Olağan Deneyimler ve Tasarlanmamış Mekanlar Üzerine Bir Deneme

ÖZNUR TAŞKIN

Olağan olanın pek de rağbet görmediği modern dünyada, insan elinin değmediği ne kaldı söylemek güç. 21. yy mimarlık pratiklerinde yer alan "Kendiliğinden olanı, olağanüstü hale getirmeden dengeyi bulma"ya yönelik tartışmalar üzerine düşündükçe günlük hayatta çeşitli öznel filtreler geliştiriyor insan zihni.

İki yılı aşkın süredir yaşadığımız Güney Afrika, neredeyse her gün farklı bir yönüyle tanıştığımız kimi zaman ürküten, kimi zaman hayranlık uyandıran bir coğrafya. Her yönüyle sürprizlere açık, bir o kadar da durağan bir yaşam söz konusu. Bir yerde turist olarak bulunmakla o yerde daha uzun vakitler geçirerek derinden atmosferini solumak epey ayrı durumlar, burası açık. Güney Afrika’da turist olarak bulunan biri belki Cape Town’ın her yerinde insanı kuşatan dağ manzaralarından ve doğal güzelliklerinden etkilenebilir, birkaç gün Safari yapıp dönebilirdi. Ama burada geçirilen uzun zaman ve mimari bakış açısı söz konusu olunca işin rengi değişiyor elbette.

Ümit Burnu (Cape of Good Hope), Cape Town

“Yerli turist“ minvalinde küçük çaplı hafta sonu gezilerimizden biri Durban’a denk geldi. Durban, Güney Afrika'nın üçüncü büyük kenti. Gemilerle Hindistan’dan şeker kamışı fabrikalarında çalıştırılmak üzere köle olarak getirilen birçok Hintli'nin kenti ikinci vatanı olarak görmesi sebebiyle, ülkenin önemli bir parçası niteliğinde. 1500'lerin başında Portekizlilerin ilk gördükleri anda "altın sahiller" olarak adlandırdığı 6 km'lik kıyı şeridiyle, Hint okyanusu kenarında bolca doğal güzelliğe ve yeşil alana sahip bir şehir.

Şehirde güvenlik gerekçesiyle her bölgede yürümek mümkün değil, bu sebeple yemek yemek için bir alışveriş merkezine uğramak durumunda kalıyoruz. AVM’nin merkezinde büyük bir sergi platformuyla karşılaşıyoruz. Platformun hemen yanı başında farklı türden deneyimler için tasarlandığını anlatan bir bilgi panosu bulunuyor. İçerisinde türlü ışık oyunları, aynalar ve çeşitli materyallerle oluşturulmuş yansımalar alternatif bir “deneyim” vaad ediyor. Fakat buradaki insanların sunulan deneyime odaklanmaktan çok, kendilerinin de içerisinde bulunduğu en etkileyici kareyi yakalamak için çaba sarf ettiklerine şahit oluyoruz. Neon iskambil kağıdına yüzünü dönmüş genç bir erkek, arkasında kalan kameraya göz ucuyla bakarak havalı bir profil fotoğrafı elde etmeye çalışıyor. Platform ve alışveriş merkezi daha fazla ilgimizi çekmediği için yemek sonrası ayrılıp, daha önceden belirlediğimiz rotalardan birine, okyanus kıyısına iniyoruz. İlk kez okyanusla karşı karşıya gelmenin çarpıcı bir etkisi oluyor üzerimizde ve okyanusun kendine has kokusu, rüzgârı, ihtişamı bizi kucaklıyor. Oğlum yalın ayak koşmaya başlıyor rüzgâr yüzüne tuzlu suları çarparken. Arkasında bıraktığı ayak izlerine dönüp bakmayı, arada durup yerden taşlar toplamayı ihmal etmiyor. Dalga yaklaşırken irkilip arkaya kaçıyor bazen, bazen de çekilen dalganın köpüklerine bırakıyor kendini. Biraz öncesinde alışveriş merkezinde yaşadığımız “deneyim”le kıyaslamadan edemiyor zihnim. Sonsuz ihtimalleri olan doğa bu kadar sürprizliyken, insan eliyle tasarlanmış deneyimler ne kadar sınırlı geliyor gözüme.

Durban
Mpumalanga, Three Rondavels
Muizenberg Beach, Cape Town
Table Mountain, Cape Town

Açık bir alanda, çimlerin üzerinde saha çizgilerini gören ve bunun anlamını bilen kişi için, o alan artık oturulup piknik yapılabilecek bir yer olmaktan uzaklaşır. Buna karşın tersten okuma yapıldığında, farklı dokudaki düzlemler üzerinde kişi kendi olasılıkları ölçüsünde özgürdür. Kendi deneyimini tercih edebilir. Tasarımda yer alan bazı göstergeler, o alana dair tasarım niyetlerini fazlaca ortaya koyduğunda mekânı kullanan topluluk eylemlerini sınırlamaya gidebilir. Sonra zihnime başka sorular üşüşüyor. Bugünün insanı olarak “deneyim edinmek” üzerine fazlaca düşünerek, asıl deneyimleri kaçırıyor olabilir miyiz? Hayatın içinde, tam da şu anda olana odaklanamayan ve hep ötesini görmeye çalışan modern insan olarak ellerimizden kayıp gidenlerin farkında mıyız acaba? En doğru fotoğraf karesinin peşine düşerken, o anın eşsizliğine bir türlü neden ikna olamıyoruz?

Dünya değişiyor belki, ama insanlara ve beklentilerine paralel olarak değişiyor. Dikkat süresi beş saniyeye düşen insanın, ani duygu değişimleri yaşamak için "tek lokmalık deneyimler" arayışına girmesi olağan. Önündeki seçeneklerden hep en hızlı olanı tüketme gayretinde olan "yeni dünya insanı" olağan deneyimleri aramak ve yaşamak için gayret göstermek yerine kurgulanmış deneyimleri doğrudan kabul etme eğiliminde. Günümüzde en doğal yürüyüş eylemi bile parklara indirgenip, önceden belirlenmiş rotalar üzerinde devam ediyor. Tasarlanmış bu dünyanın dışına çıkmak çok zor görünüyor. Belli bir kural çerçevesinde yürütülmesi gereken eylemler haricinde bile, şehirlerimizde “esnek” alanlar çok azınlıkta. Bu esnek olmayan alanlara zihinler giderek alışıyor ve alternatif aramayı bırakabiliyor. Biz tasarımcılar olarak mekânlarda, kendi kimliğimizle değil, "gölgemizle" var olmayı tercih ettiğimizde mimarlığın belki, deneyimleri bile tasarlamaya yeltenen, üstten kararlar veren yapısının tersine etki göstererek toplumu daha çok üretmeye, alternatif rotalara yönlendirmeye yönelik bir görev üstlenebileceğine inanıyorum.

Babylonstoren Farm, Cape Town
Boulders Beach, Cape Town
Mpumalanga, Blyde River Canyon Nature Reserve
Mpumalanga, Blyde River Canyon Nature Reserve

İtalya’da Erasmus yaptığım dönem ziyaretime gelen arkadaşımın çok güzel bir tespiti olmuştu: “Bazı anlar var; sesleri, kokuları, havanın o anki durumu, güneşin açısı, rüzgarıyla beraber asla hiçbir fotoğrafa sığdıramıyorsun. İşte böyle anları kavanoza koyup saklamak istiyorum.” O günden sonra zihnimde bir kavanoz rafı açıldı, hiçbir fotoğrafın ve videonun kayda alamayacağı anlar belleğimin en güzel yerine sahip. Her yeni gittiğim yerde panikle fotoğraf makinesine sarılmaktansa kocaman bir nefes alıp kokulardan başlıyorum olağan olanı deneyimlemeye. Böylesine öznel bir dünyada kim neyi kontrol edebilir? Hangi tasarımcı insan deneyimlerine majör müdahalelerde bulunabilir?

Özgürleştiren bir kent deneyimi için tasarımcının mekânda doğrudan kendisini değil, tavrını göstermesi daha doğru olabilir. Kente aidiyet duygusu geliştirmek için bireyin, kentin “sahipsizliğini” hissetmeye ihtiyacı olabilir. Sennett, bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Hiç kimseye ait olmayan bir kentte insanlar sürekli olarak kendilerinden, hayat hikayelerinden bir iz bırakmaya çalışır.” 1 Elbette tasarımcının kentten “el çekmesi” söz konusu olamaz, fakat burada kente yaklaşım stratejilerini ve mimari düşünce sistematiğini doğru konumlandırmak gerekebilir. J. Habraken, tasarımcının sosyal hayatta sırtını dönerek yaşayamayacağını söyler ve yalnızca bina düzeyine indirgenmiş bir mimarlık anlayışını reddeder: “Günümüzde çevrenin ve gündelik yaşamın çözümlenmesi kaçınılmazdır; nostaljik geçmişe bakarak ya da toplumsal gerçeklere dayanmayan bir gelecek tasarlayarak zaman kaybedemeyiz. Mesleğimizin barış hedefine yaklaşmak için daha çok bilgiye ulaşmalıyız, konumuz böylelikle mimarlığın ötesinde 'yapılı çevre'dir. Bugün yapmamız gereken belki de, keşfetmek ve yaratmaktan çok, fark etmektir.” 2

Bu iki düşünceyi sentezleyerek yorum yapmak gerekirse; tasarımcı kent üzerinde kendi mimari arka planını zorlayarak, her bölge özelinde kültürel ve fiziksel gerçeklikleri göz önüne aldıktan sonra yeni yaklaşımlar geliştirmek durumundadır. Anadolu’da kırdan kente göç eden ve normal şartlarda kendi ekmeklerini odun ateşinde pişiren aileler için, mahallelerde ortak kullanıma açık odacıklar halinde, ekmek pişirme alanlarının inşa edilmesi bu duruma küçük ama çok özel bir örnek olarak gösterilebilir. Bir kentin sakinleri ve yaşam pratikleri iyi analiz edildiğinde mimarlık olağan bir mekân programı önerebilir. Tam bu anda tasarımcı en kritik noktada yer alan kişi olarak, doğru karar vermeli ve olabildiğince özgür bir kent deneyimi için, üstenci kararlar ve planlar geliştirmektense o bölgenin ihtiyacına odaklanmalıdır. İnsan doğası üzerinde ayrı, doğal çevre üzerine ayrı sorumlulukları olan mimar, yapılı çevrenin üreticisi olarak doğru kararlar alabilme yetisini sonuna kadar kullanmalıdır. Buradan hareketle diyebiliriz ki; bazen bir bölgenin ihtiyacı sadece, tüm öğeleriyle onu insan tahribatından ve doğal şartların yıkıcı etkilerinden korumaktır. 3 Bir adım daha öteye gidilecek olursa: Tasarım bazen, yapmamaktır.

Referanslar:
1 Sennett R., 2013. Gözün Vicdanı - Kentin Tasarımı ve Toplumsal Yaşam, 3. Baskı, Ayrıntı Yayınları, ss:241.
2 Habraken, 1998, “The Structure of the Ordinary”, Form and Control in the Built Environment, ed. J. Teicher, The MIT Press.
3 Taşkın Öznur, “Doğa-İnsan İlişkisi Üzerinden Bir Bağ Kurma Okuması: Kıyı Poetikaları“, Gebze Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Ana Bilim Dalı, Kocaeli, 2021.

Etiketler:

İlgili İçerikler: