Mültecilerin “Tasarım” Krizine Yanıt Vermek
“Yerinden edilme” her şeyden önce mekansal bir olgudur. “Geçici konuk” olarak algılanan mülteciler, ister kampta isterse kasaba ya da kentte, nerede olursa olsunlar, kentsel aktörlerdir. Derme çatma evler, kiralık daireler ve sendikasız işyerleri kurarak, ortak mekanlar oluşturarak, yeni kentsel kimlikler kurup tanımlayarak, kimi zaman bütün bir mahallenin kentsel dokusunu değiştiriyorlar. Yani nereye giderlerse gitsinler kentleşme biçim ve eğilimlerini etkiledikleri yollarla bizi şaşırtıyorlar. Bu devingen ortamda, mültecilerin yiyecek, barınma, sağlık, geçim ve eğitim ihtiyaçlarının karşılanmasında destek olması beklenen ise yardım kuruluşları. Ancak yardım kuruluşu çalışanları genellikle mimar ya da kent plancısı olmuyor. Bu konularda eğitim almış olsalar dahi, insani programlar nadiren kentsel mekan konularına eğilir, dolayısıyla yerinden edilmenin mekansal etkileri sorunu muhatapsız ve cevapsız kalır. Daha da önemlisi bu, insani yardım kuruluşlarının desteklerini “yardım”dan “kalkınma”ya dönüştürme çabasında olduğu ve akademik çevrelerin de şu önermeyi kabul ettiği zamanlar da oluyor: “Mimarlar ve plancıların mülteci krizine karşı bir tutum geliştirmeleri, dahil olmalarının zamanı geldi.” Ancak şu soru hala geçerliliğini koruyor: Nasıl? Yerinden edilme gibi çok boyutlu bir olguya nasıl yaklaşılabilir? Mülteciler için ve mültecilerle birlikte tasarım yapmanın çerçevesi nasıl kurulur ve geliştirilir?
Bu soruya cevabı, Orta Doğu’daki Suriyeli ve Filistinli mültecilerle ilgili çalışmalarım üzerine kuracağım. Özellikle, Zaatari gibi bir mülteci kampının mekansal olarak nasıl tasarlandığını ve mültecilerin burayı neden ve nasıl değiştirdiğini açıklayacağım. Diğer kamplar ve mültecilerin kentsel mekandaki pratikleriyle bağlantılar kurarak, soruların cevapları olabilecek dersler çıkaracağım. Küresel Kuzey’in mülteciler için çözüm odaklı anlatısının aksine, bu yaklaşım ile yerel perspektifi ortaya koyma amacındayım. Zaatari, diğer mülteci kampları gibi, savaştan kaçan mültecilerin yerleştirildiği küçük bir bölgede oluşmaya başladı. Hemen hemen hiç planlanmadı/tasarlanmadı diyebiliriz. Her mülteci ailesi bir çadır aldı ve her birini, yardım kuruluşlarının ofislerinin bulunduğu “kamp üssü”ne bakan asfaltlanmış tek caddeye yönlenmiş bir hat üzerine sırayla yerleştirdi. Ancak kamp, aniden hızlanan mülteci gelişiyle muazzam bir biçimde genişledi. 2013 yılı için kampların 10.000 kişiyi barındırması beklenirken Zaatari, 350.000 mülteci nüfusuyla Ürdün’ün dördüncü büyük şehri haline geldi. Burada ilginç olan, bu genişlemeden hemen önce, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) mültecilerin herhangi bir düzen/kural olmadan, izinsiz yerleşimlerin oluşturduğu eski kamplara tepki olarak ortaya koyduğu büyüme alanı planlamasıydı. Plan, katı bir karavan matrisiyle geliştirildi. Bir mülteci ailesine - ki bunun da çok beş kişiden oluşabileceği tanımlanmıştı - ait karavanların arasına tuvalet ve mutfaktan oluşan ortak kullanımlı altyapısal mekanlar yerleştirildi. Plan şeması ise geçiciliğin, düzenin ve kontrolün mekanı düzenlediği askeri kampların bir taklidiydi.
Ancak kamp ani bir mekansal bir dönüşüm geçirdi; enformel kentleşme, yeni alanlara genişledi. Mülteciler karavanlarının yönünü çevirdi ve yerlerini değiştirdi, kampın içine serpiştirilmiş tüm altyapı mekanlarını ve malzemeleri planlananın ya da beklenenin dışında kullandılar. Peki, bu yeni kamp alanı zaten planlandı ve mekansal olarak tasarlandıysa, mülteciler neden bu planlamayı –neredeyse tamamen- değiştirdi, yeniden şekillendirdi? Kampın, sakinleri tarafından yeniden düzenlenmesi, kampın iki aktörü -mülteciler ve yardım kuruluşları- arasındaki görüşmelerle ilerleyen bir süreçti. Yardım kuruluşları kolay işletilebilir bir yerleşimi tercih ederken mülteciler, kendi yaşamsal değerlerini ve bir mekanın işleyişine dair tahayyüllerini karşılayan bir yerde yaşamak istiyorlardı. Bu süreçteki mekansal geçiş şu şekilde ifade edilebilir: Mülteciler “barınma birimleri” yerine kendilerine “ev” yapıyorlar; açık mekan değil, sınırları belirlenmiş müşterek alanlar ortaya çıkarıyorlar ve karavan bloklarının bir aradalığıyla türemiş bir yerleşim değil, bir mahalle üretiyorlardı. Bazıları ortak kullanılan tuvalet ve mutfakları sökerek kendilerine ait tuvalet, mutfak ya da bahçe yaptı. Evlerini kurarken yeni toplumsal ağa itimat ettiler, birbirlerine becerileri ve kapasiteleri ölçüsünde yardım ettiler. Yeni evlerini bütünüyle donanımlı kılmak için su tesisatçısı, kaynakçı, elektrikçi gibi meslek grupları oluşturmak üzere enformel olarak organize oldular.
Süreç kendini fiziksel olarak da gösterdi: Örneğin misafir ve ziyaretçileri ağırlamak için yarı kamusal mekanlar eklenerek onların, ev içinde aile üyelerine ait özelleşmiş alanlardan ayrılması sağlandı. Mahalleler (burada kullanıcıların kültüründe var olana benzerliğinden ötürü kelimenin Arapçasını da söylemek gerekir: harat) bir toplumsal dayanışma eylemi olarak ortaya çıktı. Bu mahalleler, bölge ve konut yerleşim sınırlarını birlikte tartışarak belirledi. Birbirlerine direklerden elektrik çekmek, avluları çimentoyla kaplamak, yemek için bitki yetiştirmek gibi konularda destek oldular. Bu mahalle içi yarı kamusal mekanlarda toplumsal kurallar yürürlükte. Erkekler, ev kapısından uzak gölgelik köşelerde toplanıp, çay içip muhabbet ederken; kadınlar, ailenin erkek reisi yokken toplanıyorlar. Yardım kuruluşu ofisleri, kamp hastanesi ve okuluna bakan, en işlek ve canlı cadde üzerinde ortaya çıkan kamusal alan da benzer şekilde kullanılıyor. Bir mülteci kadının dediği gibi bu kendiliğinden oluşan kamusallık: “Zaman zaman Şam’ın çarşısında (sûk) gibi hissediyorum.”
Bunlar etnoğrafik bir gözlem olmasının yanı sıra, mimarlar ve plancıların mültecilik ve yerinden etme süreçlerine nasıl gerçekten dahil olabileceğiyle ilgili kuvvetli ipuçları içeriyor. Ne kamplarda ne de kentsel mekanlarda, mültecilere bütün bir varlık gibi değil, “geçici” varlıklarıyla bir misafir gibi davranılıyor. Eşikte olma durumları yüzünden kendi gerçekliklerinden (burada ve şimdi) koparılmaları, yaşamlarında süreksizliğe, bağlama (tüm sistemleriyle) yabancılaşmalarına ve var oldukları zaman ve mekandan uzaklaşmalarına sebep oluyor. Zaatari’deki mültecilerin değiştirebildiği kamp modeli, kentsel hayatın “donmuş” halinin mekansal manifestosudur. Filistin kampları da benzer kentleşme süreçlerinden geçmişlerdi ve bugün onları, kentlerden ayırmak imkansızdır. Ne var ki Azraq ve Mrajeeb Al Fhood gibi Ürdün’de bulunan Suriyeli kamplarında bu kentleşme süreci aşırı biçimde kontrol altındadır; mülteciler kendi mekansal gerçekliklerini kurmaktan alıkonulmuşlardır. Var olabilen tek gerçeklik, insani yardım kuruluşlarının tasarladığı ve beyan ettiğidir. İşte bu sebeple, mimar ve plancıların “insancıl” giysisi giydirilmiş tasarım ve projelerin ardındaki dinamikleri ve niyetleri görebilmek için eleştirel bir gözle bakmaları, mültecileri kendi bağlamlarına yabancılaştırmaktan kaçınmaları gerekiyor. Çünkü tasarım yerel bağlamı, onun biricikliğini ve dinamiklerini göz önüne alırken müşterek insani deneyimlerimiz etrafında şekillenmeli.
Birinci dünya ülkeleri, ekonomik güçleri nedeniyle göçmenlerden her daim fayda sağladılar. Üçüncü dünya ülkelerinde ise, ani mülteci akınının gelişimin, özellikle konut, altyapı, hizmet ve doğal kaynakların üzerinde bir baskı oluşturması, mültecilerin yerel halkın omuzundaki yük olarak algılanmasına yol açtı. Ne var ki mülteciler, gerçek kent aktörleridir. Zaatari’yi düşünün; birkaç ayda kampı kentleştirdiler ve Ürdün’ün dördüncü büyük kentini yarattılar. Kaynaklara daha iyi erişebilmelerine izin vermiş olsaydık neler olurdu? Mülteciler, gittikleri her yeri kentleştirmeye devam edecekler. Bizim mimar ve plancılar olarak sorumluluğumuz hem mültecilere hem de iltica ettikleri toplumlara yararlı olacak süreçlere yardım etmek. Bunun için de mimar ve plancıların kendi menfaatlerini bir kenara bırakmaları ve farklılıklara duyarlı olmaları, hatta bütün paydaşlar arasında karşılık fayda ve fırsatları çoğaltacak, gerilimi ve riski düşürecek çözümler geliştirilmesi gerekiyor.
Mülteci krizine yönelik proje ve tasarımlar günden güne artıyor. Yerinden edilmenin çok boyutluluğu, tüm sektörlerden yaratıcı akıllara ilham veriyor; sadece mimar ve plancılara değil, sanatçılar, bilgi teknolojileri programcıları ve start-up girişimcilerine de. Bu süreçteki tek endişem, önerilen proje ve tasarımların çoğunun “mülteci sorununu çözme”yi vaat etmesi. Kimileri romantize ederek mültecilere “egzotik” nesnelermiş gibi davranırken kimileri de onlara düzeltilmesi gereken bir sorun olarak yaklaşıyor. Açıkçası bu projeler, içinde bulunduğumuz hem finansal hem de işlevsel olarak yaşanan “insani kriz”i iyi yansıtıyor. Bu açıdan önerilen tasarımların mülteciler ve onların yaşam tarzları, tutkuları ve ihtiyaçlarıyla uzaktan yakından alakası yok. Bunun yerine, insani yardım sistemlerinin işlevsizliği ve yetersizliğini örtbas etme niyetiyle geliştirildiklerinden bağışçılara, “fonlamaya değer” olarak görünüyorlar.
Mimar ve plancıların bu meseleye gerçekçi bir şekilde dahil olması, planlama ve tasarımdaki hak savunuculuğu alanında bir paradigma kaymasıyla mümkün. Bunun ilk adımı da her bir bağlamdaki yerinden edilmeyle ilişkili çeşitli değişkenleri eleştirel bir bakışla incelemek. Bu değişkenler genelde vatandaşlık, devlet olma hali, kültür, uluslararası yardım, kimlik ve kimlik politikalarını içerir. Ardından, mültecilerin “yeni” evlerini oluştururken geliştirdikleri, muhtemelen “enformel” olacak olan, mekansal pratikleri ve baş etme mekanizmalarını incelemek. Ancak politik farkındalıkla karşılıklı faydaları artıran ve mültecilerle diğer paydaşlar arasındaki riskleri ve gerilimleri azaltan başarılı tasarımlar mekansal eşitliği kurmaya ve yaymaya girişebilir. Bu yaklaşımda olan tasarımcıların sayısı pek fazla değil maalesef ama sessizce artmakta. Mülteci krizi bütün yanlarıyla mimarlığı ve kent plancılığını artan bir esneklik, geçicilik, enformellik, melezlik ve aktivizm ekseninde yeni alanlara çekiyor. Bu da kentlerin ve bildiğimiz mimarlık mesleğinin yapılma biçimlerinin geleceğine dair yeni soruları gündeme getiriyor.
İlgili İçerikler:
-
Ban Architects Fas Depremi için Harekete Geçti
-
Toplu Konuta Sosyal Yaklaşım
-
Deprem Bölgesinde Kolektif Yaşama Dönüş
-
Herkes için Mimarlık “Kahramanmaraş Topluluk Merkezi Projesi”ni Hayata Geçiriyor
-
Shigeru Ban Architects'ten Depremzedelere Kağıt Bölme Sistemler
-
Afet Sonrası Prefabrik Çözümler
-
Kriz Dönemlerinde Sosyal Tasarım
Sosyal tasarım pratiklerine dair genel bir retrospektif anlatıyla 21. yüzyıla dair yerel bir okuma.
-
Pritzker Ödülleri, Venedik Bienali ve Mimarlığın Marka Değeri
Lerzan Aras, mimarlığın toplumla ilişkisinin dönüşümünü ve bu yaklaşımın kurumsallaşmasında bienal ve ödüllerin üstlendiği rolü kaleme alıyor.