Mimarlıkta Ölümden Sonra Yaşam Var Mı?

ELİF KENDİR B.

Yapım teknikleri, malzeme ve ekoloji ekseninde düşünmek nedense aklıma öncelikli olarak yıkılan binaları getiriyor. 90’ların başından çok sevdiğim bir çizgi romanda infaz timlerince imha edilen binalar, öyküdeki kahramanların etrafında yavaş yavaş bir hayalet şehir oluşturuyordu.1 25 sene öncesinin İsveç’inden çıkmış olan bu distopya, kentsel dönüşümün çok daha vahşice gerçekleştiği ve yıkılan binaların dönüştüğü hafriyat atığının haritanın konturlarını değiştirdiği günümüz çevresiyle karşılaştırıldığında aslında masum kalıyor.

Binaların yaşayan ve infaz edilen canlılar olarak görüldüğü antropomorfik yaklaşım yalnızca çizgi romancılara has değil, geleneksel yapı ustaları da yaptıkları binaları yaşayan, yaşlanan, bakıma muhtaç nesneler olarak dile getiriyorlar.2 Bu anlayış, sürdürülebilirlik açısından önem taşıyor: Binaları bitmiş nesneler/imgeler olarak görmek tüketim toplumunun kötü alışkanlıklarının yapılı çevre ölçeğinde de hakim olmasına yol açarken onları bir süreç içinde değerlendirebilmek ve yaşlandıklarında bakıma alınabilecek ve gelecek nesillere aktarılacak bir bilgi birikimini içeren varlıklar olarak sahip çıkmak hem doğal, hem de kültürel ekoloji açısından daha sürdürülebilir bir yaklaşımın ipuçlarını verebilir.

“Yakında yaşayan tek bir bina bile kalmayacak.”, Pixy, Max Andersson, 1992.
Miele Uzay İstasyonu, eski çamaşır makinesi gövdelerinden üretilmiş yerleştirme, 2012 Architecten, Utrecht, 2003.

Kentsel çevreyi ekolojik bir niş olarak ele aldığımızda, insan etkinliklerinin – ki bu etkinliklerin içinde yapım ve yıkım çok büyük yer tutuyor – aynı çevreyi paylaşan ve aynı kaynaklar için yarışan diğer canlılar için fazla bir yaşam alanı bırakmadığını, onların ya bu yeni çevreye uyum sağlamak ya da daha yaşanabilir alanlara çekilmek zorunda bıraktığını görüyoruz. Yerleşik alanları içeren doğal çevre, türümüzün fazlasıyla başarılı olması sonucu dramatik bir biçimde – bazılarına göre jeolojik ölçekte – değişime uğruyor.3 Bu bağlamda, sürdürülebilir yapım teknikleri ve yapı malzemeleri söz konusu olduğunda hem çevresel koşulların yeni normalini hem de mevcut yaşam döngülerini dikkate almak gerekli.

Standart yapım pratiklerine bakarsak, malzemelerin yaşam döngüsü ve karbon ayak izlerinin malzeme seçiminde neredeyse hiçbir zaman öncelikli kriter olmadığını görüyoruz. Adrian Forty’ye göre dünya üzerinde sudan sonra en çok kullanılan kaynak olan beton4, geçtiğimiz yüzyıl başından beri pratik ve düşük işçilik standartlarını da affedebilen niteliğiyle en fazla tercih edilen yapı malzemesi. Farklı gerekçeler dolayısıyla miyadının dolduğuna inanılan betonarme yapılar, özellike büyük ölçekte kentsel dönüşüm süreçlerinin yaşandığı ülkelerde hızla hafriyat atığına dönüşüyor. Bu tip bir dönüşüm, yapım konusu kadar yıkım ve yıkım sonrası oluşan malzemeyle ne yapıldığı konularını ciddi ekolojik etmenler olarak öne çıkarıyor. Denize kıyısı olan kentlerde bitmek bilmeyen dolgu alanlarıyla sahil şeridini genişleten hafriyat atığı, iç bölgelerde modern tümülüsler oluşturarak coğrafyayı değiştiriyor.

Bu ölçekteki bir dönüşüm konusunda mimarlar olarak belki çok fazla söz sahibi olamayacağımız düşünülebilir, ancak yapı ve malzeme ölçeğinde yaşam döngüsü kavramını ilk tasarım kriterlerinden biri olarak ele almak olası. Mesleki pratiğimizin çoğu zaman mevcut yapıların bulunduğu alanlarda geçtiğini düşündüğümüzde, bu yapıların yıkım veya dönüştürme süreçlerini de tasarımın bir parçası olarak ele almak, bu yeni yapay doğanın içinde nasıl bir ilişkiler ağının parçası olacağımızı planlamak sürdürülebilir bir çevre yolunda ilk adımları oluşturabilir. Mevcut mimarlık literatüründe yapıların yaşlanmasının estetiği tartışılırken5, hepsi aynı hızda ve biçimde yaşlanmayan yapı malzemelerinin binaların değişimi/yıkımından sonraki yaşamına çok da değinilmiyor, oysa ekolojik açıdan mimari elemanların ölümden sonraki yaşamları büyük çerçeve için daha kritik önem taşıyor.

Peki ufak çapta da olsa, ekolojik açıdan fark yaratabilecek bir tasarım yaklaşımı için yaşam döngüleri nasıl tasarım girdisi oluşturabilir? Bu soru kapsamında farklı ölçeklerde çeşitli yaklaşımlardan söz edebiliriz: bina ölçeğinde bilgi ekolojisi açısından kritik önem taşıyan yeniden kullanım/kısmi koruma yaklaşımları; malzeme ölçeğinde atık malzemelerin dönüştürülmesi ve yeniden kullanımı; çevre ölçeğinde ise yapı malzemeleri ve yapım teknikleri seçilirken yakın çevredeki olasılıkların ve yerel malzemelerin tasarım girdisi olarak kullanılması gibi.6

Benim kısaca üzerinde durmak istediğim örnek yakın çevre ve/veya inşaat alanının olasılıklarını daha yakından tanımak üzerine kurulu bir yaklaşıma dayanıyor. Hollanda’lı ufak bir mimarlık ofisi olan 2012 Architecten7 tarafından ortaya atılan “süperkullanım”8 kavramı, mevcut yapıların/nesnelerin ıskartaya çıkarılmasından sonra hala kullanılabilir olan elemanlarının büyük miktarda enerji harcayarak geri dönüştürülmesindense oldukları biçimde ancak farklı bir bağlamda yeniden kullanımını öneriyor. Bu anlayışla yaptıkları projelerde ise, örneğin çamaşır makinalarının bile geçici ve taşınabilir strüktürler olarak yeniden doğabileceğini gösteriyorlar. Etki alanlarının ufak ölçekli yerleştirmelerle kısıtlı kalmaması amacıyla da geçtiğimiz on yıldan beri yakın çevrelerindeki yıkım ve inşa süreçlerini birbirine bağlayacak bir veritabanı oluşturuyorlar.9

Üretilen çevredeki yapıların raf ömrünün giderek kısaldığı ve doğal kaynakların müsrifce harcandığı bir dönemde insan yarının kalıntıları ne olacak diye düşünmekten kendini alamıyor. Yarının arkeologları doğal ortamı tanınmaz ve neredeyse yaşanmaz hale getirmiş atıklar üzerinde yükselen geçmişsiz ve geleceksiz binalar mı görecekler, yoksa bir şekilde geçmişteki nesnelere/ binalara dair ipuçları veren, hem yapılı çevreyle hem de doğayla birlikte çalışan hibrit ortamlar mı?

NOTLAR:
1 Max Andersson, Pixy, (Paris: L’Association, 1997). İsveççe orijinalin yayın tarihi 1992.
2 Doktora araştırmamın bir bölümünde geleneksel taş ustalarının binalardan bahsederken kullandıkları dildeki antropomorfik deyimlerin nasıl bir yaklaşımın göstergesi olduğunu tartışmıştım. Elif Kendir-Beraha, Learning from the Construction Site: An Epistemological Investigation of Stonemasons and Architects in Action, yayımlanmamış doktora tezi, (Melbourne: RMIT University, 2014).
3 İçinde bulunduğumuz çağ, insan etkinliklerinin küresel ölçekte yolaçtığı dönüşüm nedeniyle “antroposen” çağı olarak adlandırılıyor. Bu bağlamda mimarlığı ele alan tartışmalar için bkz: Etienne Turpin (ed.), Architecture in the Anthropocene: Encounters Among Design, Deep Time, Science and Philosophy, (Londra: Open Humanities Press, 2013).
4 Adrian Forty, Concrete and Culture: A Material History, (Londra: Reaktion Books, 2012), s.69.
5 Sözkonusu noktayı tasarımcı duyarlılığıyla tartışan ve binaların zaman içinde geçirdiği değişimleri bir estetik çıkış noktası olarak tartışmaya açan literatürdeki en önemli kaynaklardan biri için bkz: Mohsen Mostafavi ve David Leatherbarrow, On Weathering: The Life of Buildings in Time, (Cambridge, Mass.: The MIT Press, 1993).
6 Burada yerel olasılıklar ve yerel malzemeyle geleneksel yapım teknikleri ya da “doğal” yapı malzemelerini kastetmediğimin altını çizmek isterim.
7 http://superuse-studios.com
8 Bkz. Ed Van Hinte, Jan Jongert ve Césare Peeren, Superuse: constructing new architecture by shortcutting material flows, (Rotterdam: 010 Publishers, 2007).
9 http://recyclicity.org

Etiketler:

İlgili İçerikler: