen/stadtentwicklungskonzept/en/statusbericht/index.shtml 2 http://www.stadtentwicklung.berlin.de/planen/stadtentwicklungskonzept/en/statusbericht/index.shtml
3 Wikipedia’dan çeviriyle; büyük prefabrike beton panellerle inşa edilmiş yapı, Platte (panel) ve Bau (yapı) kelimelerinin birleşiminden oluşmuş. Her ne kadar Doğu Almanya için tipik oldukları düşünülse de, bu yapım sistemi yaygın olarak Batı Almanya’daki ve başka yerlerdeki sosyal konutlar için de kullanılmıştır.
4 Genellikle Rusya kentlerinin veya Post-Sovyet kentlerinin dışında bulunan mevsimlik ya da tüm sene içerisinde kullanılmak üzere yapılmış ikinci ev. 5 “Maceralı Oyun Alanları” olarak çevirebiliriz. İçinde biraz tehlike ve risk de var “maceralı” kelimesinin.
6 http://www.kolle37.de
7 http://prinzessinnengarten.net
8 http://www.thf-berlin.de/tempelhofer-feld/
9 http://www.bethanien.de

Etiketler:

İlgili İçerikler: