Kolumba Müzesi: Apaçık Varoluş

ÇİĞDEM ASLANTAŞ

Bütüncül olarak kurgulanmış mimari yapılar bireylere, fiziksel deneyim kadar, kendisinin aracı olarak rol aldığı zihinsel bir deneyim de yaşatıyor. Bu deneyim yaygın olarak zaman algısının keşfedilmemiş formları üzerinden inşa ediliyor. Bireyin gündelik hayatta algıladığı çizgisel zaman algısı/yanılgısı, mekanlar aracılığıyla zihinlerde oluşturulan bu yeni yaratımlarla metamorfoza uğruyor. Böylelikle kişi, fiziksel ile zihinsel dünyalar arasında oluşturulan sanal eşiklerde, tuhaf bir askıda kalma hali yaşıyor.

Beyin başlangıçta bu yaratımın nasıl oluşturulduğunu çözümleyemese de sonrasında, mekanda vakit geçirdikçe durumun mimarinin gizli detaylarında yattığını fark ediyor. Bu soyut ve somut arasındaki araf halini güçlü bir şekilde yaratarak, alışılagelmiş müze beklentilerini alt üst eden Kolumba Müzesi Almanya’nın Köln şehrinde yer alıyor. İlk kez 19. yüzyılda kurulan müze, Peter Zumthor tarafından ayakta kalmayı başarmış tüm kalıntılarını mimarinin öğesi olduğu bir kurgu çerçevesinde yeniden inşa ediyor.

1853’te Hıristiyan sanatını yüceltmek ve görünür kılmak amacıyla halk tarafından St. Kolumba Kilisesi içinde kurulan enstitü, İkinci Dünya Savaşı sırasında Köln’e yapılan saldırılar nedeniyle büyük bir kısmını kaybetti. 2007 senesinde Peter Zumthor, yapıya yaratıcı bir anlayışla yaklaşarak restore etmek yerine, günümüze kadar dayanabilen kalıntılarının üzerinde yeni olanı devam ettirmeyi seçiyor. Bugün Köln Başpiskoposluğu’na ait olan bu yeni yapı, Roma dönemine ait kalıntıların yanı sıra, savaş sırasında yıkılmış 19. yüzyıl Kolumba Kilisesi’nin kalıntılarını da içeriyor. Tüm tarihi birikimi arkasına alan mimari, sahip olduğu görkemi beklenmedik bir tevazu ile sunuyor.

Kolumba Müzesi, Köln, Almanya
Kolumba Müzesi, Room 13’de bulunan, 10 parçalı 1. yüzyıldan 2002’ye Vazolar serisi; Anna & Bernhard Blume, Vasenekstase, 1987; fotoğraf: Lothar Schnepf, ©Kolumba, Köln
Kazı alanı ve Madonna In the Ruins Kolumba Şapeli, fotoğraf: Veit Landwehr, ©Kolumba, Köln
Kolumba Müzesi, Room 6’da bulunan Annamaria ve Marzio Sala’nın 1987 tarihli, Chronhomme 1 işi; Annamaria Sala tarafından bağışlanmış fotolit saydamlar ve iki tepegöz projeksiyonuyla gösterim; fotoğraf: Lothar Schnepf, ©Kolumba, Köln
Sergi nesneleri ve gölgeleriyle oluşan dramatik kurgu, fotoğraf: Çiğdem Aslantaş

Yapı, ziyaretçisini oldukça mesafeli ve soğuk sayılabilecek bir tavırla selamlıyor. İnanılmaz bir titizlikle ve boşluksuz örülen gri tuğla duvarların düzlüğü ve netliği yine aynı malzemeden yapılmış boşluklu ara yatay birimlerle kesiliyor. İlk bakışta oldukça sade ve sürprizsiz bir yapı olarak kendini takdim ederken, biraz daha dikkat edildiğinde ketum halinin içinde fazlaca bilgi sakladığını sezdiriyor. Bu durum, mimarinin insanlığın tüm yıkıcı tavırlarına rağmen ayakta kalabilmeyi başaran bölümlerinin açıklıkla sergilenmesi sayesinde yaratılıyor. Bu alanlardaki işlemeler ve zamanın tortularının etkileyiciliği, mimarın diğer alanlarda yaratmaya çalıştığı sakin tavrı da açıklıyor. Seçilen tüm mimari öğelerin, yapının bu görkemli tarih slaytlarına arka plan oluşturmak amacıyla seçildiği anlaşılıyor.

Peter Zumthor, böylelikle, emeği geçen tüm malzemelere, orada bulunup yapıyı üretenlere, zihinlere ve bir bakıma kolektif yaşama oldukça eşitlikçi bir şekilde yaklaşıyor ve her birine mimaride yer açıyor.

Yapının dışarıdan bakıldığındaki bu ilk etkisinin aslında tüm deneyimin küçük bir parçası olduğu içeri girildiğinde anlaşılıyor. Girişteki karşılama alanında, dış cephenin keskin sadelikteki duvarları, içeride alan tanımlayıcı birimlere dönüşerek devam ediyor. Bu bir nevi iç ve dış arasındaki dengeyi sağlarken, aynı zamanda da ziyaretçinin ilk karşılaştığı alana yumuşak bir geçiş yapmasını da sağlıyor. Bu gri birimlerin soğuk etkisi bankoda ve duvarlarda tercih edilen ahşabın sıcaklığıyla kırılıyor. Sergileme alanlarına geçişte karşılaşılan geniş ve yüksek cam çerçeve, bahçeye yerleştirilmiş olan heykelleri ve kalıntıları oldukça yaratıcı şekilde kadraja alıyor. Ziyaretçi için asıl beklenmedik yaratıcı birliktelik ise etkileyici sadelikteki metal kapı ve ardındaki perdeden geçtikten sonra ulaşılan alanda. Tekstil ve metal malzemelerinin ardından, zihnin bekleyebileceği alışılagelmiş sergileme kurgusu burada alt üst ediliyor. Kumaş bir perdeden geçilecek şekilde tasarlanan ahşap köprüyle kumaşın yarattığı sıcaklık etkisi destekleniyor. Köprü burada aynı zamanda ikincil bir görev olarak, dışarıda bırakılan bugüne ait zaman ile geçmiş zamanlar arasında bir iletişim aracı olma görevini üstleniyor. Bu dolaşım alanının üzerinde sergilenen eserler incelenmeye başlandığında ilk dikkati çeken tasarım öğesi aydınlatma oluyor. Doğal aydınlatmanın güçlü etkisi ve yapının üzerinde yükseldiği kilisenin kalıntıları, bireyin zihninde istemsizce sorgulamalara neden oluyor. Kurguya dahil olan bir etken olarak inanç, deneyime bir katman daha ekliyor. Bu beklenmedik birliktelik, zamanın tüm katmanlarını hem eşzamanlı hale getiriyor hem de dışarıda bırakılmış oldukça hızlı akan şimdiki zamanı da bir nevi yavaşlatıyor. Bu alanlarda St. Kolumba Kilisesi’nin, Roma ve Ortaçağ dönemlerinin taş kalıntıları ve Gottfried Böhm’ün 1950’lerde inşa ettiği sekizgen biçiminde Madonna in the Ruins şapeli yer alıyor. Bu ikonun, savaş sonrası yeniden yapılanmanın acılı ve zorlu yıllarında bir umut sembolü olarak kabul edilmesi, Zumthor’un malzeme tercihlerini ve inşaatın detaylarını bilinçli olarak etkilemiş. Bu deneyimin yoğunlaştığı alan, yapısal olarak incelendiğinde yerleştirilen devasa kolonların, kalıntılarının üzerine yük binmeyecek şekilde mimarinin devamını sağlayan temel elemanlar olarak inşa edildiği görülüyor. Böylelikle yaklaşık 150 yıldır dini varlığını sürdüren mimari kalıntılar, yeni dönem yapı elemanlarıyla görkemli bir kompozisyon oluşturuyor.

Ziyaretçi, müzenin bu etkileyici giriş katının ardından, 16 sergi odasının bulunduğu alanlar arasında tuhaf bir zihin hali içinde geziniyor. Üst katlarda ve onların geçiş alanlarında da aynı hal sürüyor; tüm yapı, sanatın derinden hissedilmesini hedefleyen, melez bir kutsal-müze gibi. Kullanılan öğelerin ve üslubun minimalist yaklaşımı sayesinde dikkat dağıtıcı hiçbir unsura yer verilmezken, var olunan mekana ve eserlere odaklanmış bir ruh hali yaratılıyor. Böylelikle kurgulanan mekan sanatı, salt seyredilen bir durumdan, ziyaretçinin üzerine düşündüğü ve hissettiği nitelikli bir görme deneyimine yükseltiyor. Zihin yeni görme pratikleri ediniyor ve daha önemlisi, eserlerin ve yapıların arkasında gizlenmiş, anlaşılmayı bekleyen başka hikayeleri keşfediyor. Bu hikayelerin dili, yeni bireylerin algıları sayesinde anlaşılabilir hale geliyor ve ziyaretçinin zihnindeki şimdiki zamanın bir parçası olması sağlanıyor. Bu kurgunun oluşturulabilmesinde, sergilenen eserlerin çarpıcılığı kadar mimari öğeler ve tasarım ölçütleri oldukça etkin rol alıyor. Geçiş alanları olarak mekan kurgusunda önemli bir rol üstlenen merdivenler, çok yüksek ve dar brüt betonların arasında uzun geçiş yolları ve aydınlatma ile desteklenerek kutsal bir alanda olma hissini pekiştiriyor. Merdivenlerin ulaştığı katlarda yine ana unsur olan aydınlatma aracılığıyla ışığın ve onun en dramatik sonucu olan gölgelerin başrolde olduğu sergileme alanları, diğer tüm öğeleriyle birlikte bir sahne gösterisine dönüşüyor.

Tarihi algılayabilmek için yaratmış olduğumuz “eski” ve “yeni” kavramları, Kolumba Müzesi’nde sıralı bir varoluştan sıyrılıp, eşzamanlı bir kurgu üzerinden deneyimleniyor. Ziyaretçinin zihninde yaratılan bu tuhaf zamansal denge hali, mimarinin bilindik öğelerinin beklenmedik biçimde bir araya getirmesiyle vücut buluyor. Peter Zumthor, “yeni”yi “eski” üzerinden tanımlamakla kalmıyor; eski üzerinden yeni bir eski inşa ediyor. Ve zamanı, mekanı ve inancı eşzamanlı olarak kurguya dahil ederek, zihinlerde güçlü bir yırtılma ve kopuş hali yaşatıyor. Kolumba Müzesi bu denge ve zaman kompozisyonlarının miraslarından gizliden gizliye referans vermek ya da faydalanmaktan ziyade görmeye çok da alışık olmadığımız, görsel, işitsel ve dokunsal uzamlarda kendini gizlemeden apaçık var oluyor.

KAYNAKÇA

Etiketler:

İlgili İçerikler: