İki Bilme Biçimi; Bir Fotoğraf Albümünün Hatırlattıkları...

TAYFUN GÜRKAŞ

Köşemizin bu ayki sayısında yer vereceğimiz konuğumuz; genç kuşak mimarlık tarihçilerimizden Y. Doç. Dr. Tayfun Gürkaş.

Koruma disiplini, belgelemeye dayalı bir disiplin kuşkusuz; dolayısıyla arşivleme bağlamında mimarlık tarihi, mimarlık tarihi yazını ile de yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Ancak koruma için belgeleme ve arşivleme aslen onarım, restorasyon ve benzeri eylemler için bir başlangıç noktası gibi algılanmakta. Bazı durumlarda ise, özellikle fiziki korumanın gerçekleşmesinin zor veya imkansız olduğu durumlarda, arşivleme/belgeleme korumanın ta kendisi haline gelmekte. “Belgelerde koruma” ve “fiziken/somut olarak koruma” ikileminin kumpas ayakları arasında uzanan yelpazede mimarlık ve belgeleme ilişkisini bir mimarlık tarihçisinin gözünden okumanın anlamlı olacağını düşünüyoruz. Bu çerçevede, koruma meselesi ve mimarlık tarihçiliği bağıntısını, özellikle de koruma ve arşivleme kavramları arasındaki ilişkiyi sorgulamak istiyoruz ad infinitum'un bu ayki yazısında... Tayfun Gürkaş somut ve çarpıcı bir örnek üzerinden bu bağıntıyı tartışıyor...
Murat Çetin

Arşivlemek ve korumak kelimeleri kulağa sanki her zaman aynı cümle içinde kullanılmaları gerekiyormuş gibi geliyor. Hatta öncelik sonralık sırası bile var. Önce arşivle sonra koru. Ama iki eylem arasındaki farkı “ne demek bunlar” sorusunu sorarak bulmak bu sarmal yüzünden kolay da olmuyor. Belki soru şöyle sorulabilir: arşivlemek ve korumak kimin işine yarıyor? Bu soru, en azından iki farklı eylemi gerçekleştiren iki farklı iş grubunu hemen akla getiriyor. Arşivciler ve korumacılar. İki farklı iktidar ve iki farklı bilme biçimi demek bu. Son zamanlarda dijital arşiv dünyasının sorunlarını bir kenara bırakırsak iki eyleme biçiminin birbirinden ayrılması kolay görünüyor. Arşiv tanımı gereği hafızayı oluşturan her şeyi ayrımsız, o haliyle biriktirmek; ikincisi ise zorunlu olarak bir şeyi seçmeyi gerektiriyor. Eğer itirazınız “hayır seçim yapmak zorunda değiliz, her şeyi koruyabiliriz” yönünde ise ve bunu yapabiliyorsanız yaptığınız zaten koruma değil arşivcilik oluyor. Bu ayrımı başka bir örnek üzerinden tartışmak daha verimli olabilir.

Ara Güler’in, 1958 yılında baraj açılışından dönerken yolunu kaybedip bir köye ulaşması ile başlıyor hikaye. Bulduğu köy antik Aphrodisias şehri üzerine kurulu bir Ege kasabası. Çektiği fotoğrafları Times dergisine göndermesiyle de köy bir anda tanınır hale geliyor. Köyde bir kazı ekibi çalışmaya başlıyor ve en son olarak da Unesco Dünya Mirası Listesi'ne dahil ediliyor.

Fotoğraflar: Ara Güler / Fotoğraflar Geyre Vakfı'nın hazırladığı Afrodisias kartpostal setinden alınmıştır.

Kısa bir internet araması ile Ara Güler’in çektiği siyah-beyaz görsellere ulaşmak mümkün. Karşımıza çıkan fotoğraflar çekenin ustalığını kanıtladığı gibi üzerine düşünmek için de bize bol malzeme sağlıyor. İlk bakışta karşımızdaki fotoğraflarda siyah beyaz olmalarının da etkisi ile ağır bir romantizm seziliyor. Köhnemişliğin, yıkık döküklüğün ağır bastığı, fotoğraflardaki kişilerin hiç birinin size bakmayıp aksine uzaklara dalmış hali bakanı hemen kendine çekiyor. Ama biraz daha dikkatli baktığımızda ortada bir tuhaflık olduğu da fark ediliyor. Ayrıntılarda hayalimizde canlanan bir kasaba görüntülerine uymayan bir takım nesneler var. Örneğin bir Antik Yunan sütunu görmeye alışık olduğumuz yerinde değil, kasabadaki bir evin damını taşıyor; biraz ötede bir başkası bir evin bahçesinde çit olarak kullanılmış. Bir diğeri köy kahvesinin sundurmasının temelinde karşımıza çıkıyor. Daha da güzelleri var. Koca bir antik stadyum yapısı birinin tarlası olarak kullanılıyor veya bir lahit yalak olarak işlev görüyor. Bütün bu ayrıntıları fark ettiğinizde elinizdeki fotoğraflar daha da ilgi çekici hale geliyor.

Olağan gündelik alışkanlıklarımız ve modern bilincimiz bize bu gördüklerimizde bir hata olduğunu söyleyecektir hemen. Antik bir yunan kentin kalıntıları, hemen en yakın müzede olması gerekirken bir grup tarih bilincinden yoksun köylü tarafından mahvedilmektedir. Kaç bin yıllık tarihi eserler cahil insanların elinde yok olup gitmektedir. Bu duruma üzülmek yerine üzüntümüze biraz ara verip kendimize şu soruyu sorabiliriz? Bu eserlerin tarihi olduklarını nasıl biliyoruz? Sorum, gördüklerimiz taklit mi değil mi nereden biliyoruz şeklinde değil; bir tarihlerinin olduğunu, geçmişten kaldıklarını nereden biliyoruz üzerine. Biraz daha genişletelim; tam olarak bir “tarih” ve hemen yanında peşi sıra kullandığımız bir kelime olan “geçmiş” tam olarak ne demek? Aynı soruları farklı şekillerde sormak da mümkün, tarih denen bir şeyin olduğunu nereden biliyoruz? Eğer tarihi geçmişe yönelik bilgi üretimi olarak düşünüyor isek zihnimizde üçe ayrılmış zaman kategorilerimiz var demektir. Geçmiş diye bir şey varsaydığımızda aynı anda bugün ve gelecek diye iki ayrı şeyi daha düşünüyoruz çünkü. Zamanı böyle ayırmayı başarmak ise modern dünyanın bir icadı. Örneğin arkeoloji diye bir bilim dalını icat etmenin yolu da zamanı böyle üçe ayırmaktan geçiyor. Karşınızdaki eserin şimdiye ait olmadığı, şu andan, bizden farklı olduğunu o nedenle de üzerine düşünülmesi araştırması ve bilgi toplanması gerektiğini söyleyebilmek ancak böyle üçlü biz zaman algısı ile mümkün. O nedenle arkeoloji de ilk defa dünyanın belli bir coğrafyasında, daha yoğun bir biçimde modernlik üretimlerinin artmaya başladığı İtalya’da Rönesans ile başlıyor. Bir bilim olarak tarih de aynı şekilde modern bir üretim. Geçmişten ders almak (history) için hikaye anlatmak ile aynı hikayeyi bilinmesi ve üretilmesi gereken bilgi nesnesine çevirmek arasındaki fark da aynı şekilde zaman kategorileri ile bağlantılı. Bu ayrımın yol açtığı düşünme biçimlerinden bir tanesi de tarihsel olarak neyin değerli neyin değersiz olduğuna karar vermek zorunda kalmamız. Neyin üzerinde konuşulabilir neyin göz ardı edilebilir olduğu meselesi modern dünyamızın bir problemi. Çünkü zamanı böyle tahayyül ederek tarih üretmek zorunda kaldığınızda zorunlu olarak bir seçmecilik de yapmak zorunda kalıyorsunuz. Tarih anlatınızın içine neyin girip neyin girmeyeceğine tarihçi olarak masa başında karar veriyorsunuz. Geleneksel dünyanın karar vermek zorunda kalmadığı şey de bu. Zamanı bölmek zorunda kalmadığınızda karar vermek zorunda da kalmıyorsunuz. Ya da ifademi şöyle düzelteyim; karar vermek zorunda kaldığınız şey modern dünyanın ürettiği sembolik değer değil doğrudan kullanım değeri. İşime yarıyor mu yaramıyor mu? Bu fikrin günümüzde yeni yeni yeni aşıldığını söylemem gerek.

Bu coğrafyada yaşayan herkesin hafızasında sokaklarda “Eskiciiii!” diye bağıran bir adam yer etmiştir. O eskicinin yaptığı şey elinizdeki tarih yükü ile yüklenmiş o değerli nesneyi alıp yerine kullanabileceğiniz mandal vermektir, bildiğiniz gibi. Bu anlattığım sahne bir karikatür değil, geleneksel dünyanın nesnesi ile kurduğu ilişki biçimi. Nesne kullanım ve değişim değeri üzerinden tanımlanıyor. Evinizin bir köşesinde atalarınızdan yadigar kalan ve kullanmasanız bile atmaya kıyamadığınız nesneleriniz varsa bu sizi modern dünyanın bir bireyi kılıyor. Ama daha bilinçli yapmıyor, bunu hatırlamakta özellikle yarar var. Çünkü hikayenin başında anlattığım o fotoğraflar bunun kanıtı. O köyde yaşan insanlar o antik yadigarlar ile bugün bizim nesnelerle kurduğumuz ilişkiyi kurmuyorlar. Onlar için o nesneler kullanım süreleri kadar değerliler ama altını bir kez daha çizeyim değerliler. Sadece modern bireyin değer yargıları ile çalışmayan başka bir değerler sistemi içinde değerliler. O nedenle uzaktan bakınca cahil görünüyorlarsa bu onların kabahati değil bizim kendi problemimiz.

Baştaki soruya tekrar geri dönelim. Bu köyü nasıl korurdunuz? Sadece barındırdığı nesnelerini mi yoksa köylüleri de dahil eder miydiniz? Sonuçta bugüne ait olmayan bir değerler sisteminin, zihniyet dünyasının canlı taşıyıcıları onlar. Diyelim ki koruma işine köylüleri de kattınız o andan itibaren nasıl davranmalarını bekliyorsunuz? Gündelik yaşamlarına devam etmelerini mi yoksa artık koruma altında olmalarının bilinciyle gündelik yaşamlarını bir gösteri halinde yaşamalarını mı? Çünkü o gösterinin devam etmesi için sahnenin sürekli eski eserlerle beslenmeleri gerekecek. Sorular böyle bitimsizce çoğaltılabilir. Ya da bir seçenek daha var. Ara Güler’in yaptığını yapar belgeler ve uzaklaşabilirsiniz. Arşivler ve daha sonra gelen birilerinin o belgeler ile başka bir hikaye anlatmasına izin de verebilirsiniz. İki farklı iktidar ve iki farklı bilme biçimi. Bu nedenle kullanmak şöyle dursun elimizi sürmeye korktuğumuz bu nedenle de üzerine düşünemediğimiz ve yavaş yavaş çürümeye bıraktığımız o kıymetli ata yadigarlarımız ile kurduğumuz ilişkiyi bir daha gözden geçirmek yararlı olabilir. Hem bizim hem de kıymetlilerimizin geleceği için.

Etiketler:

İlgili İçerikler: