Bir Küçük Burjuva Sorunsalı: Çok İstemek Ama Koruyamamak

SENEM DOYDUK

Köşemizin bu ayki konuğu; koruma alanındaki uzmanlığı ve halkla beraber “halk için mimarlık” mottosu altında yürüttüğü çalışmalarıyla bilinen Yrd. Doç. Dr. Senem Doyduk... Bilindiği üzere kültürel miras olgusu, akademisyenler, sanat ve mimarlık tarihçileri, arkeologlar, koruma ve restorasyon uzmanları gibi bir grup aydın tarafından dert edilegelmiş, bu bilgili kişilerin oluşturduğu kurulların verdiği kararlarca denetlenen; bu koruma-onarım-restorasyon işlerinin yürütülmesi bağlamında ise, bu tür koruma işlerinde uzmanlaşmış bir grup müteahhit ve bu mirasın fiziksel çevreyi belirlemesinden ötürü bunlar üstünde idari olarak söz söyleme ve uygulama yürütme yetkisini taşıyan belediye ve imar yetkilileri gibi seçkin kişi ve gruplardan oluşan özünde dar kapsamlı bir kesimin dert edindiği/edinmek durumunda kaldığı bir konu olarak algılanıyor. Bu dar kapsamına rağmen oldukça geniş yetkilere sahip bu kişi ve kurumlar, kendilerini oluşturan bireylerin bilgi birikimleri, güçleri, yetkileri ve saygınlıkları nedeniyle de bir tür koruma entelejansiyası oluşturuyorlar. Koruma meselesi de bir grup aydının, bir elit zümrenin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konuymuş ve onu kullanan, onu üreten, kimi zaman da ona sahip olan halktan uzak bir meseleymiş izlenimi veriyor. Oysa koruduğumuz veya korumaya çalıştığımız miras, halkın kolektif bir ürünü olarak kültürel bir değer taşıyor. Bu çerçevede, koruma meselesi ve katılımcılık olgusu arasındaki ilişkiyi sorgulamak istiyoruz ad infinitum'un bu ikinci yazısında... Murat Çetin

Koruma uzmanlık alanının halk ile irtibatsızlığı-kopukluğu-temassızlığı konusunda söylenebilecek sözler, mimarlık ve hatta akademik alanının da halktan kopukluğuyla birbirine benzer. Aslında koruma; mimarlık alanında, diğer uzmanlıklardan şu içerikle biraz daha şanslı: Kuramsal alandan daha çok pratik alan ile ilgilenen koruma, halka bir nebze daha fazla temas etme potansiyeli taşıyor. Böyle görünse de, alanda bulunma gerekçesi ve mantığı değişmediği sürece, tüm pratiğini alanda geçiriyor olmak dahi halkla kurulan ilişkinin içeriği ve bu içerikten sağlanacak kazanımlar bağlamında koruma disiplininin durumunu diğer disiplinlerden farklı kılmıyor. Çok sayıda alan çalışması –ve hatta bunların neredeyse tamamını öğrenciler ile birlikte- gerçekleştirmiş bir akademisyen olarak, akademik çalışmaların, koruma uzmanlığının ve en genelinde mimarlık mesleğinin halktan ne derece kopuk olduğunu, Mimar Meclisi üyesi olarak 2015 yılından itibaren gecekondu mahallelerinde sürdürmekte olduğumuz çalışmalarla daha çarpıcı bir şekilde deneyimlediğimi söylemeliyim.

Hala tek tük rastlanmakla birlikte “bilinçsiz/bilgisiz/ilgisiz/cahil halk” söylemlerinin koruma alanında artık geçerliliğini yitirdiğini görüyoruz. Yani, memleketimizdeki koruma alanının başarısızlık faturasını, “cahil” ve “kültürsüz” halka kesenler artık pek görülmüyor ya da bu düşüncelerini çok yüksek sesle söylemekten sakınıyorlar. Koruma alanında uzmanlaşmış bir avuç meslek insanı, geçmişten günümüze kalan alanların ne şekilde, hangi biçimsellikte, hangi yöntemlerle korunacağını çok iyi “bilmekle” birlikte; bu bilgi ne yazık ki bir türlü “cahil” halka aktarılamamakta, o nedenle de insanlar koruması gerekenleri yıkıp yakmakta, kişisel çıkar ve kazançları uğruna yok etmekte –idiler. Sanırım bu söylem çekiciliğini, son on yıllarda iktidarlar eliyle yapılan çok büyük ölçeklerdeki yıkımlar ve yok edişlerle kaybetti. Koruma söylemi; iktidar ve sermayenin, çok geniş ölçeklerde, geri dönüşü olmayan yıkımlarına seyirci kaldıkça; doğanın, kültürel varlıkların yok olmasının faturasını, “cahil” halkın tek yapı ölçeğindeki yıkımlarına kesmekten vazgeçmişe benziyor. Yüz metrekarelerce alanı kaplayan, antik çağlardan kalma mahallelerin ve yüzlerce yıllık anıtların yıkımları karşısında akademik çevre elle tutulur bir tepki vermese de, meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları en kötü ihtimalle tüm sürecin takipçisi ve kayıtçısı konumunu sürdürüyor.

2013 yılında memleketimizde ilk kez bir kamusal mekan, bir halk hareketiyle, büyük bir sahiplenişle “korundu” ya da “yıkılmaktan kurtarıldı”. “Bir park için gösterilen muhalefet, anıtsal bir yapı için, bir mahalle için neden gösterilmiyor?” sorusu oldukça acımasız bir soru olur elbette. Gezi ayaklanmasının bir park meselesi olmadığı, süreç boyunca çok daha fazla etken ve değişkenle biçimlendiği biliniyor. Ama yine de, sorunun provokatif özelliğinden faydalanmak uğruna bu noktadan tartışmayı anlamlı buluyorum. Bir Gezi ayaklanması ölçeğine ulaşmasa da, örneğin AKM için neden bir toplumsal muhalefet oluşmadı ya da akademisyenlerin, entelektüellerin yaratmaya çalıştığı geniş ölçekli gündem oluşturulamadı? Çok sayıda panel, forum düzenlenip, bilimsel ya da toplumsal görüş sunulmasına karşın geniş ölçekli bir sahiplenme olmadı, olamadı.

Başka bir örnek olarak, Emek Sineması için sokak muhalefeti de dahil olmak üzere, yine çok sayıda girişimde bulunuldu. Bu yapının yıkılışının nasıl bir tarihsel ve kültürel kayıp olduğu pek çok mecrada anlatıldı. Sulukule Mahallesi’nin sahiplenilmesi bağlamında; akademik çevrelerin, sanatçıların, aktivistlerin çokça çaba gösterdikleri, mahallenin yıkılıp yok olmasının engellenebilmesi için gündem yaratma, yereli sürece dahil etme gibi yöntemlerin uygulandığı pek çok çalışma yapıldı. Sürece ulusal ve ulusalararası ölçekte o kadar çok sayıda ve bir o kadar da farklı niteliklerde aktör dahil oldu ki, saymakla bitmez: sanatçılar, bilim insanları, ulusal ve uluslararası koruma kurumları, şehir plancıları odası, mimarlar odası, çevreci inisiyatifler, sosyal platformlar…

Tüm bu kent hareketlerini ve kentsel mücadele aktörlerini, amaçlarının vardığı noktaya bakarak, yani mahallenin sonuçta korunamamış ve yıkılmış olması üzerinden değerlendirmek tabi ki sığ bir değerlendirme olur… Hiç ama hiç şüphesiz ki; öğrenilenler, birikimler, deneyimlerin aktarımı, tanışıklıklar, bilgi üretimi, belgelemeler, kültürel katmanlaşmaların toplumsal öğretilerle girdiği akılcı, öğretici, özgürlükçü, bilimsel, metafizik… ve tahayyül sınırlarımızı zorlayacak, sayısız kavramsal kazanım ve öğreti var elbette…

Ancak, yazının başında da değindiğim gibi, birkaç yıldır gecekondu mahallelerinde Mimar Meclisi topluluğu ile çalışmış bir akademisyen olarak, şu karşılaştırmalı soruyu sormadan edemiyorum: Sadece 30 yıllık bir geçmişi olan Küçük Armutlu mahallesinin yoksul halkı, “değerlerimiz, mirasımız, geleneğimiz, geçmişimiz” diyerek bir mahalleyi korumayı nasıl başarıyor da, bunca aktivist, bilim insanı ve entelektüel sesini duyuramıyor, sözünü dinletemiyor? Bugünlerde, Yıldız Teknik Üniversitesi Beşiktaş Kampüsü’nün boşaltılarak, Cumhurbaşkanlığı’na devredilmesi söz konusu. Akademik kariyerini yer/aidiyet/sahiplenme/mekanda iz bırakma gibi kavramları sorgulayıp anlamlarını çoğaltarak -ya da hiçleştirerek- kariyerini taçlandıran pek çok bilim insanı, bu yerinden edilme konusuna kolayca ikna oldu. O yerlerde ne kadar kıymetli şeyler yaşadıklarını, gidiyor olduklarını lakin oraları unutmayacak olduklarını (hafıza ve kültürel katman gibi anahtar kelimeleri bolca kullanarak), yeni sahiplerin okullarına iyi bakmasını umduklarını ve daha da detaylı, duygusal mesajlar yayınladılar… Bir akademik ortamın temel araçları olan bilimsel gerekçelere dayanan bir açıklama talep etmedikleri gibi, bu gerekçelerin yokluğundan kaynaklı kullanmaya haklarının bulunduğu resmi itiraz mekanizmalarının hiçbirini kullanmayı düşünmediler bile. Burada yaşadığı, kullandığı yeri sahiplenen, yıktırtmayan, varıyla yoğuyla savunan mahalleli insanlar ile bu aidiyeti kuramsal olarak bilen, bilgisini kamuyla paylaşmak için kendince çaba gösteren akademik/entelektüel çevre arasındaki en belirleyici fark şu bence: Anlam Değeri olgusu.

Küçük Armutlu mahallesinin kullanıcıları için taşıdığı anlam değeri ile AKM’nin, Haydarpaşa’nın, Narmanlı Han’ın, Sulukule’nin sahipleri için taşıdığı anlam değeri o kadar farklı, o kadar farklı ki… Küçük Armutlu’da verilen hak, aidiyet ve meşruluk ile ilişkili eğitim ve emekler, ne yazık ki kentliye verilmiyor. Akademyaya ait kişilerin, yazarların, entelektüellerin böyle bir emek vermeye gönüllü olup olmamaları bir yana, böyle bir emeğin gerekli olduğunu, bu bilincin adım adım örülerek işlenmesi gerektiğinin ayrımında dahi olduklarını zannetmiyorum. Bunun nedeni yukarda belirttiğim gibi yer/aidiyet/sahiplenme gibi kavramların anlamlarının sorgulanırken tahrip olmuş olması olabileceği gibi, ait olunan ekonomik ve sosyal sınıfın değerler setinin yerle olan ilişki değil, ilişkisizlik üzerinden kurulması, dolayısıyla modernliğin mobil bir hayata, konargöçerliğe ve her kentte kiralanabilir hayatlara değer yüklemesi de olabilir. Fakat bunu çözümlemek bu yazının konusu değil. Burada akılda tutmak gereken önemli nokta, yer üzerinden kurulan anlam değerinin kaçınılmaz olarak sınıfsal bir niteliğinin olması.

Kendi yer kavramına atfettiği ortak bir anlam değeri olmayan akademyanın bu nedenledir ki Sulukule’de insanlara sahip oldukları mahalle kültürünün ancak o yer ile bağlı kaldıklarında sürecek bir anlam değeri olduğunu, o yerin orayı yıllar boyu sahiplenmiş, anılar biriktirmiş, çevre semtlerle ilişkiler kurmuş insanlarıyla, onlarla anlam değerini koruyabileceğini aktarabileceğini düşünmek abesle iştigal neredeyse. Tam da bu nedenle, tıpkı Emek Sineması ve Narmanlı Han örneklerinde olduğu gibi, AKM’yi korumak için, yıktırtmamak için bir türlü istenildiği kadar geniş ölçekte bir gündem oluşturulamıyor. Bu tekil yapıların ifade ettiği anlam değeri her ne kadar akademya için büyük ve önemli gibi görünüyor olsa da, aslında o kadar da değil. Eğer olsaydı, ne pahasına olursa olsun bu anlam değerini paylaşmak, büyütmek için halka emek verir, ilk önce kendi alanlarından, üniversitelerinden başlayarak yerlerini, yani değerlerini korumaya kararlı bir tavır sergilerlerdi.

İşte bu yüzden, yalıtılmış akademik ve entelektüel mecralardaki konferanslar, sempozyumlar, bildiriler, forumlar, kokteyl masalarındaki sızlanmalar… hiçbir somut gerçekliği olmayan bir tatmin sahnesinden öteye geçmiyor. Demokratlık ve toplumsal duyarlılık üzerine inşa ettikleri kariyerlerini parlatmak için bir çeşit toplumcu hassasiyetler taşırmış gibi görünen aktivist meslektaşların, yıkımları ve yok etmeleri mümkünse duyulamayacak kadar hafif bir tonla eleştirirken bir yandan da iktidar ve erk ile bağlantılarına zeval gelmemesi için eğilip bükülmeleri akademik ve entelektüel çevrelerde ne ölçüde bir anlam değeri erozyonu yaşandığının göstergesi olarak görülebilir. Oysa anlam değeri, insanı insan kılan, dünyayla bağını kurmasını sağlayan temeli oluşturur ve bu temel öncelikle yaşanılan yerle, sonrasındaysa yerin kılavuzluğunda tüm kentle inşa edilir. Yazının başında da belirttiğim gibi koruma disiplininin, diğer uzmanlıklara göre daha çok “alan”da olması sebebiyle bu anlam değeri inşasıyla daha yakından ilintili olduğu düşünülebilir. Oysa alanda olmak dediğimde; halkla bir arada olmak değil, halkın yanında olmak değil, en basit ve gerçek anlamıyla halk “için” orada olmak anlamına geliyor. Halk için alanda olmak ise, kendi yaşam alanındaki anlam değerlerine olduğu gibi, halkın sahip olduğu anlam değerlerine de halkla birlikte, halklaşarak sahip çıkmaktan geçiyor.

Etiketler:

İlgili İçerikler: