Bir Kıssadan Hisse ve “Mimarlar Neyi Konuşmuyor?”

ÖZDEN DEMİR

2013 yılı Mayıs - Haziran aylarında üzerinde çalıştığım yapının müteahhitiyle, Gezi Parkı ile ilgili olarak içinden geçtiğimiz dönemden ötürü aramızda geçen gergin konuşmalar uygulama aksaklıkları ile dolu “bilgi evi” projesine ilgimi daha da azaltmış, yaz sonu belediyeye bağlı bir tür etüd merkezi olacak yapının açılışını büyükşehir belediye başkanının yaptığını duymamla da kalan ilgim bitmişti. Zaten tabelada ismi yazmayan, bir de proje maillerinin sonuna çeşitli politik makalelerin linklerini ekleyiveren bir mimar olarak açılışa davet filan da edilmemiştim. Aslında yok muydum?

Süreç şöyle gelişmişti: Bir bağlantı ile bir haftada çizdiğim dev bir pazar yerini çok beğenen belediye üyeleri, o büyük projeyi elbette bana vermeyip daha küçük bilgi evi projesini bedavadan hallice bir ücretle tasarlamam için bana paslamışlardı. Ben de ilk binamı yapmanın hevesi ve heyecanıyla işe sarılmıştım.

Proje öncesinde durumu anlamak için mevcut bilgi evlerini gezdiğimde yapılar köhne ve bakımsız, çocuklar için pek de uygun sayılmayacak koşullardaydı. Ancak odaların girişlerinde yazıldığı üzere müzik - resim gibi alanlara hizmet veren programlara sahip “bilgi küpleri” beni heyecanlandırmıştı. Yapacağım işin faydalı bir şey olacağından emin, huzurla işe koyuldum. Önerilere başladım. Ancak işverenimiz olan belediye görevlisinin aklında “bilgi evi - bilgi küpü” sloganına uygun olarak küpler vardı. Renkli olmalıydı.

Merdivenin yerinin değiştirilmesi gibi dev bir karar statik - mekanik projeler çıktıktan sonra birden verilebiliyor, bunun mekanı etkilememesi bekleniyordu. Uygulamada da aksaklıklar vardı. Yine de her hafta şantiye kontrolüne gidiyordum. Mevcut koşullarda durumu ne kadar kurtarabilirsek o kadar kardı. İç mekana dair önerdiğim hiçbir malzeme uygulanmıyordu. Bunun sebebi kimi zaman başkanın istekleri, kimi zaman da belediyedeki ekibin hızla çıkarılmış olan ihale dosyasında ilk kez karşılaştıkları birçok malzemenin kodunu bulamamış olmaları idi.

Her gün orada olmadığım sürece kararlar genelde maliyet ve alışıldık pratiklere göre hızla verilip geçiliyordu. Bir süre sonra kontrolü yitirmiştim veya kontrol çılgınlığını terk etmiştim. Olan olmaktaydı. Son şantiye kontrolünde yaşadığımız ideolojik tartışma üstüne bir de zemin için seçilen seramikleri görünce bir daha gitmedim binaya. Küsmüştüm. İçim rahat değildi ama elimden gelenin sonuna geldiğimin farkında, durumu kendi bağlamında değerlendirmeye çalışıyordum. Bir yandan da kendi hatalarımla yüzleşmekten korkuyordum belki de. Her zaman daha iyisi yapılabilirdi.

Birkaç saat önce aklıma düştü bina. Artık görmek istedim. En son çocukların kullanırken çok sevdiğini duyup evde çığlıklar atmıştım sevinçten. Yine de gitmemiştim; çünkü hayallerimde ve çizimlerimdeki gibi değildi, biliyordum. Sanal dünyaya çoktan düşmüştür fotoğraflar dedim. Düşmüştü.

Sayfayı açtım. Ana sayfada mekanla ilgisi olmayan, bambaşka bir yerde çekilmiş, bir tür Kuran kursu mekanındaki başörtülü kız çocukları fotoğrafı vardı. Anlamamıştım.

Konuya bir tür işlev değişikliği olarak mı bakmalıydım? Bir yapı yeni kullanımlara açık olamaz mıydı, dönüşemez miydi? Abdesthane yapmış mıydım? Yine de başka dil, din ve inanışlara da açık mıydı bilgi evi? Benim seçmediğim o tuhaf seramikler veya statik projeden sonra yeri değiştirilen yangın merdivenin bütün yapının kurgusunu değiştirmiş olması ya da terastaki tuhaf ek önemli miydi şimdi?

Hiç öngörmediğim bir kullanım dili ve içerik, yani hem toplumsal uzlaşmanın hem de iktidar ideolojisinin yansımaları yapının eleştirdiğim fiziksel varoluşunun önüne geçiyordu, belki de geçmeliydi. Bu noktada sorumluluk alanımın sınırlarını ne belirliyordu?

1. Sonra anladım ki ne kadar düşünsem aklıma ikinci cidarla doğrama arasına bir minik kuş yuvası kondurmak gelmezdi.

Vaktiyle iş görüşmesine gittiğim bir ofisteki pek meşhur genç mimarlardan birinin dediği gibi bu “çok şey üretiyoruz tabi, ama bazıları portfolyoya koyulmayacak işlerden” biri miydi işte? Birileri orada mutlu muydu? Mutluluk veya kime göre neye göre fayda? Aynı zamanda tiyatro gösterileri de oluyor muydu salonda? Neden söylememişlerdi bu kullanımı da? Söyleseler sınıflar değişir miydi? Ben değişir miydim? Tüm sürece daha fazla dahil olmam için kaç fırın ekmek yemem gerekirdi? Tasarlayıp gerçekleştirmek istediklerimiz için yüzde kaç iyi bir oran olurdu? Tüm o çizdiğimiz detaylar, o kırılgan hassasiyetlerimiz.

Mimar kimdi, mimarlık neydi sahi? Emek miydi? Emek yıkılmış bir sinema adı, vefa bir semt ismi, ne bileyim, ben bir garip ceviz ağacı filan mıydım?

Not: Aradan dört ay geçtikten sonra cesaretimi toplayıp gittim, gerçek yüzleşme vakti gelmişti. Okul saati olduğu için bina çok kalabalık değildi. Kütüphane doluydu. Bilgisayar odası da. Sınıflardan birinde bir çocuk saz çalmayı öğreniyordu. Çok amaçlı salonda tiyatro eğitimi vardı. Mekanın nitelikleri bir yana, hangi ideolojiye hizmet ettiği diğer yana, bazı güzel şeylere de vesile olmuştu iş.

Konuyu iki açıdan değerlendirmem gerektiğini fark etmiştim.

İlki kısa bir süre önce, IAN Şubat 2015 sayısında da değindiğim bir konu, “aldığınız eğitim ve edindiğiniz disiplinle, işin pratiğinde tecrübe ettiğiniz gerçekler arasındaki çelişki.” İkincisi Büyük mimar egolarımızın -işin merkezindeyken bile- müdahil olamadığı mevcut mekan üretimi ve hatta kullanımı koşullarında ortaya çıkanların yapılı çevreyi oluşturduğu gerçeği.

İşte pek de konuşmadıklarımız, paylaşmadıklarımız, mütevazi rolllerimiz ve portfolyoların görünmeyen kısmı.

Etiketler:

İlgili İçerikler: