Sosyal Konutun İtibarı

LERZAN ARAS

16.Venedik Mimarlık Bienali Grafton Architects'in kurucuları Dublinli mimarlar Yvonne Farrell ve Shelley McNamara’nın küratörlüğünde başladı. 25 Kasım 2018’e kadar sürecek bienal hem çok farklı etkinlikleri bir araya getiriyor hem de dünyanın pek çok yerinden misafir ağırlıyor. Çoğu yerde okuduğumuz gibi ülkelerin kendi pavyonları, elbette mimarların sunumları ve “serbest mekan” ifadesi farklı ortamlarda yer bulmakla birlikte, bienalin ana temasının dışında kalan farklı başlıklar da konuşuluyor. Bienal kapsamındaki Özel Projeler başlığı altında yer alan ve Olivia Horsfall Turner ve Christopher Turner küratörlüğündeki Robin Hood Gardens: A Ruin in Reverse sergisi, bir sosyal konut projesinin 1972’de başlayıp yakın tarihte sonlanan hikayesini gözler önüne seriyor.1

Mimarlığının insan ile kurduğu ilişkiyi anlatması bakımından her örnek özgün ve değerli. Ancak sosyal konutun yaşamımızdaki yeri daha gündelik, akışkan ve sürekli bir gerçeklik olarak ağırlık kazanıyor. O nedenle, bir sosyal konutun ölümünün Venedik Bienali’nde nasıl bir anmaya ve tartışmaya dönüştüğünü anlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Robin Hood Gardens, Doğu Londra’nın Poplar bölgesinde Alison ve Peter Smithson’ın tasarımıyla 1972 yılında inşa edilmiş, 214 birimli bir geç savaş sonrası sosyal konut yerleşkesi. Savaş sonrası ilerlemelerin bir göstergesi olarak inşa edilen ve brüt betonun tüm ağırlığını taşıyarak bölgeye yerleşen yapı, mimarların brütalist anlayışıyla birlikte sosyal konut için yeni bir çağ açmak niyetini taşıyordu.

Burada ironik olan ise, aynı yıl New Orleans’ta Pruitt-Igoe konutlarının yıkılmış olmasıydı. Çok daha büyük bir inşaat alanına yerleşmiş Pruitt-Igoe’nun yıkımı modern mimarlığın ölümü olarak ilan edilirken, bambaşka bir coğrafyada daha küçük ölçekte de olsa benzer bir mimariyle yeni bir sosyal konut algısı oluşturmaya çalışıyordu. Elbette bu noktada savaşın her iki coğrafyayı çok farklı ölçeklerde etkilediğini de unutmamak gerekiyor. İngiltere savaş sonrası yıkılan konutlarını baştan inşa etmek, halkın yeniden ev sahibi olabilmesini sağlamak için çok ciddi çalışmalar yapıyordu o yıllarda.

Özel Projeler, Robin Hood Gardens, fotoğraflar: Francesco Galli
Özel Projeler, Robin Hood Gardens, fotoğraflar: Francesco Galli
Özel Projeler, Robin Hood Gardens, fotoğraflar: Francesco Galli

Brütalist mimarisinin dışında en çok ilgiyi çeken yapının mimarlarının “gökyüzündeki sokaklar” adını verdikleri, her üç katta bir düzenlenmiş büyük gezinti balkonları olmuştu. Pek çok insanın aynı anda dolaşmasına ve çocukların oynamasına olanak tanıyan bu alanlar mimarlar için bu tarz konutlarda yeni bir komşuluk ilişkisini de canlandıracak mekanlardı.2

Ancak, inşa edildiği andan itibaren çok farklı eleştiriler alan bu çok katlı yapının da kaderi Pruitt-Igoe gibi oldu. Gitgide artan suç oranı ve bakımı için yeterli bütçenin oluşturulamaması sonucunda bölge için niteliksiz hale geldiği düşünülen yapı koruma listesine alınmayarak Ağustos 2017’de yıkılmaya başlandı. Bunun hemen ardından Robin Hood Gardens yerleşkesinin yerine Swan Housing Grup tarafından on sene içinde sayısı 1500’ü bulacak yeni bir konut yerleşkesinin yapılacağı bilgisi çoğu mimari ortamda paylaşıldı. Tasarımcıların mimar oğlu Simon Smithson’un vandalizm olarak tanımladığı bu yıkımın gerçekleşmemesi için pek çok mimar çalıştı. Bu çabalar boşa çıkmakla birlikte, yine de hatıralardan tamamen yok olmasına da razı gelemeyenler oldu. Sonunda Victoria & Albert Müzesi (V&A), yapının üç katlı dokuz metre yükseklikte 5,5 metre genişliğinde bir kısmını korumaya aldığını ve Venedik Bienali’nde sergileneceğini duyurdu.

V&A’nın bu kararı farklı tepkiler aldı. Tepkiler genelde müzenin sorumluluğu ve modern mimari döneminin kapanmış olması üstünde yoğunlaşıyordu. Tarihçi Stephen Pritchard V&A’nın Robin Hood Gardens’ın bir kısmını satın alarak sergilemesini “işçi sınıfının yaşam tarzının fetişleştirilmesi ve aynı zamanda bir fakirlik turizmi girişimi”3 olarak tarifleyerek sert bir dille eleştirirken, V&A’nın direktörü Tristram Hunt eleştirilere tek tek yanıt vermeye çalışıyordu. Hunt’a göre eleştirilerin temelde birleştiği nokta müzelerin “sosyal adalet” için bir araç görevi görmelerinin istenmesiydi. Ancak Hunt’un özellikle vurguladığı, görevlerinin politik olmak, imza toplamak ya da gösteriler yapmak olmadığıydı. Hunt’a göre müzelerin amacı kent için bir değişim ortamı yaratmak ve her tür fikrin paylaşılabileceği bir mekan oluşturmaktı.4 Bienalin ilerleyen zamanlarında bu yapı ve yıkımın getirdikleri ile ilgili elbette haberler yapılacak. Dünyanın farklı sebeplerden çok sayıda yıkım gördüğü bir dönemde neyin yıkılıp neyin korunması gerektiği konusunun daha çok tartışmaya konu olacağını hepimiz biliyoruz.

Burada önemli olan mimarlığın kullanıcılara içinde bulunulan döneminin şartlarına uyum sağlayan bir biçimleniş ve olanak sunduğu gerçeğidir ve belki de Robin Hood Gardens’ın brütalist modern mimarinin “kötü” (?) bir dışavurumu olup olmadığı ve/veya sergilenmeye değer olup olmadığı tartışmaları arka planda kalmalıdır. Robin Hood Gardens, savaş sonrası İngiltere’sinde ekonominin zor koşullarında inşa edilmişti. O dönemin şartlarını düşünürsek, mimarların insanları bir araya getirmek için oluşturdukları “gökyüzü sokakları” bile tekrar güvende ve birlikte yaşamaya çalışan kullanıcılar için yepyeni bir bakıştı. Aradan geçen yıllar içinde hepimizin bildiği gibi dünya küreselleşti, teknoloji yetişmesi çok zor bir hal aldı; ama mimarın kullanıcı için yapmaya çalıştığı “yepyeni ve güzel dünya” kavramı değişmedi. Değişen sadece dışavurumlar oldu.

V&A’ın Robin Hood Gardens’ın bir bölümünü korumaya alması ve bienalde bu konuya yer vermesi, her şeyden önce şartların değişmesinin eskiyi unutturması anlamına gelmediği mesajını veriyor bize. Birbirimize mail atarak haberleştiğimiz bir dünyada gerçek posta pulu ile aldığımız bir kartpostalın keyfi gibi... Ama aynı zamanda mimarlığın sadece yapı kurmakla sınırlı kalmadığını da bildiriyor. Mimarlığın öncelikle kullanıcıyı düşünmesi gerektiğini, temel müştereklerde buluşmanın önemli olduğunu anlatıyor.

Bu yapı, koruma listesine alınmalı mıydı? Bu soru elbette çok önemli. Ancak bu serginin amacı ve bu yazının konusu bu soruyu sormak değil. Bunun çok daha ötesinde, değer ve itibar kavramlarını gündeme getiriyor. Mimarın yaptığı binaların kendi döneminin şartlarında değerli olduğunu, sonrasında o değerin kaybolmadığını sadece dönüştüğünü hatırlatıyor. Zaman zaman kaybolduğu zannedilse de her zaman ortaklıklar, ana kabuller, dile getirilemeyen istekler ve cömertçe verilen sözler hatırlanıyor.

Sormamız gereken en önemli soru, Robin Hood Gardens’ın gerçekten ihtiyaçlara cevap veremeyecek durumda olup olmadığı. Eğer veremiyorsa, yıkım ilk akla gelen tek ve biricik çözüm mü olmalıydı? Bu soru da ilkini takip edecektir. Yoksa daha fazla rant getirecek olmasının, bölgenin katma değer açısından kazandıracaklarının hesabı “doğru” yapılarak mı yıkılmıştır? Mimar nereye konumlandırıldığını bilme hakkına sahip midir; yoksa artık sadece sisteme uyum sağlamaya mı çalışmaktadır? Harvey, günümüz kentsel tasarım pratiğine hakim olarak kurgu, parçalanma, kolaj, eklektisizm ve bütün bunların dokularına işlemiş bir gelip geçicilik ve karmaşa duygusu olduğunu söyler.5 Gündelik gerçekliğin sonucu bunu gerektiriyorsa, Robin Hood Gardens’ın yıkılması gerçek anlamda bir postmodern düzenin varlığını ortaya koyarken, bir müze ortamında sergilenmesinin de sembolik anlamı netleşmekte.

Robin Hood Gardens, bu karmaşayı, sistemlerin dönüşümünü, yıkımları, hatta ekonominin gücünü sorgulayacağı için tartışılmalıdır. İçinde bulunduğumuz dünyanın şartlarında “itibar” ve “unutulmama” kavramlarını aklımıza, yüreğimize sıkı sıkıya yazacak, bu meslek için sorumluluğumuzu her zaman hatırımızda tutmamızı sağlayacaktır.

1972 yılında Pruitt-Igoe yıkıldığında belki de sosyal konutun geleceği için düşünülenler bugünden farklıydı; belki de mimarlık kendi sorumluluğunu başka disiplinlerle paylaşmanın önemini keşfediyordu. İlerleyen yıllarda daha fazla yıkılan sosyal konut haberi alacağımızı düşünüyorum; çünkü dünya bizim hızımızdan daha hareketli ve hiçbir disiplin henüz kendi bağımsızlığını tam ortaya koyabilecek bir ütopya yaratmadı. Yıkmanın ve yerine daha iyisini (ki bu, her zaman tartışmaya açık olacaktır) yapmaya çalışmanın ekonomik, politik bazen de sadece gündelik akıştan dolayı kabul edilmesi, en azından anlaşılması gereken bir kavram. Dünya değişmeye devam ettikçe de bu sorgulama devam edecek; her yapılan yapının insan hayatına dokunduğu gerçeğini ve geçen yıllar değişimleri beraberinde getirdiğinde “itibarını iade etmenin” önemini unutmayarak…

REFERANSLAR
1 http://www.labiennale.org/en/architecture/2018/special-projects
2 https://www.archdaily.com/150629/ad-classics-robin-hood-gardens-alison-and-peter-smithson
3 https://www.telegraph.co.uk/news/2018/05/29/va-curator-fights-back-against-art-washing-claims-refuses-take/
4 https://www.theartnewspaper.com/comment/displaying-the-ruins-of-demolished-social-housing-is-not-art-washing-the-v-and-a-is-a-place-for-unsafe-ideas
5 Harvey, D. ( 2006). Postmodernliğin Durumu, Translated by Sungur Savran, Metis Yayınları, Istanbul.

Etiketler: