Hayatın Tek Sabiti: Değişim
Günümüzde kentsel dönüşüm, çoğu büyük şehirde aşırı nüfus yoğunluğunun yarattığı bir probleme çözüm olarak gelişmekte. Kırsal kesim ve küçük kentlerdeki ekonomik ve sosyal ihtiyaçların yeterince karşılanmaması sonucunda nüfus, göçler ile birlikte Londra ve İstanbul gibi sanayinin gelişmiş olduğu şehirlerde hızla artıyor. Nüfusun artması da beraberinde konut, altyapı, eğitim, sağlık, kültür ve çalışma olanaklarının artırılmasını gerektiriyor. Londra’da da İstanbul’da olduğu gibi bu gereksinimler ancak büyük bir probleme dönüştüğünde tartışma ortamı yarattı, konu politikacı ve mimarların manifestolarıyla popüler hale geldi.
Teknolojik gelişmelerle birlikte artan işgücü ihtiyacıyla Londra’ya II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı bir göç başlamış ve 1945 yılından günümüze şehrin nüfusu dramatik olarak arttı. İstanbul’dan farklı olarak göçmenlerin büyük bölümünün başka ülkelerden gelmesi, dönüşüm sürecini kentsel ölçekten çıkarıp politik bir karakter kazandırdı. 2001-2011 yılları arası genel nüfus sayımlarında artışın %70’i yabancı göçmen olarak belirlenmiş. Bu çeşitlilik, değişik kültürleri ve bilgi akışını bir araya getirerek Londra’yı daha da çekici hale getirdi. Bu gelişme bir yandan işgücünü ve inşaat sektörünü artırarak şehri daha da güçlendirirken diğer yandan da özellikle konut ihtiyacını artırdı ve kentsel değişim sürecini hızlandırdı. Yerel halkın ve politikacıların korktuğu nüfus artışı aslında kenti daha da ileri bir seviyeye çekti, kentsel planlama olanaklarını artırdı ve ekonomiyi geliştirdi. Bu süregelen hızlı gelişme, ülke genelinde kararlar gerektirirken politik partilerin görüşleri, günümüzde de kentsel dönüşüm ve yenileme projelerini kontrol ederek mimariyi şekillendiriyor.
1950’lerdeki konut ihtiyacı ve II. Dünya Savaşı bombalarının yarattığı boş alanlar, dönemin modern mimarlık anlayışı için ortam yarattı. Muhafazakar partinin manifestosu doğrultusunda konut boyutları küçültülerek özel sektöre sosyal toplu konut projeleri yaptırıldı. Yeni konutların çoğu, o zamanlar konut sorununa ideal bir çözüm gibi görünen çok katlı kule blokları biçimindeydi. Hükümetin desteği ile 1950'lerde ve 60'larda yüksek katlı apartman bloklarının inşaatı daha da arttı. Fakir bölgelerin yenilenmesi amacıyla devlet altı kattan yüksek bloklara yatırım yaptı ve kentler modern şehir planlama kavramlarına göre yeniden inşa edildi. 1960'larda 500.000'den fazla yeni daire inşa edildi ve Londra, belediyenin sahip olduğu yüksek toplu konut binalarıyla yeniden şekillendi. Ancak hükümetin bu toplu konut konsepti, daha sonraki yıllarda bloklardaki aşırı nüfus yoğunluğu ve düşük yaşam kalitesi nedeniyle eleştirildi ve 1970'lerden itibaren konut inşaatı düşmeye başladı. 1980’lerde Margaret Thatcher hükümetinin uygulamaya soktuğu Konut Yasası uyarınca toplu konut sahiplerine içinde yaşadıkları konutları “satın alma hakkı”nın verilmesi ve özelleştirmenin getirdiği etkilerle bu düşüş daha da dramatik hale geldi ve konut ihtiyacını daha da artırdı.
Tony Blair ile İşçi Partisi’nin iktidara gelmesiyle beraber 90’ların sonunda kentsel gelişme ve sürdürülebilirlik kavramları yeniden irdelendi. Thatcher döneminde kapatılan Londra yerel yönetimi, seçilmiş belediye başkanı ve meclisten oluşan GLA (Greater London Authority) olarak yeniden kuruldu. Halk tarafından demokratik olarak seçilen GLA hükümet, devlet kurumları ve yerel belediyelerle ortaklık içinde çalışarak yenileşme projelerinin gerçekleştirmesinde önemli bir role sahip. Yeni Sürdürülebilir Kentsel Yenileşme Modeli, ekonomik rekabetin sağlanması, sosyal dışlanmanın azaltılması ve çevrenin korunmasını hedefliyor. Sadece konutların iyileştirilmesine odaklanmıyor, aynı zamanda suç, işsizlik ve kamu sektörünün yeniden güçlendirilmesi gibi problemleri de ele alıyor. Yeni modelle yoksul mahallelerin temel yaşam kalitesinin artırılması, daha iyi sağlık, konut ve fiziksel çevre koşullarının sağlanması hedefleniyor.
Günümüzde de geçerliliğini koruyan bu kentsel planlama modelinde öncelikle yenilenecek bölgelerin doğru olarak belirlenmesi ve bölgenin problemlerinin, sakinleri aracılığıyla anlaşılması amaçlanıyor. Bu süreç yerel kuruluşlarla ve bölge halkıyla ortak olarak ve koordinasyon içinde çalışmayı gerektiriyor. Bölge halkının kararlara dahil edilmesi projelerin başarısını artırmakta, projelere holistik ve demokratik bir yaklaşım getirmekte. Belediyenin halkı projeye her aşamada dahil etmesi ve mimari tasarım panelleri yaparak profesyonel bilirkişi görüşlerinden faydalanması, yüklenici ve yatırımcı firmaların kar ve rant kaygılarını az da olsa bastırabilmekte.
Bu yaklaşımla tasarlanmış Londra’nın Elephant & Castle bölgesi dönüşüm projesi, sürdürebilir kentsel tasarımın en iyi örneklerinden. Projenin temelinde ortaklık stratejisi var ve önerilen kentsel yenileşme süreci düşük gelirli kesimi koruyarak, Elephant & Castle’i yaşamak ve çalışmak için daha iyi bir ticari merkez haline getirmeyi hedefliyor. Projenin ana amaçları bölgedeki konut sayısını artırmak, otomobil merkezli ulaşımdan toplu taşıma ve bisikletli ulaşıma geçmek, yerel ekonomiyi kalkındırmak ve sosyal bütünleşmeyi sağlamak. Proje kapsamında, İngiltere’nin ilk alışveriş merkezi yıkılarak yayalar için yeni bir pazar meydanıyla 42.000 metrekarelik dükkan ve restoranlar oluşturuldu. Proje, trafik sorunlarıyla ünlü Elephant & Castle bölgesini yeni bir “yaya merkezine” dönüştürürken, bölgeye 5.000 yeni konut, entegre bir toplu taşıma sistemi ve yeni yeşil alanlar getiriyor. Projede en az 1.650 yeni “affordable” yani karşılanabilir sosyal konut hedefleniyor. Zamanında “Güney'in Piccadilly'si” olarak tanınan, Charlie Chaplin’in de doğup büyüdüğü bölgenin, önerilen tiyatrolar, sinemalar, kafe ve restoranlarla eğlence merkezi olma karakterinin yeniden canlandırılması amaçlanıyor. Bölgedeki inşaat çalışmaları, protestolar ve yükselen vinçlerin arasında üç milyar poundluk projenin başarılı olup olmadığını henüz anlamak güç olsa da yayaların hakim olduğu Elphant & Castle, yeni sosyal alanları ve parklarıyla şimdiden daha güzel bir yer.
Elephant & Castle kentsel yenileme projesinin en önemli adımlarından biri ise 1960-70’lerin modernist sosyal konutu Aylesbury Estate’in yıkılarak yeniden projelendirilmesi. Çoğu zaman “kentsel çürüme” olarak sınıflandırılan 2.700 konutluk kompleksin 7.500 sakini, toplumun en fakir kesimi olarak nitelendiriyor. Mimarisi ve yaşam kalitesi ile birçok filme konu olan sosyal konut, barındırdığı düşük yaşam koşulları, yüksek işsizlik ve suç oranlarıyla sağladığı sosyal koşullar açısından ülke çapında en alt seviyede. Dönüşüm projesiyle daha iyi bir yaşam seviyesi, yeni sosyal tesisler ve geliştirilmiş açık alanlar öneriliyor. Projenin amacı yerel halkın sosyal ve ekonomik olarak dönüşüm projesinden faydalanması, bölgeye yüksek standartlı yeni konutlar, eğitim, öğretim, sağlık ve sosyal gelişmeler getirilmesi. Projedeki 4.200 yeni konutun yüzde ellisi karşılanabilir sosyal konut olarak tasarlanmış. Yeni konutların sadece yarısının düşük gelirli kesime hitap etmesi, projedeki sosyal sınıflaştırmayı azaltarak, konut eksikliği sorununu şehir ölçeğinde çözmeyi hedefliyor. Proje farklı gelir sınıflarını bir arada tutarak sosyal dengeyi sağlamayı amaçlıyor.
Böylesine büyük bir projenin ve yıkımın beraberinde getirdiği finansal sorunlar ve Aylesbury Estate sakinlerinin hakları, projeye politik ve mimari olarak daha da büyük sorumluluk katmış durumda. Mevcut binaların yıkılmasını içeren planda ilerlemek için belediye, daha önce “satın alma hakkı” politikası uyarınca belediyeden evlerini satın almış sakinlerden aynı evleri geri satın almak zorunda kaldı. Bazı sakinler bu durumdan kar ederken, belediyenin dönüşüm projesi kapsamındaki satışları düşük fiyatlarla yapmaya çalışması diğer sakinler tarafından protestoyla karşılandı. Projenin inşaatının ilk aşaması 2012 yılında tamamlandı, son aşamanın yıkımı satın alma sürecindeki sıkıntılar nedeniyle durduruldu. Belediye, kiracılara yeniden düzenlenmiş projelerde mülk ve konut sahiplerine malları için emlak fiyatının yüzde onundan fazlasını teklif etmesine rağmen sekiz adet karşı görüşlü konut sahibiyle olan anlaşma süreci hukuki olarak hala devam ediyor.
Aylesbury Estate ve Elephant & Castle projeleri Londra’nın geneline yansıyan bir yenileme süreci. Dünyanın birçok kentinde olduğu gibi Londra’nın da nüfus çoğaldıkça ve yaşam kentleştikçe yenileşmeye ve değişime ihtiyacı var. Londra, süregelen göç ve nüfus artışına ayak uydurabilmek için sanayileşme sürecindeki deneyimleri ve Avrupa Birliği’nin de katkılarıyla sürdürülebilir kentsel yenileşme yaklaşımını 19. yüzyıldan itibaren geliştirmiş. Günümüzde kentsel planlama projeleriyle Avrupa Birliği’nin öncü şehirlerinden. Toplu taşıma ve altyapının en iyi işlediği örneklerden olan Londra, dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olmasına rağmen yaşamak ve çalışmak için hala en çok tercih edilen yerlerden biri. Süregelen ekonomik koşullar ve dönüşüm projeleri bu rağbetin taleplerini karşılamaya yetmiyor. Ekonominin sosyal konuta yeterli maddi akışı sağlayamaması özel yatırımcıların hakimiyetini artırmış, şehrin dışa doğru büyüyememesi hukuki ve sosyal olarak zor olan yenileme projelerini öne çıkarmış. Bu etmenler konut inşaatını yetersiz bırakmış ve Londra’yı pahalı bir gayrimenkul merkezine dönüştürmüş, kentin dinamiğini bozarak ekonomik dengesizlikler yaratmış. Yüksek konut fiyatları ve yoksullaşan yaşam tarzı, dönüşüm sürecinin yeniden gözden geçirilmesini gerektiriyor.
Kentler, istenirse medeniyeti ve teknolojiyi en güzel şekilde yansıtabilir, istenirse de sosyal olarak kutuplaşabilir ve fiziksel olarak çevreye zarar verebilirler. Toplumsal ve çevresel sürdürülebilirlik yapılaşmayla değil, aynı zamanda altyapıyla, toplu taşıma ve bisiklet yollarının öne çıkarılarak, kamu alanları ve parkların geliştirilmesiyle de sağlanabilir. İdeal kent, gerçek bir karışım olarak planlanmalı; yaşam, iş, eğlence, yoksul ve zengin birbiriyle iç içe tasarlanmalı. Gerek Londra’da gerekse İstanbul’da ana amaç yaşam kalitesini artırmak, sosyal eşitsizliği ve konut sıkıntısını ortadan kaldırmak olmalı.
Bugün Londra’daki planlamayı sorgulasak da İstanbul’un Londra’dan öğrenebilecekleri çok. Fizibilite çalışmalarının detayı, halkın ve bilirkişilerin projelere katkısı, kamu alanlarına, parklara ve toplu taşımaya verilen önem, İstanbul için yol gösterici olabilir. Yeterince irdelenmeden projelendirilen binaları ve otomobil odaklı altyapısıyla İstanbul’un hızla şehir dışına doğru büyümesi sadece kısa vadeli çözümler yaratıyor ve şehrin sürdürülebilirliğini azaltıyor. Dönüşüm süreci; sosyo-ekonomik olarak ele alınmalı, suç ve işsizlik oranlarındaki düşüş, eğitim ve sağlık birimlerinin yenilenmesi, parklar ve kamu alanların gelişimi ile bütüncül bir yaklaşım sergilemeli. Dönüşümün getirdiği ekonomik gereksinimler özel firmaların kar katkılı yatırımlarına odaklanmaktansa devletin desteğiyle, gerekirse vergilerin yeniden düzenlenmesiyle karşılanmalı. Projelerin fizibilite çalışmaları sorgulanmalı, süreç halkın düşünceleri ve seçimleriyle demokratik olarak yürütmeli. Türkiye’deki imar planlaması anlayışı sürdürülebilir kentsel gelişmeyi ve uzun vadede tasarımın kalitesini amaçlamalı, kullanılmayan ya da yetersiz işlevli binaları geri dönüştürmek hepimizin görevi olmalı.
İlgili İçerikler:
-
Çocuklar için Tasarlamak / Büyükler için İnşa Etmek: Alle KIDS
-
2024 RIBA Stirling Ödülü’nün Kazananı: The Elizabeth Line
-
Reciprocal House
-
Yeşim Parkı Aktif Yaşam Alanı
-
Age 29
-
B&T House
-
Rita Clinic
-
Yansıma
Boğaz'ın iki yakası arasında süzülen İstanbul'un Şehir Hatları Vapuru yansımalar ve çakışmalarla dolu büyüleyici imgeler sunuyor. Vapurun içindeki silüetler ve Boğaz'ın görkemli manzarası birbirine karışıyor.