“Metruk” Alanlar, “Müşterek” Bostanlar

ERAY ÇAYLI

Senem bu köşedeki son yazısında, kavramları toplumsal ve politik özlerinden arındırarak popülerleştiren entelektüel ve akademik yaklaşımı eleştiriyordu. Eleştirdiği yaklaşımın ürünü olarak örneklediği kavramlar arasındaysa “müşterekler” ve “gerilla bahçeciliği”ni sayıyordu. Ben de bu ay, kavramsal tartışmalara eleştirel yaklaşırken kavramların doğru ve öz addedilen anlamlarındansa verili bir toplumsal bağlamdaki eşitsizlik ve adaletsizliğe yaptıkları etkinin temel alınmasının faydalı olabileceğini önereceğim. Bunu belli bir tematik tutarlılıkla yapabilmek adına da yukarıda adı geçen iki örnek kavramın kapsama alanına da giren bir dizi kentsel ve mimari durumdan bahsedeceğim.

Söze, geçtiğimiz aylarda Londra’da izleme fırsatı bulduğum “Natura Urbana - The Brachen of Berlin” (Kentteki Doğa - Berlin’in Eğreltiotları) adlı belgeselle başlamak isterim. Belgesel, aynı zamanda Cambridge Üniversitesi’nde tarihsel ve kültürel coğrafya profesörü olarak görev yapmakta da olan yönetmeninin deyimiyle, Berlin’in İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde müttefik kuvvetler tarafından yoğun bombardımanın sonucu ortaya çıkan “metruk” arazilerde yıllar içinde “kazaen” oluşan ve kentlilerin “müşterek” kullanımına açık bostanları konu ediniyor. Natura Urbana, savaş sonrası kenti aralarında bölüşen müttefiklerin ordularının dünyanın türlü köşesinden Berlin’e bilerek veya bilmeyerek taşıdığı türlü tohumun yardımıyla şekillenen bu alanların zaman içinde durumun farkına varan kentlilerin de emeğiyle bostanlaştığını anlatıyor. Yönetmen, söz konusu bostanların planlı park ve bahçelerden “çok daha ilginç” olduğunu savunuyor; zira kentteki tasarlanmış yeşil alanlarda görülmeyen düzeyde “melez” türlere ev sahipliği yapıyorlar.

Osman Kalın, Berlin Duvarı, gecekondu
Osman Kalın'ın Berlin Duvarı'nın dibine kurduğu gecekondu ve bahçesi; fotoğraf: Wikicookie Data, Eigenes Werk, 2012

Ne ki, belgesel “kentteki doğaya” methiye düzeyim derken gerek geçmişte gerekse günümüzde toplumun dezavantajlı kesimlerinin sürdürmüş olduğu çeşitli bostancılık pratiklerini silikleştiriyor. Örneğin, tarih anlatısına Berlin’in bombalanmasından başladığı için aslında kentin kozmopolit yapısı henüz Holokost tarafından yok edilmemişken ev sahipliği yaptığı çeşitli bostancılık pratiklerini ve bu anlamda zaten en baştan sahip olduğu “melez”liği görmezden geliyor. Belgesel daha yakın geçmişe dair de benzer bir gaflet içinde. Savaş sonrası süreçte özellikle Türkiye’den yoğun göç alan Berlin’in göçmenlerinin “kentteki doğa” olgusunu nasıl tahayyül ettikleri ve uyguladıklarına dair en ufak bir iz yok filmde; üstelik bahsettiğimiz kent, bu tahayyül ve uygulamalara dair fikir verebilecek, Berlin Duvarı’nın dibine kurduğu gecekondu ve bahçesiyle bilinen Osman Kalın gibi olumlu ya da “bostanlarımızda artık Alman olmayanları istemiyoruz” diyen avantajlı etnik grup ve sınıflara mensup kentlilerin göçmen kökenlileri dışlama girişimleri gibi olumsuz örneklere de son yıllarda tanıklık etmiş olmasına rağmen. Belgeselin benzer örneklere dair kayıtsızlığı aslında konuşmayı tercih ettiği kişilerin profilleriyle doğru orantılı, zira filmde bahsi geçen bostanları yaşattığı savunulan ve görüşlerine yer verilen “kentliler” arasında ne hikmetse bir tane beyaz olmayan ya da yoksul bireyle karşılaşamıyoruz.

Oysa biliyoruz ki, mimarlık camiasının kategorik olarak övgüyle bahsetmeye meyilli olduğu kent bostanları aslında önemli toplumsal çatışma ve çelişkilerin yaşandığı yerler. Bunun en iyi örneğini bugün özellikle ABD ve Batı Avrupa kentlerinin mutenalaştırma süreçlerine maruz kalan bölgelerinde yaygınlaşmakta olan bazı bostancılık pratiklerinde görüyoruz. Misal, New York’taki Queens bölgesini inceleyen Sofya Aptekar, bölgenin uzun yıllardır ev sahipliği yaptığı alt ve orta sınıf mensupları ile son birkaç yılda buraya taşınan daha üst sınıflardan bireylerin “müşterek” bostanlara yüklediği anlam ve işlevlerin birbiriyle taban tabana zıt olduğundan bahseder. Bu anlam ve işlev bahsettiğimiz ilk grup için gündelik geçim ve yiyecek ihtiyacı doğrultusunda şekillenirken mutenalaştırmanın itici gücü olan kesimler için “güzellik”, “medeniyet” ve “boş zamanı faydalı bir şekilde değerlendirme” gibi olguların konusudur. Söz konusu zıtlığın mimari bir boyutu da vardır: bahçelerin yoksun sınıfa mensup olan kullanıcılarının gündelik yiyecek ihtiyacı için gereksinim duyduğu sebze ve meyveyi yetiştirebilme amaçlı inşa ettiği yapıları üst sınıflardan gelen kullanıcılar “çirkin” bularak yıkmak ister ve bu amaçla hukuki girişimlerde dahi bulunurlar. İşte bu gibi önemli çelişki ve çatışmaları bünyesinde barındıran kent bahçeleri, mutenalaştırmanın temsilcisi olanların anlamlandırdığı ve işlevlendirdiği şekliyle popülerleştikleri oranda toplumsal adaletsizlik ve eşitsizliği derinleştirici birer mekanizma olarak iş görebiliyorlar.

Aslında benzer bir durumla Türkiye’de de Gezi Parkı protestoları sırasında “müşterekleştirilen” bazı alanlar özelinde karşılaşmıştık. Aktivistlerin “metruk” addettiği ve “kamulaştırma” amacıyla işgal ederek park veya kent bostanına dönüştürdüklerini ilan ettikleri kent alanlarının bir kısmının aslında 20. yüzyıldaki ulus-devletleşme süreçlerinin çoğu kez şiddet de kullanarak dışladığı gayrimüslimlerden geriye kalan araziler oldukları ortaya çıkmıştı. Neyse ki bu tarihsel bilginin ortaya çıkması, benzer müdahalelerin çoğunun geri alınmasını beraberinde getirdi. Ancak, mimarlık camiasının tanım itibariyle olumlu birer olgu olarak algılama eğiliminde olduğu “müşterek”, “metruk” ve “kamusal” olana dair tahayyül ve uygulamaların aslında birçok durumda şiddet, adaletsizlik ve eşitsizlik tarihlerinin üzerine bina edildiğine dair önemli bir vesika da edinmiş olduk.

Bu örnekleri yazıya başlarken bahsettiğim tartışmaya bağlamak gerekirse, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliği derinleştirebilme riskinin sadece belirli kavramlara değil dilin kendisine içkin olduğu söylenebilir. Sözgelimi, “gerilla bahçeciliği” bir yana dursun, “bahçe” ya da “bostan” gibi kavramların önlerinde herhangi bir niteleme sıfatı olmasa dahi nasıl ve ne amaçla kullanıldıklarına bağlı olarak adaletsizlik ve eşitsizliği derinleştirebilen bir etki yapmaları söz konusu olabilir. Benzer bir durum “metruk”, “kamusal” veya “müşterek” addedilen alanlar için de geçerli. Sonuçta, birtakım tarihsel öz ya da siyasi doğrular referans alındığında “içi boşaltılmış” gözüken kavramlar dahi belirli bağlamlarda toplumun dezavantajlı kesimlerinin eşitlik ve adalet mücadelesini destekleyici etki yapabildiği gibi, yine bu anlamda “içi boşaltılmamış” görünenlerse benzer mücadeleleri baskılayıcı etkide bulunabilir.

Etiketler:

İlgili İçerikler: