Kendini Yutan Yılan: İstanbul

MEHMET SİNAN BERMEK

Çoğu zaman için Türkiye’de üretilen sanatın başka bir dile çevrilemeyişi, farklı bir algıya dogrudan hitap edemeyişi sanki gizli bir dilin koruyucularıymışçasına biraz hayıflanarak biraz da buruk bir gururla yaşanır. Bu iletişim kopukluğundan kurtulmak için kimi uluslararası planda yapılmakta olan işleri kendi çapında yineler ve sanat çevresi gözünde vasat bir varoluşa esir olur, kimi de sanatçının özgerçekliğinde bulduğu, sınırötesi sanat kitlesinin “egzotik” eser arayışlarına oyuncak olur ve anlamdan sıyrılmış bir meta halinde butik sergilerde sunulur.

MAXXI’deki İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke sergisi ise bu alışılmışlığın beslediği beklentileri adeta yerle yeksan ediyor. Ülke genelinde cereyan eden habis hava, baskılar, yersizlik, kendi özümüze dahi yaşadığımız yabancılaşma ve bize bırakılan o küçük kaya çatlağında hayatta kalabilmek için kendimizin oluşturmak zorunda kaldığı mizahi lingoları ön plana çıkarıyor bu sergi. Üstelik benzer örneklerin aksine, o çok yakından tanıdığımız İstanbul’un o puslu ruh halini ve bilenmiş sinizmimizi izleyiciye sirayet ettiriyor. Belki de çoğumuzun geçmiş sergiler ve İstanbul bienallerinden gayet iyi hatırladığı eserlerden yapılmış homojen bir seçki bu.

Sırta yüklediği bütün çelişkiler ve yaşantılarla, insanı ve sanatçıyı hırpalayan İstanbul, betonla ve kanla örtülen suçların bütün Akdeniz coğrafyasında sessiz bıraktıklarının, yaşam alanlarından sürülen, bedenini bile mekan tutması engellenenlerin sesi oluyor bu sergiyle. İstanbul’dan yükselen ses, “tuzu kuru” hamilerin suskunluğa mahkum ettiği İtalyan sanat ve mimarlık topluluğuna vekaleten haykırıyor.

Eserlerin artık ayyuka çıkmış baskı ve şiddet ortamını ihbar etmek için toplumsal gerçekçiliğe, hatta bazı noktalarda akademik çalışmaların görsel sunumları olmaya kaydığı bir içeriği olan serginin kendisi ise seçim ve yerleşiminde incelikle, net ama abartısız bir sembolizm barındırıyor. MAXXI Müzesi'nin normalde süreli sergilere ayırdığı alanın dışına taşarak bizi karşılayan İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke, bir Ouroboros gibi önce kuyruk acısını paylaşıyor ziyaretçisiyle. İlk karşılaşmamızın anlamının tamamıyla değişeceğini bilmeden, bu mahremiyete teğet geçeceğimizi belki de hesap ederek.

Halil Altındere’nin sergi boyunca bizi yalnız bırakmayacak mikro-realist çalışmalarından ilki Guard’ın kontrolünden geçip yeni bir karşılaşmanın tüm tedirginliğiyle, PATTU’nun ortak zemine yeniden kazandırılmış dinlenme alanları Space Inventor ile sergiyle ilk buluşmamızı gerçekleştiriyoruz. Böyle bir giriş bizim aşina olduğumuz bir mekanizma olsa da bir İtalyan için halka açık bir mekana girerken ilk olarak güvenlik görevlisiyle karşılaşmak akıl almaz bir durum.

Space Inventor gergilerin uzayda çizdiği düz yüzeylerle sınırlanmış; kırgınlıklarımızın kurduğu şeffaf engellerimizle çevreli bu korunaklar sanki ziyaretçiye yoğun bir duygulanım maratonu öncesinde hazırlanmak için fırsat vermeye çalışıyor. Sonrasında ise yedi bölümlük macera başlıyor. Tıpkı serginin ziyaretçiyi sürüklediği gibi sorulardan mürekkep isimlere sahip yedi bölüm.

rainbow, sarkis / fotoğraflar: musacchio ianniello
rose garden with the epilogue, extrastruggle
space inventor, pattu
lost barrier, so
post resistance, osman bozkurt
drift / nothing surprising, ali taptık
cem dinlenmiş
atlas of interruptions, ceren oykut
dear istanbul, volkan aslan
rainbow, sarkis
shell, serkan taykan
rose of sapatao, nilbar güreş
against the current, güneş terkol

A ROSE GARDEN?
Serginin grafik kimliğini de kurgulayan Extramücadele’nin “J’accuse!” animasyonu Rose Garden with the Epilogue ile başlıyor sergi. Farklı bağlamlardan imgelerin çatışma yerine uyum içerisinde kurgulandığı bir özet. Belki de ne ile karşı karşıya geleceğini ilk defa anlatıyor ziyaretçiye.

Bu perdeyi aştıktan sonra, Zeyno Pekünlü’nün içten ve dürüstlükle herkesi sarmalayan Gezi Direnişi tanıklıklarını paylaştığı At the Edge of all Possibilities performansının çıplak gerçekliği, Herkes İçin Mimarlık’ın Occupy Gezi Architecture rölöveleri ile Osman Bozkurt’un hepimizin aşina olduğu gri boya sessizliğini ifşa ettiği Post-Resistance çalışması ortasında kalıyoruz. Bu, sergi boyunca birden fazla eserin birbiriyle etkileştiği mekanlardan sadece biri.

Gezi Parkı Direnişi ve çevresinde gelişen olaylara dair belki de Türkiye merkez medyasının paylaştığından da az haberi olan insanların “ağır” bir deneyim yaşadıkları ve yine medya filtreleri üzerinden “Arap Baharı” diye geçiştirdikleri bir toplumsal hareketin daha doğru ve kendilerine sandıklarından yakın olan konumunu idrak ettikleri nokta oluveriyor bu dikenli gülistan.

READY FOR CHANGE?
Bu bölüm geçtiğimiz onyıllarda İstanbul’u şekillendiren düzensiz ama sürekli kentsel büyümenin 20. yüzyıl sonunda yarattığı kontrol edilemez kültürel ardışım ve sosyo-ekonomik katmanlanmanın detaylı bir okumasını barındırıyor. Küreselleşme, ideoloji, din ve sermaye kıskacındaki İstanbul’da çoğulculuğa ve insanlığa ne kadar yer bırakıldığının ve hayatta kalmak adına neler yapılabileceğinin cevaplarını, müştereklerimiz üzerinden, çokdilli çözümlerle tartışan sergi; TOKİ, özel sektör ve kaçak yapılaşmanın ne kadar vahim bir azgınlıkla kentin suretini değiştirdiğini de ifade ediyor.

Emrah Altınok, Logie ve Morvan, Superpool, Atelier Istanbul: Arnavutköy ve bir diğer çok katılımcılı proje olan Mülksüzleştirme Ağları ile nadir bulunur bir titizlik ve derinlikle kentsel ölçekte başlayan eserler, yine aynı bölümde Nilbar Güreş ve Güneş Terkol’un çalışmaları ile bedenimize kadar yaklaşıyor ve belki de Cosentino’nun Tin City’siyle artık sadece hayal dünyamızda var olmasına izin verilen o oyunsu dokuya ilişiyor.

Bir detay olarak, serginin Romanların İstanbul’da yaşadıkları baskı ve sürgünün fenomenolojisini Sulukule Kentsel Dönüşüm Projesi üzerinden altını çizerek sunuyor olması, İtalyan kültürünün ve özelinde kentsel politikalarıyla Roma’nın hala kendi iç hesaplaşmasını yaşa(ya)madığı bir konuyu ön plana çıkararak önemli bir sosyal yükümlülüğü de yerine getiriyor.

CAN WE FIGHT BACK?
Gün be gün yaşamak zorunda olduğumuz travmalar ve ötesindeki hayal kırıklıklarının derinliği gözler önüne seriliyor bu noktada. Bir yanda Sarkis’in kendine özgü tarzındaki eseri Two Rainbows, öte yanda ise Mario Rizzi’nin Haziran, Temmuz, Ağustos’unda, aynı eserin ilham kaynağının yıkılmış görüntüsü. Her ikisi de Suruç katliamının anısı ve Ankara vahşetinin sesleriyle karışarak ziyaretçinin bu sürece The Outsider kaldığını yüzüne vuruyor.

Burak Delier’in Tersyön Shop içinde konumlanan Parkalinç (2007) afişi aslında direniş kültürünün eskiden beri yabancısı olmadığımızı hatırlatırken eser seçiminin ne kadar geniş bir zaman aralığından yapıldığının da altını çiziyor.

Benzer şekilde Nasan Tur’un Preparation video serisinde olduğu gibi içinde bulunduğumuz sürekli tetikte halin başı sonu karışmış halde. Cem Dinlenmiş’in Her Şey Olur’u, işin açıkça gözler önüne serdiği gibi farkındalık düzeyimizin belki hiç olmadığı kadar yüksek olmasına karşın içimize yerleşmiş çıkışsızlık ve çaresizlik duygusunun etkisinde ölçeğimizi yeniden belirlememiz gerektiğini hatırlatıyor.

SHOULD WE WORK HARD?
Bu bölümde İstanbul’un kırılma noktalarından biri olan ekonomik küreselleşmenin eşiğinde kimliksizleşen üretim süreçleri ve haklarını gün geçtikçe yitiren beyaz yakalı emekçilerin yaşama olan yabancılaşması ele alınıyor. Günümüzün güvencesiz iş ortamında, belki de artık arkaik bir ayrım olarak kalan, “mavi yakalı” olmanın örgütlenme geleneğinin örneklenen zaferleri ile aslında sanat üretiminin iç dinamiklerine de ciddi eleştiriler getiren çalışmalarıyla Ali Kazma ve yine Osman Bozkurt, Burak Delier ve Halil Altındere’nin işlerine yer verilmiş.

HOME FOR ALL?
Başlı başına günlerce sürecek tartışmalara yol açacak ev konusunda ise, kentte sanayileşme ile palazlanan, ya kabul ya da ret yaklaşımının çok kimlikli bir toplumda temel yaşam haklarının herkese sağlanması önünde nasıl bir engel oluşturduğunun altı çiziliyor ve bunu toplumun var olan her kesiminin yaşadıklarının salt belgelenmesi üzerinden irdeliyor. Can Altay ve Jeremiah Day’in You Don’t Go Slumming ile Şener Özmen’in çalışmaları ise bu süreçte sanat topluluğunun da ayrışmış olduğu sosyal katmanlar arasındaki kopuk diyaloğun mizahi bir eleştirisini sunuyor.

TOMORROW, REALLY?
Tarafsızlığın da ötesine geçen bir mesafeyle çizilen bu tablonun karanlık sonucunda geleceğe yönelik olarak ne düşünebileceğimizi irdelerken bu sefer kentten dışarı doğru bir bakışa sığınıyor sergi. Aslında sürekli yaşadığımız çalkantıları duygusal bir yaklaşımın aksine birer atölye olarak algıladığımız takdirde parçalı ve muhtemelen cılız olsa da bazı cevapların farkına varabileceğimizi özetlerken piyasa dinamikleri yerine sanatsal üretimin göstergelerini geleceğe dair daha güvenilir ve eşitlikçi bir nirengi olarak sunuyor. Ufukta Volkan Aslan’ın Dear İstanbul’u somutlaştırdığı çelişik gündem kırıntıları ile Ha Za Vu Zu’nun cisme anısıyla sabitlediği hareket bizi mekansal algımızı da bir okuma aracı olarak kullanmağa itiyor.

TO BUILD OR NOT TO BUILD?
Bu noktada başa dönerken PATTU, SO? ve Herkes İçin Mimarlık’ın işleri, çağdaş toplumsal algının metalaştırmak için etiketleyerek endüstri ile sanat arasına sıkıştırdığı mimarlığın anlık, katılımcı ve esnek olduğu oranda dayanıklı ve uygulanabilir çözümlerin filizlendiği bir alan olduğunu gösteriyor. Şiddet ile kurtarma arasında sıkışmışlığımızın sızısını da aktarıyor bize. Unutulmaması gereken bir nokta da bu eserlerin aslında onları taçlandıran diğer eserlerin aksine bu üç atölyenin sergiye davet üstüne gerçekleştirdiği çalışmalar olması. Özellikle SO?’nun çalışması Lost Barrier, yaşam alanlarımızı gittikçe daha çekincesiz bir şekilde işgal eden şiddet mimarisinin, itibar edilmediği halde derin bir acz içinde çatırdayışını resmederek içimizi bürüyen o duygulanıma bir çıkış yolu gösteriyor.

Bu sergi, İstanbul sanat ve mimarlık topluluklarının ne kadar girift ve zor bir yerden üretim yapmaya uğraştığını ziyaretçiyi sarsarak ve bunca duygulanım sonunda empatiye yönlendirerek aktarabiliyor ve İstanbul’da teknolojinin sunduğu olanaklarla gerçekten bütünleşik bir dil kuran, olgun ama geçkin olmayan bir üretimin olduğunu tescilliyor.

Son tahlilde İstanbul. Tutku, Neşe, Öfke, Yankı’dan Kazova Zaferi’ne, Hera Büyüktaşçıyan’ın In Situ’sunun da dikkat çekmek istediği gibi toplumca içselimizde aşina olduğumuz kıymeti bilinmeyenlerimizin, güncel bir “arkeolojik” inceleme ile İtalyan sanat izleyicisine hem bir ayna olabildiğinin hem de İstanbul’un yaşanmazlığının gerekli empati kurulduğunda aslında anlatılır olabildiğini nadir erişilebilir bir saydamlıkla kanıtlıyor.

Etiketler: