Salonlar, Piyasalar Ve Sanat Sevicileri...

GÜZİN ERKAN

“Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak.” sözleriyle bildiğimiz Andy Warhol bizi bu konuda uyarmıştı aslında ve demişti ki “Bir gün bütün büyük mağazalar müze, bütün müzeler de mağaza olacak.” Herkes için sanat eleştirisi ile Warhol seri üretim nesnelerini sanatında kullanırken biz de bugünlerde seri tüketim olarak sanatı kullanıp atmayı seviyoruz ve sanırım geldiğimiz noktada herkes için müze, herkese müze, bana da bir müze çılgınlığı ancak böyle açıklanabilir.

“Çağdaş sanatın, sanatın ne olduğunu tanımlayan bütün modern normlarından söküldüğü bir zamanda, çağdaş müze de rölatif bir nitelik kazanıyor, her türlü teşhir duruma göre müze olarak adlandırılıyor. 'Müze', içerdiği bütün tarihsel anlamları terk ediyor. Zaten 'her şeyin sanat' olabildiği bir dönemde, 'her şeyin müze' olması da gayet mantıklı.”1

On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan ve altın çağını yaşayan modern müzecilik yerini 21. yüzyılın tüketim toplumuyla birlikte postmodern müzecilik anlayışına bırakırken tüm dünya ile aynı anda ülkemizde de bir özel müze salgını yaşanıyor.

michael kirkham,illüstrasyon
illüstrasyon: michael kirkham

Modern zamanlarda müzeler geleneği, tarihi ve kültürü hayli üst perdeden bir elitist yaklaşımla da olsa koruyan, kollayan ve haliyle kendi modernlik tasavvuru dahilinde kendi kutsallığını yaratmış mekanlar olarak tanımlanırken, çok değil yüzyıl sonra değişen dünya ile birlikte hayatımıza küreselleşme, liberal ekonomi, serbest piyasa, özelleşme, pazarlama ve halkla ilişkiler, marka, kentsel dönüşüm gibi kavramlar girmekte ve aslında kendi yüksek kültürünü oluşturmuş modern müzeciliğin demokratlaşması eleştirisi ile ortaya çıkan postmodern anlayış, bugün geldiği noktada Andreas Huyssen’in sözleri ile “Müzeye biçilen rol, seçkinci bir koruma merkezi, geleneğin ve yüksek kültürün kalesiyken giderek bu durum değişmiş, bugün müze bir kitle iletişim aracına seyirlik bir mizansen ve abartılı bir gösteriye dönüşmüştür...müze tapınağı yıkılmış ve yerine panayır ile alışveriş merkezi arası melez bir mekan yaratılmıştır.” 2

Kültür ve sanat mekanlarının “entelektüel, finansal ve sosyal sermaye” olarak anlam bulması ve gündelik hayat pratiğinin içine insan ve tüketim alışkanlıkları bağlamında yerleşmesi ile birlikte bu kez çeşitlilik, tatmin, sponsorluk, promosyon, reklam, kampanya, müze işletmeciliği, kolay ulaşılabilirlik gibi olgularla tanışan müzeler giderek demokratlaşmakla birlikte giderek ticarileşen mekanlar olma tehlikesi ile de karşı karşıya.

Türkiye’de de 80’li yıllarda yaşanan ekonomik gelişmeler, ülkeye para girişi ve serbest piyasa şartları ile birlikte özelleştirmelerin önünü açmış ve bu durum sosyal ve kültürel hayattaki etkilerini hemen göstermeye başladı.

Yeni baştan şekillenen toplumsal hiyerarşi, yeni zenginler, kent içinde yeni nüfus oluşumları ve bunun sonucunda farklı şekilde gelişen kent yapıları bu dönüşümün sosyoekonomik yönünü belirlerken hızla açılan özel müzeler, sanat galerileri, festivaller, bienaller, fuarlar da sosyokültürel yapıyı farklılaştırdı. Sermaye sahiplerinin çeşitli sanatsal aktivitelere sponsor olması ile başlayan bu furya büyük şirketler açısından toplumsal marka bilinirliği, reklam ve pazarlama sektöründe önde olmak gibi avantajlar sağlarken kültürel sponsorlukları destekleyen vergi indirimleri “kurumsal sosyal sorumluluk” projelerinin kapılarını sonuna kadar açmaya yetti de arttı bile. Kendi tercihlerini, zevklerini, önceliklerini ve hatta ideolojilerini halka bu yolla kültürel miras olarak sunarak entelektüel sermaye babalığı yapmak da insani egolar açısından paha biçilemez bir tatmin olsa gerek. Lafın özünü Can Yücel bir şiirinde “Salonlar, piyasalar ve sanat sevicileri...” mısraları ile pek de güzel özetler. Özel müzeciliğin hikayesi işte böyle başladı.

Devlet desteğinden bağımsız çalışan bu yeni kültürel mekanların varlıklarını devam ettirebilmeleriyse ziyaretçi sayısı odaklı yeniden oluşumu zorunlu kıldı ve tüm stratejik yapı insan etkileşimi üzerine kuruldu. Bu durumun müzelerin temel toplumsal rolleri, mimarisi, sergileme teknikleri, bilimsel ve eğitim programları üzerinde yarattığı büyük değişim bir başka uzun tartışmanın konusu olacak muhakkak…

Asıl büyük tehlike pazarlama teriminin, ticaretin yani mal / hizmet sektörünün ötesine geçmesi, değişen ve dönüşen iletişim dünyasının önderliğinde bize düşünce, politika, kent, ülke ve hatta kişilik satın alma hakkı tanıması ile başlar. Pazarlanamayan her şeyin kimliksiz ve anlamsız kaldığı bugünlerde “kültür / sanat endüstrisinin” büyümesi hali hazırda ülkemiz için umut vadedici görünmekle birlikte yakın zamanda çözülmesi gereken dev bir sorun olarak karşımıza çıkacak gibi.

Hadi ama itiraf zamanı, kaçımız yurtdışında son güne kalan müze programında yorgunluktan galerilere yarım saat ayırıp kalan zamanı müze mağazasında ve kafeteryasında geçirmedik ki… Hissetmek, anlamak ve bilmekten çok satın almayı seviyoruz, bizim olsun bize etiket olsun istiyoruz.

NOTLAR
1 Ali Artun, Ofis Müze ve Müzenin Medyalaşması, aliartun.com

2 Andreas Huyssen, Alacakaranlık Anıları: Bellek Yitimi Kültüründe Zamanı Belirlemek, 1999, sf:26-27

Etiketler:

İlgili İçerikler: